Setting
Surah Mount Sinai [At-tur] in Turkish
وَٱلطُّورِ ﴿١﴾
Andolsun Tur'a.
Tur'a andolsun.
veṭṭûr.
Tura, yayılmış ince deri üzerine satır satır dizilmiş Kitap'a, mamur bir ev olan Kabe'ye, yükseltilmiş tavan gibi göğe, kaynayacak denize and olsun ki, Rabbinin azabı hiç şüphesiz gelecektir. Onu savacak yoktur.
Tur'a, andolsun ki,
Andolsun Tur'a,
Andolsun Tûr'a,
Yemin olsun Tûra,
Tur'a (o dağa)
Andolsun Tur'a (Musa'nın vahiy aldığı Sina Dağı'na).
وَكِتَٰبٍۢ مَّسْطُورٍۢ ﴿٢﴾
Ve yazılmış kitaba.
Satır (satır) dizili kitaba,
vekitâbim mesṭûr.
Tura, yayılmış ince deri üzerine satır satır dizilmiş Kitap'a, mamur bir ev olan Kabe'ye, yükseltilmiş tavan gibi göğe, kaynayacak denize and olsun ki, Rabbinin azabı hiç şüphesiz gelecektir. Onu savacak yoktur.
Satır satır yazılmış Kitab'a,
Kaydedilmiş kitaba,
Yayılmış ince deri üzerine, satır satır yazılmış kitaba,
Satır satır yazılmış Kitap'a,
İnce deri üzerine yazılmış o kitaba.
Satır satır yazılmış Kitaba;
فِى رَقٍّۢ مَّنشُورٍۢ ﴿٣﴾
Yayılmış kağıtta.
Yayılmış ince deri üzerine;
fî raḳḳim menşûr.
Tura, yayılmış ince deri üzerine satır satır dizilmiş Kitap'a, mamur bir ev olan Kabe'ye, yükseltilmiş tavan gibi göğe, kaynayacak denize and olsun ki, Rabbinin azabı hiç şüphesiz gelecektir. Onu savacak yoktur.
Yayılmış ince deri üzerine,
Ki parşömen üzerinde yayımlanmış.
Yayılmış ince deri üzerine, satır satır yazılmış kitaba,
Ki açılıp yayılmış ince deri üzerine yazılmıştır.
İnce deri üzerine yazılmış o kitaba.
Yayılmış ince deri üzerine,
وَٱلْبَيْتِ ٱلْمَعْمُورِ ﴿٤﴾
Ve mamur eve.
Ma'mur eve,
velbeyti-lma`mûr.
Tura, yayılmış ince deri üzerine satır satır dizilmiş Kitap'a, mamur bir ev olan Kabe'ye, yükseltilmiş tavan gibi göğe, kaynayacak denize and olsun ki, Rabbinin azabı hiç şüphesiz gelecektir. Onu savacak yoktur.
Beyt-i Ma'mur'a,
Sık sık ziyaret edilen Eve (Kabe'ye),
Ma'mur eve,
Yemin olsun düzenli bir biçimde bakılan o eve,
Beyt-i Ma'mûr’a
Ma'mur (bakımlı, şen) Ev (Ka'be'y)e,
وَٱلسَّقْفِ ٱلْمَرْفُوعِ ﴿٥﴾
Ve yüceltilmiş tavana.
Yükseltilmiş tavana,
vessaḳfi-lmerfû`.
Tura, yayılmış ince deri üzerine satır satır dizilmiş Kitap'a, mamur bir ev olan Kabe'ye, yükseltilmiş tavan gibi göğe, kaynayacak denize and olsun ki, Rabbinin azabı hiç şüphesiz gelecektir. Onu savacak yoktur.
Yükseltilmiş tavana(göğe),
Yükseltilmiş tavana,
Yükseltilmiş tavana,
Yemin olsun yükseltilmiş tavana,
O pek yüksek tavan, gök kubbeye.
Yükseltilmiş tavana (göğe),
وَٱلْبَحْرِ ٱلْمَسْجُورِ ﴿٦﴾
Ve taşkın, coşkun, dalgalanıp duran denize.
Kabarıp, tutuşan denize,
velbaḥri-lmescûr.
Tura, yayılmış ince deri üzerine satır satır dizilmiş Kitap'a, mamur bir ev olan Kabe'ye, yükseltilmiş tavan gibi göğe, kaynayacak denize and olsun ki, Rabbinin azabı hiç şüphesiz gelecektir. Onu savacak yoktur.
Kaynatılmış denize (bunlara andolsun ki),
Ve kaynatılmış denize...
Kaynatılmış denize, (andolsun ki)
Yemin olsun o alevlerle kaynatılıp köpürtülmüş denize,
Ağzına kadar dolu okyanusa yemin olsun ki:
Kaynatılmış denize (bunlara andolsun ki),
إِنَّ عَذَابَ رَبِّكَ لَوَٰقِعٌۭ ﴿٧﴾
Şüphe yok ki Rabbinin azabı, yerine gelip olacak.
Şüphesiz senin Rabbinin azabı kesin olarak gerçekleşecektir.
inne `aẕâbe rabbike levâḳi`.
Tura, yayılmış ince deri üzerine satır satır dizilmiş Kitap'a, mamur bir ev olan Kabe'ye, yükseltilmiş tavan gibi göğe, kaynayacak denize and olsun ki, Rabbinin azabı hiç şüphesiz gelecektir. Onu savacak yoktur.
Rabbinin azabı mutlaka vuku bulacaktır.
Rabbinin cezalandırması kesinlikle gerçekleşecektir.
Rabbinin azabı mutlaka vuku bulacaktır.
Ki hiç kuşkusuz, senin Rabbinin azabı meydana gelecektir.
Rabbinin cezası mutlaka vuku bulacaktır.
Rabbinin azabı mutlaka vukubulacaktır;
مَّا لَهُۥ مِن دَافِعٍۢ ﴿٨﴾
Onu bir defedip gideren bulunmayacak.
Onu uzaklaştırıp-engel olacak yoktur.
mâ lehû min dâfi`.
Tura, yayılmış ince deri üzerine satır satır dizilmiş Kitap'a, mamur bir ev olan Kabe'ye, yükseltilmiş tavan gibi göğe, kaynayacak denize and olsun ki, Rabbinin azabı hiç şüphesiz gelecektir. Onu savacak yoktur.
Ona engel olacak hiçbir şey yoktur.
Onu engelleyecek hiç bir güç yoktur.
Ona engel olacak (hiçbir şey de) yoktur.
Ona engel olacak hiçbir şey yoktur.
Onu önleyecek hiç bir kuvvet yoktur.
Ona engel olacak bir şey yoktur.
يَوْمَ تَمُورُ ٱلسَّمَآءُ مَوْرًۭا ﴿٩﴾
O gün gök, bir çalkantıya düşüp döner.
O gün gök, sarsılıp çalkalanır.
yevme temûru-ssemâü mevrâ.
Göğün sarsıldıkça sarsılacağı, dağların yürüdükçe yürüyeceği gün; işte o gün, daldıkları yerde eğlenip oyalanarak kıyameti yalanlayanlara yazık olacak!
O gün gök sallanıp çalkalanır.
O gün gök sallanıp sarsılacak,
O gün gök, bir çalkanış çalkalanır
O gün gök bir çalkanışla çalkanır.
Gün gelecek, gök şiddetle çalkalanacak.
O gün gök, bir çalkalanış çalkanır,
وَتَسِيرُ ٱلْجِبَالُ سَيْرًۭا ﴿١٠﴾
Ve dağlar, yerlerinden oynayıp yürür.
Ve dağlar (yerlerinden oynatan) bir yürüyüşle yürür.
vetesîru-lcibâlü seyrâ.
Göğün sarsıldıkça sarsılacağı, dağların yürüdükçe yürüyeceği gün; işte o gün, daldıkları yerde eğlenip oyalanarak kıyameti yalanlayanlara yazık olacak!
Dağlar yürüdükçe yürür.
Dağlar yürütülüp silinecek,
Dağlar da bir yürüyüş yürür.
Ve dağlar bir yürüyüşle yürür.
Dağlar sür'atle yürüyecektir.
Dağlar bir yürüyüş yürür ki!..
فَوَيْلٌۭ يَوْمَئِذٍۢ لِّلْمُكَذِّبِينَ ﴿١١﴾
Artık yazıklar olsun o gün yalanlayanlara.
İşte o gün, yalanlayanların vay haline,
feveylüy yevmeiẕil lilmükeẕẕibîn.
Göğün sarsıldıkça sarsılacağı, dağların yürüdükçe yürüyeceği gün; işte o gün, daldıkları yerde eğlenip oyalanarak kıyameti yalanlayanlara yazık olacak!
Yalanlayanların vay haline o gün!
Yalanlayanların vay haline o gün!
Vay haline o gün yalanlayanların!
Vay hallerine o gün, yalanlayanların,
O gün, hakkı yalan sayıp Peygambere yalancı diyenlerin vay hallerine!
Yalanlayanların vay haline o gün!
ٱلَّذِينَ هُمْ فِى خَوْضٍۢ يَلْعَبُونَ ﴿١٢﴾
Öyle kişilerdir onlar ki daldıkları batakta oynayıp dururlar.
Ki onlar, 'daldıkları saçma bir uğraşı' içinde oynayan-oyalananlardır.
elleẕîne hüm fî ḫavḍiy yel`abûn.
Göğün sarsıldıkça sarsılacağı, dağların yürüdükçe yürüyeceği gün; işte o gün, daldıkları yerde eğlenip oyalanarak kıyameti yalanlayanlara yazık olacak!
Ki onlar daldıkları batıl içinde oyalanıp duranlardır.
Onlar ki bir bataklıkta oynamaktadırlar.
Ki onlar, daldıkları bir batak (bâtıl)da oynayıp duruyorlar.
Ki onlar bir batağa dalmış oynamaktadırlar.
Onlar ki daldıkları batıl içinde oynayıp dururlar.
O daldıkları batıl içinde oynayıp duranlar,
يَوْمَ يُدَعُّونَ إِلَىٰ نَارِ جَهَنَّمَ دَعًّا ﴿١٣﴾
O gün itilip kakılarak cehenneme atılırlar.
Cehennem ateşine, 'küçültücü bir sürüklenme ile ' sürüklenecekleri gün;
yevme yüde``ûne ilâ nâri cehenneme da``â.
Cehennem ateşine itildikçe itildikleri gün, onlara: \"İşte yalanlayıp durduğunuz ateş budur;
O gün cehennem ateşine itilip atılırlar:
Cehennem ateşine itildikleri gün:
O gün onlar cehennem ateşine itilip kakılacaklar.
O gün cehenneme bir kakılışla kakılırlar.
O gün onlar cehenneme şiddetle itilirler.
O gün (şöyle denilerek) cehennem ateşine kakılırlar:
هَٰذِهِ ٱلنَّارُ ٱلَّتِى كُنتُم بِهَا تُكَذِّبُونَ ﴿١٤﴾
İşte budur yalanladığınız ateş.
(Onlara şöyle denir:) \"İşte sizin yalanladığınız ateş budur.\"
hâẕihi-nnâru-lletî küntüm bihâ tükeẕẕibûn.
Cehennem ateşine itildikçe itildikleri gün, onlara: \"İşte yalanlayıp durduğunuz ateş budur;
\"İşte yalanlayıp durduğunuz ateş budur!\" denilir.
İşte, yalanlamakta olduğunuz Ateş budur.
(Onlara): \"İşte yalanlayıp durduğunuz ateş budur\" (denilecek).
\"İşte budur yalanlayıp durduğunuz ateş!\"
İşte, denilir, alın size yalan saydığınız ateş!
İşte yalanlayıp durduğunuz ateş budur!
أَفَسِحْرٌ هَٰذَآ أَمْ أَنتُمْ لَا تُبْصِرُونَ ﴿١٥﴾
Bir büyü mü bu, yoksa görmüyor musunuz?
\"Bu da bir büyü mü, yoksa siz mi görmüyorsunuz.\"
efesiḥrun hâẕâ em entüm lâ tübṣirûn.
Bu bir büyü müdür, yoksa hala görmez misiniz? Girin oraya, sabretseniz de sabretmeseniz de artık birdir; ancak işlediklerinizin karşılığını görüyorsunuz\" denir.
Bir büyü müdür bu, yoksa görmüyor musunuz?
Bu bir büyü müdür, yoksa siz mi görmüyorsunuz?
\"Bu da mı bir sihir? Yoksa siz görmüyor musunuz?
\"Bu da mı büyü?! Yoksa siz mi görmüyordunuz?\"
Haydi söyleyin bakalım, bu da mı sihir, yoksa siz mi görmüyormuşsunuz?
(Nasıl) Şimdi bu, büyümüymüş, yoksa siz mi görmüyor muşsunuz?
ٱصْلَوْهَا فَٱصْبِرُوٓا۟ أَوْ لَا تَصْبِرُوا۟ سَوَآءٌ عَلَيْكُمْ ۖ إِنَّمَا تُجْزَوْنَ مَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿١٦﴾
Girin ona da artık sabredin, yahut etmeyin, birdir size; ancak yaptığınızın karşılığı olarak cezalanacaksınız.
\"Girin ona; artık ister sabredin, ister sabretmeyin. Sizin için birdir. Siz ancak, yaptıklarınızla cezalandırılıyorsunuz.\"
iṣlevhâ faṣbirû ev lâ taṣbirû. sevâün `aleyküm. innemâ tüczevne mâ küntüm ta`melûn.
Bu bir büyü müdür, yoksa hala görmez misiniz? Girin oraya, sabretseniz de sabretmeseniz de artık birdir; ancak işlediklerinizin karşılığını görüyorsunuz\" denir.
Girin oraya, sabretseniz de sabretmeseniz de artık sizin için birdir. Siz ancak yaptıklarınızın karşılığına çarptırılacaksınız.
Orda yanın. İster sabredin, ister sabretmeyin sizin için değişmeyecektir. Yaptığınızın karşılığını görmektesiniz.
Girin oraya, ister sabredin ister etmeyin artık sizin için birdir. Siz hep yaptıklarınıza göre cezalandırılacaksınız\" (denilecek).
\"Dalın ona! Artık ister sabredin ister sabretmeyin. Sizin için hepsi birdir. Siz ancak yapıp ettiğiniz şeylerin karşılığıyla yüzyüze geleceksiniz.\"
Girin oraya! İster dayanın, ister dayanamayın, artık hepsi bir!Siz sadece ne yaptıysanız onun karşılığını bulacaksınız.
Girin ona, ister dayanın, ister dayanmayın, sizin için birdir. Ancak yaptıklarınıza göre cezalandırılacaksınız.
إِنَّ ٱلْمُتَّقِينَ فِى جَنَّٰتٍۢ وَنَعِيمٍۢ ﴿١٧﴾
Şüphe yok ki çekinenler, cennetlerdedir ve nimetler içinde.
Hiç şüphesiz muttakiler, cennetlerde ve nimet içindedirler;
inne-lmütteḳîne fî cennâtiv vene`îm.
Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, şüphesiz, cennetlerde ve Rablerinin kendilerine verdikleriyle zevk duyarak nimetler içindedirler. Rableri onları cehennem azabından korumuştur.
Şüphesiz (kötülüklerden) korunanlar cennetlerde ve nimet içindedirler.
Erdemliler bahçeler ve nimetler içindedir.
Şüphesiz (günahlardan) korunanlar da cennetlerde, nimetler içindedirler.
Korunup sakınanlar; cennetler, nimetler içindedir.
Müttakiler ise cennetlerde nimet içindedirler.
Korunanlar da cennetlerde, ni'met içindedirler.
فَٰكِهِينَ بِمَآ ءَاتَىٰهُمْ رَبُّهُمْ وَوَقَىٰهُمْ رَبُّهُمْ عَذَابَ ٱلْجَحِيمِ ﴿١٨﴾
Nimetlenirler orada Rablerinin verdiği nimetlerle ve Rableri korur onları koca cehennemin azabından.
Rablerinin verdikleriyle 'sevinçli ve mutludurlar'. Rableri, kendilerini 'çılgınca yanan cehennemin' azabından korumuştur.
fâkihîne bimâ âtâhüm rabbühüm. veveḳâhüm rabbühüm `aẕâbe-lceḥîm.
Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, şüphesiz, cennetlerde ve Rablerinin kendilerine verdikleriyle zevk duyarak nimetler içindedirler. Rableri onları cehennem azabından korumuştur.
Rablerinin kendilerine verdikleriyle sefa sürerler, (Zira) Rableri onları, cehennem azabından korumuştur.
Rab'lerinin kendilerine vermiş olduğu şeylerden zevk duyarlar. Rab'leri onları cehennem azabından korumuştur.
Rablerinin kendilerine verdiği ile zevk ü sefâ sürerler. Rableri onları, cehennem azabından korumuştur.
Rablerinin kendilerine verdikleriyle keyif çatarlar. Rableri onları cehennem azabından korumuştur.
Rab'lerinin kendilerine verdikleriyle sefa sürerler. Rab’leri onları yakıcı ateşin azabından korumuştur.
Rablerinin kendilerine verdikleriyle sefa sürerler. Rableri onları, cehennem azabından korumuştur.
كُلُوا۟ وَٱشْرَبُوا۟ هَنِيٓـًٔۢا بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿١٩﴾
Yiyin ve için, afiyetler olsun, yaptığınız şeylere karşılık.
\"Yaptıklarınızdan dolayı afiyetle yiyin ve için.\"
külû veşrabû henîem bimâ küntüm ta`melûn.
Onlara şöyle denir: \"İşlediklerinizden ötürü, dizi dizi tahtlara yaslanarak afiyetle yiyin için.\" Onlara, ceylan gözlü eşler veririz.
Onlara: Yaptıklarınıza karşılık afiyetle yeyin, için (denilir).
Yapmış olduklarınıza karşılık afiyetle yeyin, için.
(Onlara): \"Yaptıklarınıza karşılık afiyetle yeyin, için\" (denilir.)
\"Yapıp ettiklerinizin karşılığı olarak afiyetle yiyin, için;
Ve onlara denilir ki: “Dünyada yaptığınız güzel davranışlardan ötürü: “Yiyin, için, afiyetler olsun!” Onlar sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanırlar. Kendilerine temiz ve güzel hurileri de eş yaparız. [37,44]
Yaptıklarınıza karşılık afiyetle yeyin, için;
مُتَّكِـِٔينَ عَلَىٰ سُرُرٍۢ مَّصْفُوفَةٍۢ ۖ وَزَوَّجْنَٰهُم بِحُورٍ عِينٍۢ ﴿٢٠﴾
Safsaf dizilmiş tahtlara dayanarak ve onları, iri gözlü hurilerle evlendiririz.
Özenle dizilmiş tahtlar üzerinde yaslanmışlardır. Ve Biz onları iri-ceylan gözlü hurilerle evlendirmişiz.
müttekiîne `alâ sürurim maṣfûfeh. vezevvecnâhüm biḥûrin `în.
Onlara şöyle denir: \"İşlediklerinizden ötürü, dizi dizi tahtlara yaslanarak afiyetle yiyin için.\" Onlara, ceylan gözlü eşler veririz.
\" Sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanarak\"Onları, ceylan gözlü hurilerle evlendirmişizdir:
Dizilmiş koltuklara yaslanmışlardır ve onları güzel eşlerle eşlendirmişizdir.
Sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanırlar. Ayrıca biz onları ceylan gözlü hûrilerle evlendirdik.
Art arda dizilmiş koltuklar üzerinde yaslanmış olarak.\" Ve biz onları parlak, iri gözlü hurilerle eşleştirmişizdir.
Ve onlara denilir ki: “Dünyada yaptığınız güzel davranışlardan ötürü: “Yiyin, için, afiyetler olsun!” Onlar sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanırlar. Kendilerine temiz ve güzel hurileri de eş yaparız. [37,44]
Sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanarak. Onları, iri gözlü hurilerle evlendirmişizdir.
وَٱلَّذِينَ ءَامَنُوا۟ وَٱتَّبَعَتْهُمْ ذُرِّيَّتُهُم بِإِيمَٰنٍ أَلْحَقْنَا بِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَمَآ أَلَتْنَٰهُم مِّنْ عَمَلِهِم مِّن شَىْءٍۢ ۚ كُلُّ ٱمْرِئٍۭ بِمَا كَسَبَ رَهِينٌۭ ﴿٢١﴾
Ve inananlarla soylarından, inanarak onlara uyanları, soylarından gelenlerle birleştirir, buluştururuz ve yaptıklarının mükafatından hiçbir şeyi eksiltmeyiz; herkes, kazancına bağlıdır.
İman edenler ve soyları kendilerini imanda izleyenler; Biz onların soylarını da kendilerine katıp-ekledik. Onların amellerinden hiçbir şeyi eksiltmedik. Her kişi kendi kazandığına karşılık bir rehindir.
velleẕîne âmenû vettebe`athüm ẕürriyyetühüm biîmânin elḥaḳnâ bihim ẕürriyyetehüm vemâ eletnâhüm min `amelihim min şey'. küllü-mriim bimâ kesebe rahîn.
İnanan, soyları da inançta kendilerine uyan kimselere soylarını da katarız. Onların işlediklerinden hiçbir şey eksiltmeyiz. Herkes kazancına bağlıdır.
İman eden ve soylarından gelenlerde, imanda kendilerine tabi olanlar (var ya)! İşte biz, onların nesillerini de kendilerine kattık. Onların amellerinden de bir şey eksiltmedik. Herkes kazandıklarına karşı bir rehindir.
Soyları tarafından izlenen inananlara soylarını da katarız ve onların yaptıklarından hiç bir şeyi eksiltmeyiz. Herkes kazanmış olduğu şeylerin bir ipoteğidir.
İman edip zürriyetleri de iman ile kendilerine tâbi olanlar (yok mu?); işte biz, onların nesillerini de kendilerine kattık. Kendilerinin amellerinden birşey de eksiltmedik. Herkes kendi kazandığına bağlıdır.
İman edip zürriyetleri de imanda kendilerine uyanların, soy-soplarını da kendilerine katmışızdır. Ve kendi amellerinden kendilerinin hiçbir şeyini eksiltmemişizdir. Her kişi, kazandığı karşılığında bir rehindir.
Kendileri iman edip zürriyetleri de iman ile kendilerinin izinden gidenlerin nesillerini de kendilerine kavuştururuz.Onların emeklerinden hiçbir şeyin mükâfatını eksiltmeyiz. Onlardan her biri kazandığı güzel neticeleri ile daimdir. [74,38-40; 13,23]
Kendileri inanmış, zürriyetleri de imanda kendilerine uymuş olan kimselerin zürriyetlerini de kendilerine katmışızdır; kendi ameller(inin sevab)ından da hiçbir şey eksiltmemişizdir. Herkes kendi kazandığına bağlıdır.
وَأَمْدَدْنَٰهُم بِفَٰكِهَةٍۢ وَلَحْمٍۢ مِّمَّا يَشْتَهُونَ ﴿٢٢﴾
Ve onlara meyve ve gönüllerinin tam istediği et vereceğiz.
Onlara, istek duyup-arzuladıkları meyvelerden ve etten bol bol verdik.
veemdednâhüm bifâkihetiv velaḥmim mimmâ yeştehûn.
Cennette olanlara diledikleri meyve ve etten bol bol veririz.
Onlara canlarının istediği meyve ve etten bol bol verdik.
Onlara canlarının istediği meyveden ve etten bol bol veririz.
Onlara canlarının istediği meyvalar ve etlerden bol bol verdik.
Biz onlara canlarının çektiği meyveden ve etten ikram ettik.
Onlara canlarının istediği meyve ve et çeşitlerinden bol bol veririz. [56,20-21] {KM, Matta 8,11; Luka 13,29; Vahiy 19,9}
Ve onlara canlarının istediği meyvadan ve etten bol bol vermişizdir.
يَتَنَٰزَعُونَ فِيهَا كَأْسًۭا لَّا لَغْوٌۭ فِيهَا وَلَا تَأْثِيمٌۭ ﴿٢٣﴾
Ve birbirlerine öyle bir kadeh sunarlar ki içtikleri şaRabın sonucunda ne boş şeylerden bahsediş var, ne günaha giriş.
Orada bir kadeh kapışır-çekişirler ki, onda ne 'boş ve saçma bir söz', ne günaha sokma yoktur.
yetenâza`ûne fîhâ ke'sel lâ lagvun fîhâ velâ te'ŝîm.
Orada kadeh tokuştururlar; fakat bunda ne bir saçmalama, ne de bir günaha girme vardır.
Orada karşılıklı kadeh tokuştururlar, ama burada (içki yüzünden) ne saçmalama vardır ne de günaha girme.
Orada birbirlerinden kadeh kapışırlar, onda ne bir saçmalama, ne de bir günaha girme vardır.
Orada bir kadeh kapışırlar ki, onda ne bir saçmalama vardır, ne de günaha sokma.
Orada bir kadeh tokuştururlar ki, içinde ne bir boş laf var ne de günaha sokuş.
Onlar orada içecek kadehleri kapşırlar ki bunları içmede ne saçma sapan konuşma olur, ne de günaha girilir.
Orada bir kadeh kapışırlar ki içinde ne saçmalama var, ne de günaha sokma.
۞ وَيَطُوفُ عَلَيْهِمْ غِلْمَانٌۭ لَّهُمْ كَأَنَّهُمْ لُؤْلُؤٌۭ مَّكْنُونٌۭ ﴿٢٤﴾
Ve öylesine genç hizmetçiler, etraflarında dönerdurur ki sanki onlar, haznelerde saklanmış inciler.
Kendileri için (hizmet eden) civanlar, etrafında dönüp dolaşırlar; sanki (her biri) 'sedefte saklı inci gibi tertemiz, pırıl pırıl.'
veyeṭûfü `aleyhim gilmânül lehüm keennehüm lü'lüüm meknûn.
Sedefteki inciler gibi olan gençler yanlarında dolaşırlar.
Hizmetlerine verilmiş, (kabuğunda) saklı inci gibi gençler etraflarında dönüp dolaşırlar.
Çevrelerinde, inciler gibi korunmuş kendilerine ait hizmetkarlar (servis için) dolaşıp durur.
Kendilerine ait bir takım hizmetçiler de onların etrafında dönerler. Bu gençler sanki sedefleri içine gizlenmiş inci gibidirler.
Çevrelerinde, kendilerine özgülenmiş genç uşaklar dolaşır; sanki sedeflerinde saklı inciler.
Etraflarında kendi hizmetlerine tahsis edilmiş, sedef içinde saklı inci gibi pırıl pırıl civanlar dolaşır.
Çevrelerinde de kendilerine mahsus, sedef içinde saklı inci gibi civanlar dolaşır (hizmet eder).
وَأَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلَىٰ بَعْضٍۢ يَتَسَآءَلُونَ ﴿٢٥﴾
Ve birbirlerine dönüp sorarlar, konuşurlar.
Kimi kimine dönüp sorarlar;
veaḳbele ba`ḍuhüm `alâ ba`ḍiy yetesâelûn.
Birbirlerine dönüp soruşurlar:
Cennettekiler birbirlerine dönüp sorarlar:
Birbirlerine dönüp geçmişi anarlar:
Birbirlerine yönelip soruyorlar.
Birbirlerine dönüp soruşurlar. Ve derler:
Birbirlerinin yanına gelip şöyle sorup sohbet etmeye başlarlar.
Birbirlerine dönmüş soruyorlar:
قَالُوٓا۟ إِنَّا كُنَّا قَبْلُ فِىٓ أَهْلِنَا مُشْفِقِينَ ﴿٢٦﴾
Derler ki: Gerçekten de daha önce ehlimizin içinde, ilimizde, yurdumuzda, korku içindeydik biz.
Dediler ki: \"Biz doğrusu daha önce, ailemiz (yakın akrabalarımız) içinde endişe edip-korkardık.\"
ḳâlû innâ künnâ ḳablü fî ehlinâ müşfiḳîn.
\"Doğrusu bundan önce ailemizin yanında bile korku içindeydik; Allah lütfedip bizi kavurucu azabdan korudu; doğrusu bundan önce de O'na yalvarıyorduk; şüphesiz O, iyilik yapandır, acıyandır\" derler.
Derler ki: \"Daha önce biz, aile çevremiz içinde bile (ilahi azaptan) korkardık.\"
\"Daha önce halkımızın arasında çekinirdik,\" derler,
Ve diyorlar ki: \"Gerçekte biz daha önce (dünya hayatında) âilemiz içinde (âkibetimizden) korkardık\".
\"Daha önce biz, ailemiz içinde endişe ile ürperiyorduk.\"
Biz dünyada, ailemiz içinde iken sonumuzdan endişe ederdik. Ama şükürler olsun ki Allah bize lütfetti ve bizi, o kavuran ateşten korudu.
Daha önce biz ailemiz içinde (iken sonumuzdan) korkardık. dediler.
فَمَنَّ ٱللَّهُ عَلَيْنَا وَوَقَىٰنَا عَذَابَ ٱلسَّمُومِ ﴿٢٧﴾
Derken Allah lutfetti bize ve korudu bizi ta iliklere işleyen sam yelinin azabından.
\"Şimdi Allah, bize lütufta bulundu ve 'hücrelere kadar işleyen kavurucu' azaptan korudu.\"
femenne-llâhü `aleynâ veveḳânâ `aẕâbe-ssemûm.
\"Doğrusu bundan önce ailemizin yanında bile korku içindeydik; Allah lütfedip bizi kavurucu azabdan korudu; doğrusu bundan önce de O'na yalvarıyorduk; şüphesiz O, iyilik yapandır, acıyandır\" derler.
\"Allah bize lütfetti de bizi vücudun içine işleyen azaptan korudu.\"
\"ALLAH bize iyilik etti de bizi içe işleyen azaptan korudu.\"
\"Allah bize lutfetti de bizi (vücûdun) içine işleyen (kavurucu) azabdan korudu.\"
\"Allah bize lütufta bulundu ve bizi o iliklere işleyen azaptan korudu.\"
Biz dünyada, ailemiz içinde iken sonumuzdan endişe ederdik. Ama şükürler olsun ki Allah bize lütfetti ve bizi, o kavuran ateşten korudu.
Allah bize lutfetti de bizi o delikçiklere işleyen azabdan korudu.
إِنَّا كُنَّا مِن قَبْلُ نَدْعُوهُ ۖ إِنَّهُۥ هُوَ ٱلْبَرُّ ٱلرَّحِيمُ ﴿٢٨﴾
Gerçekten de önceden onu çağırırdık; şüphe yok ki o, şanı yüce bir lütuf sahibidir, rahimdir.
\"Şüphesiz, biz bundan önce O'na dua (kulluk) ederdik. Gerçekten O, iyiliği bol, esirgemesi çok olanın ta Kendisi'dir.\"
innâ künnâ min ḳablü ned`ûh. innehû hüve-lberru-rraḥîm.
\"Doğrusu bundan önce ailemizin yanında bile korku içindeydik; Allah lütfedip bizi kavurucu azabdan korudu; doğrusu bundan önce de O'na yalvarıyorduk; şüphesiz O, iyilik yapandır, acıyandır\" derler.
\"Gerçekten biz bundan önce O'na yalvarıyorduk. Çünkü iyilik eden, esirgeyen ancak O'dur.\"
\"Biz daha önce O'na yalvarırdık; O, İyilik edendir, Rahimdir.\"
\"Gerçekten biz bundan önce O'na yalvarıyorduk. Çünkü iyilik eden, esirgeyen ancak O'dur.\"
\"Biz önceden O'na yakarıyorduk. Çünkü O'dur Berr, cömertçe iyilik eden; O'dur rahmeti sınırsız olan.\"
Çünkü biz daha önce Allah'a dua ve ibadet eder, bizi ateşten korumasını niyaz ederdik. Gerçekten O, berr’dir, rahîmdir (hayırların kaynağıdır, merhamet ve ihsanı boldur).
Biz bundan önce yalnız O'na yalvarır(bizi korumasını O'ndan niyaz eder)dik. Çünkü iyilik eden, esirgeyen O'dur, O.
فَذَكِّرْ فَمَآ أَنتَ بِنِعْمَتِ رَبِّكَ بِكَاهِنٍۢ وَلَا مَجْنُونٍ ﴿٢٩﴾
Artık öğüt ver, gerçekten de Rabbinin nimeti sayesinde sen, ne kahinsin, ne deli.
Şu halde sen, öğüt verip-hatırlat; çünkü sen, Rabbinin nimetiyle ne kahinsin, ne mecnun.
feẕekkir femâ ente bini`meti rabbike bikâhiniv velâ mecnûn.
Öğüt ver; Rabbinin nimetiyle sen, ne kahinsin ne de delisin.
(Resulüm!) Sen öğüt ver. Rabbinin lütfuyla sen ne bir kahinsin, ne de bir deli.
Sen öğüt ver. Rabbinin sana olan iyiliği sayesinde sen ne bir kahinsin, ne de deli.
(Ey Muhammed!) sen hatırlat, öğüt ver. Rabbinin nimeti sayesinde sen ne kâhinsin, ne de mecnûn.
Artık hatırlat, öğüt ver! Rabbinin nimetine yemin olsun ki, sen ne kâhinsin ne de cin çarpmış.
Ey Resulüm, sen irşad ve nasihatina devam et! Sen Rabbinin ihsanı sayesinde kâfirlerin iddia ettikleri gibi kâhin de değilsin, deli de değilsin.
(Ey Muhammed), Sen hatırlat, öğüt ver. Rabbinin ni'meti sayesinde sen ne kahinsin, ne de mecnun.
أَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌۭ نَّتَرَبَّصُ بِهِۦ رَيْبَ ٱلْمَنُونِ ﴿٣٠﴾
Yoksa onlar, bir şair ki ölmesini, zamanın kötülüklerine uğramasını gözetiyoruz mu diyorlar?
Yoksa onlar: \"Bir şairdir, biz ona zamanın (getireceği) felaketleri gözlüyoruz\" mu diyorlar?
em yeḳûlûne şâ`irun neterabbeṣu bihî raybe-lmenûn.
Yoksa senin için şöyle mi derler: \"Şairdir, zamanın onun aleyhine dönmesini gözlüyoruz.\"
Yoksa onlar: (O,) bir şairdir; onun, zamanın felaketlerine uğramasını bekliyoruz mu diyorlar?
Yoksa, \"O bir şairdir, onun ölmesini bekliyoruz.\" mu diyorlar?
Yoksa onlar (senin için): \"Bir şâirdir, zamanın felaketlerine çarpılmasını gözetliyoruz.\" mu diyorlar?
Yoksa şöyle mi diyorlar: \"O bir şairdir. Zamanın ölüm getiren felaketine çarpılmasını bekliyoruz.\"
Ne o, yoksa onlar senin hakkında: “Ne olacak? Şairin biri! Feleğin onun başına neler getireceğini göreceğiz” mi diyorlar?
Yoksa onlar (senin hakkında): \"Bir şa'irdir, zamanın felaketlerine çarpılmasını gözetliyoruz\" mu diyorlar?
قُلْ تَرَبَّصُوا۟ فَإِنِّى مَعَكُم مِّنَ ٱلْمُتَرَبِّصِينَ ﴿٣١﴾
De ki: Gözetin bakalım, gerçekten ben de sizinle beraber gözetmedeyim.
De ki: \"Siz gözetleyedurun; çünkü ben de sizinle birlikte gözetleyenlerdenim.\"
ḳul terabbeṣû feinnî me`aküm mine-lmüterabbiṣîn.
De ki: \"Gözleyin, doğrusu ben de sizinle beraber gözlemekteyim.\"
De ki: Bekleyin. Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.
De ki, \"Bekleyedurun; ben de sizinle birlikte beklemekteyim.\"
De ki: Bekleyin, çünkü ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.
De ki: \"Bekleyin! Doğrusu sizinle beraber ben de bekleyenlerdenim.\"
De ki: “Bekleyin bakalım! Ben de sizin fecî âkıbetinizi bekliyorum.”
De ki: \"Gözetleyin, ben de sizinle beraber gözetleyenlerdenim. (Bakalım hangimiz felaketlere çarpılacağız?)\"
أَمْ تَأْمُرُهُمْ أَحْلَٰمُهُم بِهَٰذَآ ۚ أَمْ هُمْ قَوْمٌۭ طَاغُونَ ﴿٣٢﴾
Yoksa bu sözleri akılları mı emrediyor onlara, yoksa azgın bir topluluk mu onlar?
Yoksa bunu kendilerine saçma-akılları mı emrediyor? Yoksa onlar azgın bir kavim midir?
em te'müruhüm aḥlâmühüm bihâẕâ em hüm ḳavmün ṭâgûn.
Bunu onlara akılları mı buyuruyor? Yoksa onlar azgın bir millet midirler?
Onlara akılları mı bunu emreder, yoksa onlar, azgın bir topluluk mudur?
Bunları rüyalarının etkisiyle mi söylüyorlar, yoksa onlar haddi aşan bir topluluk mudur?
Onların akılları mı bunu emreder yoksa onlar azgın bir topluluk mudur?
Acaba bunu onlara hayalleri mi emrediyor yoksa bunlar azmış bir topluluk mu?
Akılları mı kendilerinden bunu istiyor, yoksa onlar azgın bir toplum olduklarından mı böyle yapıyorlar?
Akılları mı bunu kendilerine emrediyor, yoksa onlar azgın bir topluluk mudur?
أَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُۥ ۚ بَل لَّا يُؤْمِنُونَ ﴿٣٣﴾
Yoksa onu kendisi uyduruyor mu diyorlar? Hayır, inanmamışlardır onlar.
Yoksa: \"Onu kendisi uydurup-söyledi\" mi diyorlar? Hayır; onlar iman etmiyorlar.
em yeḳûlûne teḳavveleh. bel lâ yü'minûn.
Yahut: \"Onu kendi uydurdu\" diyorlar öyle mi? Hayır, inanmıyorlar.
Yahut \"Onu kendisi uydurdu!\" mu diyorlar? Hayır, onlar iman etmezler.
Yoksa, \"Onu kendi uydurdu\" mu diyorlar? Hayır, onlar inanmazlar.
Yoksa \"Onu uydurdu\" mu diyorlar? Hayır onlar inanmıyorlar.
Yoksa, \"Onu uydurdu\" mu diyorlar! Hayır, iman etmiyorlar.
Yahut Kur'ân’ı “kendi uydurdu” mu diyorlar? Hayır! Onlar bu iddialarında samimî değiller. Onların inanmaya niyetleri yok da onun için bu kabîl sözler sarf ediyorlar.
Yoksa \"Onu uydurdu\" mu diyorlar? Hayır, onlar inanmıyorlar.
فَلْيَأْتُوا۟ بِحَدِيثٍۢ مِّثْلِهِۦٓ إِن كَانُوا۟ صَٰدِقِينَ ﴿٣٤﴾
Artık buna benzer bir söz getirin meydana sözünüz doğruysa.
Şu halde, eğer doğru sözlüler iseler, benzeri bir söz getirsinler.
felye'tû biḥadîŝim miŝlihî in kânû ṣâdiḳîn.
Eğer iddialarında samimi iseler Kuran'ın benzeri bir söz meydana getirsinler.
Eğer doğru iseler onun benzeri bir söz getirsinler.
Doğru sözlüler iseler bunun benzeri bir hadis getirsinler.
Eğer doğru iseler onun benzeri bir söz meydana getirsinler.
Eğer doğru sözlü iseler, onun benzeri bir hadis/söz getirsinler.
O halde bu iddialarında tutarlı iseler Kur'ân gibi bir söz getirsinler bakalım!
Doğru iseler haydi onun gibi bir söz getirsinler.
أَمْ خُلِقُوا۟ مِنْ غَيْرِ شَىْءٍ أَمْ هُمُ ٱلْخَٰلِقُونَ ﴿٣٥﴾
Yoksa boşuboşuna mı yaratıldı onlar, yoksa onlar mı yaratıcılar?
Yoksa onlar, hiçbir şey olmaksızın mı yaratıldılar? Yoksa yaratıcılar kendileri mi?
em ḫuliḳû min gayri şey'in em hümü-lḫâliḳûn.
Onlar, yaratan olmaksızın mı yaratıldılar yoksa yaratanlar kendileri midir?
Acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar?
Onlar yokluktan mı yaratıldılar? Yoksa yaratanlar kendileri mi?
Yoksa onlar, hiçbir şey olmadan (yani yaratıcısız) mı yaratıldılar? Yoksa kendileri yaratıcı mıdırlar?
Yoksa onlar hiçbir şeysiz mi yaratıldılar? Yoksa bizzat kendileri mi yaratıcıdır?
Onlar bir Yaratan olmaksızın mı yaratıldılar? Yoksa kendi kendilerini mi yarattılar?
Yoksa kendileri, hiçbir şey olmadan (raslantı sonucu olarak) mı yaratıldılar? Yoksa yaratanlar kendileri midir?
أَمْ خَلَقُوا۟ ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلْأَرْضَ ۚ بَل لَّا يُوقِنُونَ ﴿٣٦﴾
Yoksa gökleri ve yeryüzünü mü yarattı onlar? Hayır, iyideniyiye inanmamışlardır onlar.
Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır; onlar, kesin bir bilgiyle inanmıyorlar.
em ḫaleḳu-ssemâvâti vel'arḍ. bel lâ yûḳinûn.
Yoksa gökleri ve yeri kendileri mi yarattılar? Hayır, Allah'a kesin olarak inanmıyorlar.
Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır! Onlar bir türlü anlayıp inanmazlar.
Gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Doğrusu, onlar kesin bir inanca sahip olmazlar.
Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır, onlar düşünüp hakikati anlamazlar.
Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattı? Hayır, onlar gerekli bilgiye ulaşamıyorlar!
Yoksa, gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır, onlar kesin bilgiye ulaşmaya gitmezler.
Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır, onlar düşünüp de inanmazlar.
أَمْ عِندَهُمْ خَزَآئِنُ رَبِّكَ أَمْ هُمُ ٱلْمُصَۣيْطِرُونَ ﴿٣٧﴾
Yoksa onların yanında mı Rabbinin hazneleri, yoksa onlar sorumsuz bir saltanata mı sahip?
Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Yoksa üstün güç (herşeyin denetim ve yönetim) sahipleri kendileri midir?
em `indehüm ḫazâinü rabbike em hümü-lmüṣayṭirûn.
Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Yoksa onlar mı işe hakimdirler?
Yahut Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Ya da her şeye hakim olan kendileri midir?
Yoksa Rabbinin hazineleri onların mı yanındadır? Onlar mı kontrol etmektedirler?
Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Yahut hâkim (her şeyin yöneticisi) kendileri midir?
Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mı? Yoksa güç ve egemenlik sahibi onlar mı?
Yoksa Rabbinin hazineleri onların mı yanında? Yoksa kâinatı onlar mı yönetiyorlar?
Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Yahut hakim olan (her şeyi istedikleri gibi yöneten) kendileri midir?
أَمْ لَهُمْ سُلَّمٌۭ يَسْتَمِعُونَ فِيهِ ۖ فَلْيَأْتِ مُسْتَمِعُهُم بِسُلْطَٰنٍۢ مُّبِينٍ ﴿٣٨﴾
Yoksa merdivenleri var da gökten mi duyuyorlar? Öyleyse duyanları, apaçık bir delil göstersin.
Yoksa onların bir merdivenleri mi var (ki) onunla (yükselip en yüce makamda konuşulanları) dinliyorlar? Öyleyse, dinleyenleri açık bir delil getirsin.
em lehüm süllemüy yestemi`ûne fîh. felye'ti müstemi`uhüm bisülṭânim mübîn.
Yoksa, üzerine çıkıp vahiy dinledikleri bir merdivenleri mi var? Öyleyse, dinleyenleri açık bir delil getirsin.
Yoksa onların, üzerine çıkıp gizli sırları dinledikleri bir merdivenleri mi var? Öyleyse dinleyenleri, açık bir delil getirsinler.
Yoksa üzerine çıkıp (vahyi) dinledikleri bir merdivenleri mi var? Öyleyse dinleyicileri açık bir delil getirsin.
Yoksa kendilerine mahsus (üzerine çıkıp sırları) dinleyecekleri bir merdivenleri mi var? Öyleyse dinleyenleri, açık bir delil getirsin.
Yoksa onlara özgü bir merdiven var da onun üzerinde mi dinliyorlar? Eğer böyleyse, dinleyenleri açık bir kanıt getirsin.
Yoksa onların yükselmelerini sağlayan bir merdivenleri, kuleleri var da o sayede mi göklerin haberlerini dinliyorlar? Öyleyse o haber dinleyenleri kim ise, meleklerin sözlerini dinlediğine dair kesin bir delil getirsin!
Yoksa onların, (göğe çıkıp meleklerin sözlerini ve onlara vahyedileni) dinleyecekleri bir merdivenleri mi var? Öyleyse dinleyenleri, (meleklerin sözlerini dinlediklerine) açık bir delil getirsin.
أَمْ لَهُ ٱلْبَنَٰتُ وَلَكُمُ ٱلْبَنُونَ ﴿٣٩﴾
Yoksa kızlar onların da erkek evlatları sizin mi?
Yoksa kızlar O'nun da, erkek-çocuklar sizin mi?
em lehü-lbenâtü velekümü-lbenûn.
Demek kızlar Allah'ın, oğullar sizin öyle mi?
Yoksa kızlar O'nun, oğullar da sizin mi?
Yoksa kızlar O'na, oğullar size mi?
Demek kızlar O'na, oğullar size öyle mi?
Yoksa kızlar O'na, oğullar size mi?
Yoksa kız çocukları O'nun da, erkekler sizin mi?
Yoksa kızlar O'na, oğullar size mi?
أَمْ تَسْـَٔلُهُمْ أَجْرًۭا فَهُم مِّن مَّغْرَمٍۢ مُّثْقَلُونَ ﴿٤٠﴾
Yoksa onlardan ücret istiyorsun da bu yüzden ağır bir borca mı giriyorlar?
Yoksa sen onlardan bir ücret mi istiyorsun ki, haksız bir borçtan dolayı ağır bir yük altındalar?
em tes'elühüm ecran fehüm mim magramim müŝḳalûn.
Yahut sen onlardan bir ücret istiyorsun da onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar?
Yoksa sen kendilerinden bir ücret istiyorsun da, bu yüzden onlar ağır bir borç altında eziliyorlar mı?
Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da bu onlara ağır bir borç mu yüklüyor?
Yoksa sen kendilerinden bir ücret istiyorsun da, bu yüzden onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar?
Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da bir borç yüzünden onlar, yük altına mı giriyorlar?
Yoksa onlardan vahyi tebliğ, risalet ve irşad hizmetlerinden ötürü bir ücret istiyorsun da, onlar ağır bir borç yükü altında eziliyorlar mı?
Yoksa sen onlardan (vahiyleri duyurmana karşı) bir ücret istiyorsun da onlar, ağır bir borç yükü altında mı kalmışlardır?
أَمْ عِندَهُمُ ٱلْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبُونَ ﴿٤١﴾
Yoksa gizli şey, yanlarında da yazıyorlar mı?
Yoksa gayb (bilgisi) onların katında mıdır, böylece yazıp-duruyorlar?
em `indehümü-lgaybü fehüm yektübûn.
Veya, görülmeyeni bilmek kendilerine aittir de, onlar mı yazıyorlar?
Yoksa gayba ait bilgiler kendi yanlarında da, onlar mı yazıyorlar?
Yoksa gizemlerin bilgisine mi sahipler ve onu kendileri mi yazıyorlar?
Yoksa gayb kendilerinin yanında da onlar mı yazıyorlar?
Yoksa gayb yanlarında da yazıp duruyorlar mı?
Yoksa gayba dair bilgiler kendilerinin elinin altındadır da, onlar oradan istedikleri tarzda yazıp kopyalıyorlar mı?
Yoksa gayb (görülmeyen bilgi) kendilerinin yanındadır da kendileri mi (oradan istediklerini) yazıyorlar?
أَمْ يُرِيدُونَ كَيْدًۭا ۖ فَٱلَّذِينَ كَفَرُوا۟ هُمُ ٱلْمَكِيدُونَ ﴿٤٢﴾
Yoksa bir düzen mi kurmak istiyorlar? Asıl düzene uğrayıp cezalanacaklar, kafir olanlar.
Yoksa hileli-bir düzen mi kurmak istiyorlar? Fakat (asıl) ‘o inkar edenler hileli-düzene düşecek olanlardır.
em yürîdûne keydâ. felleẕîne keferû hümü-lmekîdûn.
Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Ama o tuzağa yakalanacak olanlar inkar edenlerdir.
Yahut bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Asıl tuzağa düşecek olanlar, inkar edenlerdir.
Yoksa bir planı mı uygulamak istiyorlar? Halbuki kafirlerin kendileri bir plana mahkum edilmiştir.
Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Fakat o küfredenlerin kendileri tuzağa düşeceklerdir.
Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Doğrusu şu ki, o inkâr edenlerin kendileri tuzağa yakalanmışlardır.
Yoksa onlar bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Şunu bilsinler ki: Asıl kapana kısılacak olanlar, o kâfirler olacaklar.
Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Asıl tuzağa düşecek olanlar, o inkar edenlerin kendileridir.
أَمْ لَهُمْ إِلَٰهٌ غَيْرُ ٱللَّهِ ۚ سُبْحَٰنَ ٱللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ ﴿٤٣﴾
Yoksa Allah'tan başka bir mabutları mı var? Şanı yücedir, münezzehtir Allah, şirk koşanların şirk koştukları şeylerden.
Yoksa onların, Allah'ın dışında başka bir ilahları mı var? Allah, onların şirk koştuklarından Yücedir.
em lehüm ilâhün gayru-llâh. sübḥâne-llâhi `ammâ yüşrikûn.
Yoksa Allah'tan başka bir tanrıları mı vardır? Allah, onların ortak koşmalarından münezzehtir.
Veya onların Allah'tan başka bir tanrısı mı var? Allah, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır.
Yoksa ALLAH'tan başka tanrıları mı vardır? ALLAH onların ortak koştuklarından yücedir.
Yoksa onların Allah'tan başka bir ilâhı mı var? Allah, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır.
Yoksa Allah'tan başka bir ilahları mı var? Uzaktır Allah, onların ortak koştuklarından.
Yoksa onların Allah'tan başka bir tanrıları mı var? Allah onların iddia ettikleri ortaklardan münezzeh ve yücedir.
Yoksa onların Allah'tan başka bir tanrısı mı var? Allah'ın şanı onların ortak koştuklarından yücedir.
وَإِن يَرَوْا۟ كِسْفًۭا مِّنَ ٱلسَّمَآءِ سَاقِطًۭا يَقُولُوا۟ سَحَابٌۭ مَّرْكُومٌۭ ﴿٤٤﴾
Gökten bir parçanın düştüğünü görseler, birbiri üstüne yığılmış bulut derler.
Eğer gökten bir parçanın düşmekte olduğunu görseler bile: \"Üst üste yığılmış bir buluttur.\" derler.
veiy yerav kisfem mine-ssemâi sâḳiṭay yeḳûlû seḥâbüm merkûm.
Gökten azap olarak düşen bir parça görseler: \"Bulut kümesidir\" derler.
Gökten düşen bir kütle görseler \"Üst üste yığılmış bulutlardır\" derler.
Gökten bir parçanın düştüğünü görseler, \"Bulut kümesidir!\" derler.
Gökten bir parçanın düştüğünü görseler, \"Üst üste yığılmış bulutlardır.\" derler.
Gökten bir parçanın düştüğünü görseler şöyle derler: \"Üstüste yığılmış bulutlar!\"
Şayet kendilerinin kötü bir maksatla istedikleri gibi gökten bir parçanın düştüğünü görseler, inatlarından ötürü “Bunlar üst üste yığılmış bulutlardır.” derler. Kendilerine ceza olarak gönderildiğini inkâr ederler.
Gökten bir parçanın düştüğünü görseler, (yine inatlarından): \"Üst üste yığılmış bulutlardır\" derler.
فَذَرْهُمْ حَتَّىٰ يُلَٰقُوا۟ يَوْمَهُمُ ٱلَّذِى فِيهِ يُصْعَقُونَ ﴿٤٥﴾
Artık bırak onları helak olacakları güne dek.
Öyleyse sen onları (en dayanılmaz azapla) çarpılacakları günlerine kavuşuncaya kadar bırak.
feẕerhüm ḥattâ yülâḳû yevmehümü-lleẕî fîhi yuṣ`aḳûn.
Çarpılacakları güne erişmelerine kadar onları bırak.
Artık çarpılacakları günlerine kavuşuncaya kadar onları kendi hallerine bırak.
Çarpılacakları günlerine kavuşuncaya kadar onları bırak.
Artık çarpılacakları günlerine kavuşuncaya kadar onları (kendi hallerine) bırak.
Bayılıp yere serilecekleri günlerine kavuşuncaya kadar bırak onları!
O halde sen onları, darbe yiyip çarpılacakları güne kadar kendi hallerine bırak!
Korkudan bayılacakları günlerine kavuşuncaya kadar bırak onları.
يَوْمَ لَا يُغْنِى عَنْهُمْ كَيْدُهُمْ شَيْـًۭٔا وَلَا هُمْ يُنصَرُونَ ﴿٤٦﴾
Bir gündür o gün ki düzenleri, onlardan hiçbir şeyi gideremez ve onlara yardım da edilmez.
O gün, ne hileli-düzenleri kendilerine herhangi bir şeyle yarar sağlayacak, ne yardım görecekler.
yevme lâ yugnî `anhüm keydühüm şey'ev velâ hüm yünṣarûn.
O gün, düzenleri kendilerine bir fayda vermez; yardım da görmezler.
O gün planları kendilerine hiçbir fayda vermez ve yardım da görmezler.
O gün, planları kendilerini hiç bir şeyden korumayacak ve yardım da görmeyeceklerdir.
O gün hiçbir tedbirlerinin kendilerine zerre kadar faydası olmayacak ve hiçbir şekilde yardım da görmeyeceklerdir.
O gün, tuzakları kendilerine bir yarar sağlamayacak; onlara yardım da edilmeyecek!
O gün hile ve tuzakları kendilerine asla fayda sağlamaz ve yardım da görmezler.
O gün, tuzakları kendilerine hiçbir yarar sağlamaz ve onlara yardım da edilmez.
وَإِنَّ لِلَّذِينَ ظَلَمُوا۟ عَذَابًۭا دُونَ ذَٰلِكَ وَلَٰكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ ﴿٤٧﴾
Ve şüphe yok ki zulmedenlere, bundan başka azap da var ve fakat çoğu bilmez.
Şüphesiz zulmedenlere bundan önce de bir azap vardır; ancak onların çoğu bilmiyorlar.
veinne lilleẕîne żalemû `aẕâben dûne ẕâlike velâkinne ekŝerahüm lâ ya`lemûn.
Zulmedenlere, şüphesiz, bundan başka da azap vardır; fakat onların çoğu bilmezler.
Şüphesiz zulmedenlere, ondan başka da azap vardır. Fakat çokları bilmezler.
Zulmedenlere bunun dışında bir ceza daha vardır, fakat çokları bilmezler.
Şüphesiz o zulmedenlere ondan başka da azab vardır. Fakat çokları bilmezler.
Zulmedenler için bundan başka bir azap da vardır. Fakat onların çokları bilmiyorlar.
Muhakkak ki o zalimlere bundan başka azap da vardır; fakat onların çoğu bunu bilmezler. [32,21]
Zulmedenlere, bundan başka bir azab da vardır. Fakat çokları bilmezler.
وَٱصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ فَإِنَّكَ بِأَعْيُنِنَا ۖ وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ حِينَ تَقُومُ ﴿٤٨﴾
Ve sabret Rabbinin hükmüne, gerçekten de gözümüzün altındasın sen ve Rabbine hamdederek tenzih et onu kalkınca.
Artık, Rabbinin hükmüne sabret; çünkü gerçekten sen, Bizim gözlerimizin önündesin. Ve her kalkışında Rabbini hamd ile tesbih et.
vaṣbir liḥukmi rabbike feinneke bia`yüninâ vesebbiḥ biḥamdi rabbike ḥîne teḳûm.
Rabbinin hükmü yerine gelinceye kadar sabret; doğrusu sen, Bizim nezaretimiz altındasın; kalkarken Rabbini överek tesbih et;
Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü sen gözlerimizin önündesin. Kalktığın zaman da Rabbini hamd ile tesbih et.
Rabbinin hükmü gerçekleşinceye kadar sabret sen gözlerimiz önündesin ve kalktığın zaman Rabbini överek yücelt.
Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü sen gözlerimizin önündesin. Kalktığın zaman Rabbini hamd ile tesbih et.
Rabbinin hükmüne sabret! Kuşkusuz, sen bizim gözlerimizin önündesin. Kalktığında, Rabbinin hamdiyle tespih et!
Rabbinin hükmü yerine gelinceye kadar sabret. Çünkü sen Bizim himayemiz altındasın. Namaza kalktığında Rabbini hamd ile tenzih et. Geceleyin de, gecenin sonunda yıldızların batışının ardından da O'na ibadet edip tenzih et.
Rabbinin hükmüne sabret, çünkü sen, gözlerimizin önündesin (korumamız altındasın), Kalktığın zaman Rabbini övgü ile an.
وَمِنَ ٱلَّيْلِ فَسَبِّحْهُ وَإِدْبَٰرَ ٱلنُّجُومِ ﴿٤٩﴾
Ve geceleyin de onu tenzih et ve yıldızların batacağı sırada da.
Gecenin bir bölümünde ve yıldızların batışının ardında da O'nu tesbih et.
vemine-lleyli fesebbiḥhü veidbâra-nnücûm.
Geceleyin ve yıldızlar kaybolurken de O'nu tesbih et.
Gecenin bir kısmında ve yıldızların batışından sonra da O'nu tesbih et.
Geceleyin ve yıldızlar kaybolurken O'nu yücelt.
Gecenin bir kısmında ve yıldızların batışında da O'nu tesbih et
Gecenin bir bölümünde ve yıldızların ardından da O'nu tespih et!
Rabbinin hükmü yerine gelinceye kadar sabret. Çünkü sen Bizim himayemiz altındasın. Namaza kalktığında Rabbini hamd ile tenzih et. Geceleyin de, gecenin sonunda yıldızların batışının ardından da O'na ibadet edip tenzih et.
Gecenin bir kısmında ve yıldızların ardından da O'nu tesbih et.