Setting
Surah The Pen [Al-Qalam] in Turkish
نٓ ۚ وَٱلْقَلَمِ وَمَا يَسْطُرُونَ ﴿١﴾
Nun, andolsun kaleme ve yazdıklarına.
Nun. Kaleme ve satır satır yazdıklarına andolsun.
nûn. velḳalemi vemâ yesṭurûn.
Nun; kalem ve onunla yazılanlara and olsun ki, sen Rabbinin nimetine uğramış bir kimsesin, deli (cinlenmiş) değilsin.
Nun. Kaleme ve (kalem tutanların) yazdıklarına andolsun ki,
NuN, kaleme ve yazdıklarına andolsun.
Nûn, Kaleme ve yazdıklarına andolsun.
Nûn! Yemin olsun kaleme ve satır satır yazdıklarına
Nûn. Kalem ve ehl-i kalemin satırlara dizdikleri ve dizecekleri şeyler hakkı için:
Nun. Kaleme ve (kalemle) yazdıklarına andolsun.
مَآ أَنتَ بِنِعْمَةِ رَبِّكَ بِمَجْنُونٍۢ ﴿٢﴾
Sen, Rabbinin nimeti sayesinde deli değilsin.
Sen, Rabbinin nimetiyle bir mecnun değilsin.
mâ ente bini`meti rabbike bimecnûn.
Nun; kalem ve onunla yazılanlara and olsun ki, sen Rabbinin nimetine uğramış bir kimsesin, deli (cinlenmiş) değilsin.
Sen -Rabbinin nimeti sayesinde- mecnun değilsin.
Sen Rabbinin nimetiyle delirmiş değilsin.
Sen Rabbinin nimetiyle mecnun değilsin.
Ki sen, cin tasallutuna uğramış değilsin; Rabbinin nimeti sayesinde,
Rabbinin lütfuyla, deli değilsin.
Sen, Rabbinin ni'metiyle cinlenmiş (deli) değilsin.
وَإِنَّ لَكَ لَأَجْرًا غَيْرَ مَمْنُونٍۢ ﴿٣﴾
Ve sana, tükenmez, minnetsiz bir mükafat var.
Gerçekten senin için kesintisi olmayan bir ecir vardır.
veinne leke leecran gayra memnûn.
Doğrusu sana kesintisiz bir ecir vardır.
Hiç şüphesiz senin için bitip tükenmeyen bir mükafat vardır.
Senin için kesintisiz bir ödül vardır.
Kuşkusuz senin için tükenmez bir ecir var.
Senin için kesintisiz bir ödül var.
Hem senin ecrin, mükâfatın hiç kesilmez! [11,108; 95,6; 41,8]
Senin için kesintisiz bir mükafat vardır.
وَإِنَّكَ لَعَلَىٰ خُلُقٍ عَظِيمٍۢ ﴿٤﴾
Ve şüphe yok ki sen, pek büyük bir ahlaka sahipsin elbette.
Ve şüphesiz sen, pek büyük bir ahlak üzerindesin.
veinneke le`alâ ḫulüḳin `ażîm.
Şüphesiz sen büyük bir ahlaka sahipsindir.
Ve sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.
Kuşkusuz sen güçlü bir karaktere sahipsin.
Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.
Ve gerçekten sen, çok büyük bir ahlak üzerindesin.
Ve sen pek yüksek bir ahlâk üzerindesin! [33,21]
Ve sen, büyük bir ahlak üzerindesin.
فَسَتُبْصِرُ وَيُبْصِرُونَ ﴿٥﴾
Yakında sen de görürsün ve onlar da görürler.
Artık yakında göreceksin ve onlar da görecekler.
fesetübṣiru veyübṣirûn.
Hanginizin aklından zoru olduğunu yakında sen de göreceksin, onlar da görecekler.
(Sen de) göreceksin, onlar da görecekler,
Sen de göreceksin, onlar da görecekler;
Sen de göreceksin, onlar da görecek.
Yakında göreceksin, onlar da görecekler,
Yakında göreceksin, onlar da görecekler.
(Sen de) Göreceksin, onlar da görecekler;
بِأَييِّكُمُ ٱلْمَفْتُونُ ﴿٦﴾
Deliliğe uğramış hanginiz?
Sizden, hanginizin 'fitneye tutulup-çıldırdığını.'
bieyyikümü-lmeftûn.
Hanginizin aklından zoru olduğunu yakında sen de göreceksin, onlar da görecekler.
Hanginizde delilik olduğunu yakında.
Hanginizin şaşkın olduğunu.
Hanginizde imiş o fitne ve cinnet.
Hanginizmiş fitneye tutulan, deliren!
Hanginizde imiş o dertler, o delilikler.
Hanginizin fitnelenmiş (cin çarpmış delirmiş) olduğunu.
إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَن ضَلَّ عَن سَبِيلِهِۦ وَهُوَ أَعْلَمُ بِٱلْمُهْتَدِينَ ﴿٧﴾
Şüphe yok ki Rabbin, kendi yolundan sapanı da daha iyi bilir ve o, doğru yolu bulanları da daha iyi bilir.
Elbette senin Rabbin, kimin Kendi yolundan şaşırıp-saptığını daha iyi bilendir; ve kimin hidayete erdiğini de daha iyi bilendir.
inne rabbeke hüve a`lemü bimen ḍalle `an sebîlih. vehüve a`lemü bilmühtedîn.
Doğrusu senin Rabbin, yolundan sapıtanları çok iyi bilir; O, doğru yolda olanları da çok iyi bilir.
Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapan kişiyi en iyi bilendir, hidayete erenleri de en iyi bilen O'dur
Rabbin, kimin yolundan sapmış olduğunu da en iyi bilir, doğru yolda olanları da en iyi bilir.
Doğrusu Rabbin, yolundan sapanı en iyi bilendir. Hidayete ereni de en iyi bilen O'dur.
Senin Rabbin, evet O'dur kendi yolundan kimin saptığını en iyi bilen. Ve O'dur kimin doğruya ve güzele kılavuzlandığını en iyi bilen.
Senin Rabbin şüphesiz pek iyi bilir:Allah yolundan sapanlar kimdir ve O'nun yolunu tutanlar kimdir.
Şüphesiz Rabbin, kim(ler)in kendi yolundan saptığını ve kimlerin yolda olduğunu en iyi bilen O'dur.
فَلَا تُطِعِ ٱلْمُكَذِّبِينَ ﴿٨﴾
Artık yalanlayanlara itaat etme.
Şu halde yalanlayanlara itaat etme.
felâ tüṭi`i-lmükeẕẕibîn.
Bundan böyle, yalanlayanlara itaat etme;
O halde, (hakikati) yalan sayanlara boyun eğme!
Öyleyse yalanlayanlara uyma.
O halde, yalanlayıcılara itaat etme.
O halde, yalanlayanlara itaat etme!
O halde, hakkı yalan sayanların, sözlerine sakın uyma.
Öyleyse yalanlayanlara ita'at etme.
وَدُّوا۟ لَوْ تُدْهِنُ فَيُدْهِنُونَ ﴿٩﴾
Onlara yumuşaklık göstermeni arzularlar, öyle hareket etsen onlar da yumuşaklık gösterirler.
Onlar, senin kendilerine yaranmanı (uzlaşmanı) arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp-uzlaşacaklardı.
veddû lev tüdhinü feyüdhinûn.
(Onlar sana indirilen ayetlerden beğenmediklerini bırakman suretiyle senin) kendilerine yumuşak davranmanı isterler; böyle yapsan, onlar da seni över, yumuşak davranırlar.
Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.
Kendilerinin ödün verip uzlaşabilmesi için senin de ödün verip uzlaşmanı istediler.
Onlar istediler ki yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.
İstediler ki sen, alttan alıp gevşek davranasın/yağcılık edesin de onlar da yağcılık etsinler/yumuşaklık göstersinler.
İsterler ki sen gevşeyesin de, böylece kendileri de yumuşasınlar.
İstediler ki, sen yağcılık yapasın da onlar da yağcılık yapsınlar (sana yumuşak davransınlar).
وَلَا تُطِعْ كُلَّ حَلَّافٍۢ مَّهِينٍ ﴿١٠﴾
Ve itaat etme çok yemin edenlerin, reyinde isabet bulunmayanların hiçbirine.
Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran, aşağılık,
velâ tüṭi` külle ḥallâfim mehîn.
Diliyle iğneleyen, kovuculuk eden, iyiliği daima önleyen, aşırı giden, suç işleyen, çok yemin eden alçak zorbaya, bütün bunlar dışında bir de soysuzlukla damgalanmış kimseye, mal ve oğulları vardır diye aldırış etmeyesin.
Şunların hiçbirine itaat etme: yemin edip duran, aşağılık,
Şunların hiçbirine uyma: yemin edip duran, aşağılık,
Şunların hiçbirine boyun eğme: Yemin edip duran aşağılık,
Şunların hiçbirine eğilme, uyma: Çok yemin eden, bayağı-alçak,
Sakın uyma: Servet ve hanedan sahibi diye, o bol bol yemin eden, değersiz adama! O gammaz, söz gezdiren, hayrın önünü kesene, o saldırgana, günaha dadanmışa! Şerefsiz, kaba, hem de soysuz olana! Kendisine âyetlerimiz okunduğunda “Bu eski insanların masalları!” diyene, yakında onun burnunu dağlayıp damga basarız. [74,11-26; 6,25; 8,31; 46,17]
Şunların hiçbirine ita'at etme: Yemin edip duran aşağılık,
هَمَّازٍۢ مَّشَّآءٍۭ بِنَمِيمٍۢ ﴿١١﴾
Ayıp arayan, kovucu ve söz getirip götürücüyle.
Alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip götüren (gizlilik içinde söz ve haber taşıyan),
hemmâzim meşşâim binemîm.
Diliyle iğneleyen, kovuculuk eden, iyiliği daima önleyen, aşırı giden, suç işleyen, çok yemin eden alçak zorbaya, bütün bunlar dışında bir de soysuzlukla damgalanmış kimseye, mal ve oğulları vardır diye aldırış etmeyesin.
(Herkesi) kötüleğen, söz götürüp getiren,
İftiracı, söz götürüp getiren,
Daima kusur arayıp kınayan, hep lâf götürüp getiren,
Alaycı/gammaz, koğuculuk için dolaşıp duran,
Sakın uyma: Servet ve hanedan sahibi diye, o bol bol yemin eden, değersiz adama! O gammaz, söz gezdiren, hayrın önünü kesene, o saldırgana, günaha dadanmışa! Şerefsiz, kaba, hem de soysuz olana! Kendisine âyetlerimiz okunduğunda “Bu eski insanların masalları!” diyene, yakında onun burnunu dağlayıp damga basarız. [74,11-26; 6,25; 8,31; 46,17]
Kötüleyip duran, söz götürüp getiren,
مَّنَّاعٍۢ لِّلْخَيْرِ مُعْتَدٍ أَثِيمٍ ﴿١٢﴾
Hayrı tamamıyla meneden haddini aşmış suçluya.
Hayrı engelleyip sürdüren, saldırgan, olabildiğince günahkar,
mennâ`il lilḫayri mü`tedin eŝîm.
Diliyle iğneleyen, kovuculuk eden, iyiliği daima önleyen, aşırı giden, suç işleyen, çok yemin eden alçak zorbaya, bütün bunlar dışında bir de soysuzlukla damgalanmış kimseye, mal ve oğulları vardır diye aldırış etmeyesin.
Hayra engel olan, mütecaviz ve saldırgan günahkar,
İyiliğe ve yardıma engel olan, saldırgan, günahkar.
Hayra engel olan, saldırgan, günahkâr,
Hayrı engelleyen, sınır tanımaz-saldırgan, günaha batmış,
Sakın uyma: Servet ve hanedan sahibi diye, o bol bol yemin eden, değersiz adama! O gammaz, söz gezdiren, hayrın önünü kesene, o saldırgana, günaha dadanmışa! Şerefsiz, kaba, hem de soysuz olana! Kendisine âyetlerimiz okunduğunda “Bu eski insanların masalları!” diyene, yakında onun burnunu dağlayıp damga basarız. [74,11-26; 6,25; 8,31; 46,17]
Hayra engel olan, saldırgan, günahkar,
عُتُلٍّۭ بَعْدَ ذَٰلِكَ زَنِيمٍ ﴿١٣﴾
Ayrıca da çirkin ve kötü huylu soysuza.
Zorba-saygısız, sonra da kulağı kesik;
`utüllim ba`de ẕâlike zenîm.
Diliyle iğneleyen, kovuculuk eden, iyiliği daima önleyen, aşırı giden, suç işleyen, çok yemin eden alçak zorbaya, bütün bunlar dışında bir de soysuzlukla damgalanmış kimseye, mal ve oğulları vardır diye aldırış etmeyesin.
Kaba ve kötülükle damgalı,
İnsafsız ve sahtekar.
Kaba ve haşin, sonra da kötülükle damgalı,
Kaba/obur, bütün bunlardan sonra da soyu bozuk, kötülükle damgalı.
Sakın uyma: Servet ve hanedan sahibi diye, o bol bol yemin eden, değersiz adama! O gammaz, söz gezdiren, hayrın önünü kesene, o saldırgana, günaha dadanmışa! Şerefsiz, kaba, hem de soysuz olana! Kendisine âyetlerimiz okunduğunda “Bu eski insanların masalları!” diyene, yakında onun burnunu dağlayıp damga basarız. [74,11-26; 6,25; 8,31; 46,17]
Kaba, sonra da kötülükle damgalı,
أَن كَانَ ذَا مَالٍۢ وَبَنِينَ ﴿١٤﴾
Malmülk ve evlat sahibi bile olsa.
Mal (servet) ve çocuklar sahibi oldu diye,
en kâne ẕâ mâliv vebenîn.
Diliyle iğneleyen, kovuculuk eden, iyiliği daima önleyen, aşırı giden, suç işleyen, çok yemin eden alçak zorbaya, bütün bunlar dışında bir de soysuzlukla damgalanmış kimseye, mal ve oğulları vardır diye aldırış etmeyesin.
Mal ve oğullar sahibi olmuş diye (böyle yolunu şaşırmış)
Mal ve çocuk sahibidir diye (onlara uyma).
Mal ve oğulları var diye (böyle davranır).
Mal ve oğullar sahibi olmuş da ne olmuş?
Sakın uyma: Servet ve hanedan sahibi diye, o bol bol yemin eden, değersiz adama! O gammaz, söz gezdiren, hayrın önünü kesene, o saldırgana, günaha dadanmışa! Şerefsiz, kaba, hem de soysuz olana! Kendisine âyetlerimiz okunduğunda “Bu eski insanların masalları!” diyene, yakında onun burnunu dağlayıp damga basarız. [74,11-26; 6,25; 8,31; 46,17]
Mal ve oğullar sahibi olmuş diye (yolunu şaşırmış).
إِذَا تُتْلَىٰ عَلَيْهِ ءَايَٰتُنَا قَالَ أَسَٰطِيرُ ٱلْأَوَّلِينَ ﴿١٥﴾
Ona ayetlerimizi okuyunca eskilere ait masallar dedi.
Kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman: \"(Bunlar) Eskilerin uydurma masallarıdır\" diyen.
iẕâ tütlâ `aleyhi âyâtünâ ḳâle esâṭîru-l'evvelîn.
Ayetlerimiz ona okunduğu zaman: \"Öncekilerin masalları\" der.
Ona ayetlerimiz okunduğu zaman o, \"Öncekilerin masalları!\" der.
Ayetlerimiz kendisine okunduğu zaman, \"Efsane\" der.
Kendisine âyetlerimiz okunduğunda: \"Eskilerin masalları\" der.
Ayetlerimiz ona okunduğunda şöyle der: \"Daha öncekilerin masalları!\"
Sakın uyma: Servet ve hanedan sahibi diye, o bol bol yemin eden, değersiz adama! O gammaz, söz gezdiren, hayrın önünü kesene, o saldırgana, günaha dadanmışa! Şerefsiz, kaba, hem de soysuz olana! Kendisine âyetlerimiz okunduğunda “Bu eski insanların masalları!” diyene, yakında onun burnunu dağlayıp damga basarız. [74,11-26; 6,25; 8,31; 46,17]
Kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman: \"Eskilerin masalları\" der.
سَنَسِمُهُۥ عَلَى ٱلْخُرْطُومِ ﴿١٦﴾
Büyüyüp bir hortuma dönen burnuna, yakında bir damga vururuz.
Yakında Biz onun hortumu (burnu) üzerine damga vuracağız.
senesimühû `ale-lḫurṭûm.
Onun havada olan burnunu yakında yere sürteceğiz.
Biz yakında onun burnuna damga vuracağız (kibirini kırıp rezil edeceğiz).
Onun burnunu işaretliyeceğiz.
Yakında biz onu hortumunun (burnunun) üzerinden damgalayacağız.
Yakında biz onun hortumu üzerine damga basacağız/burnunu sürteceğiz.
Sakın uyma: Servet ve hanedan sahibi diye, o bol bol yemin eden, değersiz adama! O gammaz, söz gezdiren, hayrın önünü kesene, o saldırgana, günaha dadanmışa! Şerefsiz, kaba, hem de soysuz olana! Kendisine âyetlerimiz okunduğunda “Bu eski insanların masalları!” diyene, yakında onun burnunu dağlayıp damga basarız. [74,11-26; 6,25; 8,31; 46,17]
Biz onu burnunun üzerine damga vurup işaretleyeceğiz.
إِنَّا بَلَوْنَٰهُمْ كَمَا بَلَوْنَآ أَصْحَٰبَ ٱلْجَنَّةِ إِذْ أَقْسَمُوا۟ لَيَصْرِمُنَّهَا مُصْبِحِينَ ﴿١٧﴾
Ve biz, onları açlıkla, kıtlıkla sınarız, nitekim o bahçe sahiplerini de sınamıştık; hani, sabahleyin erkenden, bahçelerindeki mahsulü kesmeye ant içmişlerdi.
Gerçek şu ki, Biz o bahçe sahiplerine bela verdiğimiz gibi, bunlara da bela verdik. Hani onlar, sabah vakti (erkenden ve kimseye haber vermeden) onu (bahçeyi) mutlaka devşireceklerine dair and içmişlerdi.
innâ belevnâhüm kemâ belevnâ aṣḥâbe-lcenneh. iẕ aḳsemû leyaṣrimünnehâ muṣbiḥîn.
Biz bunları, vaktiyle bahçe sahiplerini denediğimiz gibi denedik. Sahipleri daha sabah olmadan, bahçeyi devşireceklerine bir istisna payı bırakmaksızın yemin etmişlerdi.
Biz, vaktiyle \"bahçe sahipleri\" ne bela verdiğimiz gibi, onlara da bela verdik. Hani onlar (bahçe sahipleri), sabah olurken (kimse görmeden) onu (mahsullerini) devşireceklerine yemin etmişlerdi.
Onları sınadık; tıpkı bahçe sahiplerini sınadığımız gibi. Sabahleyin devşireceklerine yemin etmişlerdi.
Biz onlara da belâ verdik, bahçe sahiplerine verdiğimiz gibi. Hani onlar sabah olunca bahçeyi mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi.
Biz onları, o bahçe sahiplerini belalandırdığımız gibi belalandırdık. Hani, onlar sabaha çıktıklarında, bahçeyi mutlaka kesip biçeceklerine yemin etmişlerdi.
Biz tıpkı o bahçe sahiplerini sınadığımız gibi, bunları da sınadık.Onlar sabah erken mahsulü devşireceklerini yeminle pekiştirip kesin söylemiş, (inşaallah dememiş), Allah'ın iznine bağlamamışlardı. Ayrıca fakirlerin payını düşünmemişlerdi.
Biz bunlara da bela verdik, şu bahçe sahiplerine bela verdiğimiz gibi: Hani onlar, sabah olunca bahçeyi mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi.
وَلَا يَسْتَثْنُونَ ﴿١٨﴾
Ve Tanrı dilerse de dememişlerdi.
(Bu konuda) Hiçbir istisna yapmıyorlardı.
velâ yesteŝnûn.
Biz bunları, vaktiyle bahçe sahiplerini denediğimiz gibi denedik. Sahipleri daha sabah olmadan, bahçeyi devşireceklerine bir istisna payı bırakmaksızın yemin etmişlerdi.
Onlar istisna da etmiyorlardı.
Bundan hiç bir kuşkuları yoktu.
İstisna da etmiyorlardı (\"inşaallah\" demiyorlardı).
Hiçbir istisna tanımıyorlardı.
Biz tıpkı o bahçe sahiplerini sınadığımız gibi, bunları da sınadık.Onlar sabah erken mahsulü devşireceklerini yeminle pekiştirip kesin söylemiş, (inşaallah dememiş), Allah'ın iznine bağlamamışlardı. Ayrıca fakirlerin payını düşünmemişlerdi.
İstisna da etmiyorlar(Allah dilerse biçeriz demiyorlar)dı.
فَطَافَ عَلَيْهَا طَآئِفٌۭ مِّن رَّبِّكَ وَهُمْ نَآئِمُونَ ﴿١٩﴾
Halbuki bahçenin üstünde, Rabbinden gelen bir felaket dolaşmadaydı ki onlar uyuyorlardı.
Fakat onlar, uyuyorlarken, Rabbin tarafından dolaşıp-gelen bir bela' onun üstünü sarıp-kuşatıverdi.
feṭâfe `aleyhâ ṭâifüm mir rabbike vehüm nâimûn.
Ama onlar daha uykudayken Rabbinin katından gönderilen bir salgın o bahçeyi sarıvermişti de bahçe kapkara kesilmişti.
Fakat onlar daha uykudayken Rabbinin katından (gönderilen) kuşatıcı bir afet (ateş) bahçeyi sarıverdi de,
Onlar uykudayken Rabbin tarafından gönderilen bir ziyaretçi (fırtına) bahçelerini ziyaret etti.
Fakat onlar uyurken dolaşıcı bir belâ onu sardı da,
Ama onlar uyumaktayken, Rabbinden gelen bir dolaşıcı bahçeyi dolaştı da,
Fakat onlar henüz uykuda iken, Rabbin tarafından gönderilen bir afet bahçeyi kapladı. Bahçe sabahleyin siyah kül haline geliverdi. {KM, Tekvin 32,3; II Samuel 24,16; II Tarihler 32,21}
Fakat onlar uyurlarken hemen (gönderilen) dolaşıcı bir bela, onu sardı da,
فَأَصْبَحَتْ كَٱلصَّرِيمِ ﴿٢٠﴾
Derken bahçe, bütün mahsulü kesilip biçilmiş, kupkuru çorak bir yere, bir çöle dönmüştü.
Sonunda (bahçe) kökünden kuruyup-kapkara kesildi.
feaṣbeḥat keṣṣarîm.
Ama onlar daha uykudayken Rabbinin katından gönderilen bir salgın o bahçeyi sarıvermişti de bahçe kapkara kesilmişti.
Bahçe kapkara kesildi.
Ve bahçe meyvesiz kalmıştı.
Bahçe simsiyah kesiliverdi.
O, simsiyah kesiliverdi.
Fakat onlar henüz uykuda iken, Rabbin tarafından gönderilen bir afet bahçeyi kapladı. Bahçe sabahleyin siyah kül haline geliverdi. {KM, Tekvin 32,3; II Samuel 24,16; II Tarihler 32,21}
Bahçe simsiyah kesiliverdi.
فَتَنَادَوْا۟ مُصْبِحِينَ ﴿٢١﴾
Sabahleyin birbirlerine sesleniyorlardı.
Nihayet sabah vakti birbirlerine seslendiler.
fetenâdev muṣbiḥîn.
Sabah erken: \"Ürünlerinizi devşirecekseniz erken çıkın\" diye birbirlerine seslendiler.
Sabah olurken birbirlerine seslendiler.
Sabahleyin birbirlerine seslendiler:
Derken sabahleyin birbirlerine seslendiler:
Sabaha çıktıklarında birbirlerine seslendiler:
Onlar ise olup bitenden habersiz, neşeli neşeli birbirlerine seslendiler: “Haydi, mâdem devşireceksiniz, çabuk ekininizin başına!”
Sabahleyin birbirlerine seslendiler:
أَنِ ٱغْدُوا۟ عَلَىٰ حَرْثِكُمْ إِن كُنتُمْ صَٰرِمِينَ ﴿٢٢﴾
Mahsulünüzü kesip devşirecekseniz erkence koşun, gidin.
\"Eğer ürününüzü devşirecekseniz erkence kalkıp-çıkın.\"
eni-gdû `alâ ḥarŝiküm in küntüm ṣârimîn.
Sabah erken: \"Ürünlerinizi devşirecekseniz erken çıkın\" diye birbirlerine seslendiler.
\"Madem devşireceksiniz, hadi erkenden mahsülünüzün başına gidin!\" diye.
\"Devşirecekseniz, haydi ekinlerinize erken varın.\"
\"Haydi, devşirecekseniz erkenden ekininize gidin\" diye.
\"Hadi, eğer biçecekseniz ekininize erken gidin.\"
Onlar ise olup bitenden habersiz, neşeli neşeli birbirlerine seslendiler: “Haydi, mâdem devşireceksiniz, çabuk ekininizin başına!”
Haydi devşirecekseniz erkenden ekininize gidin diye.
فَٱنطَلَقُوا۟ وَهُمْ يَتَخَٰفَتُونَ ﴿٢٣﴾
Derken yola düştüler ve birbirlerine de gizlice diyorlardı ki.
Derken, aralarında fısıldaşarak çıkıp-gittiler:
fenṭaleḳû vehüm yeteḫâfetûn.
\"Bugün orada, hiçbir düşkün kimse yanımıza sokulmasın\" diye gizli gizli konuşarak yürüyorlardı.
Derken yürüyorlardı; fısıldaşıyorlardı.
Derken yola çıktılar, aralarında konuşuyorlardı.
Derken fırladılar, aralarında fısıldaşıyorlardı.
Yola koyuldular. Aralarında fısıldaşıyorlardı:
Hemen yola koyuldular. Bir taraftan da aralarında şöyle fiskos ediyorlardı: “Sakın, bugün yanımıza fakir fukara gelmesin, onların bahçeye girmelerine hiç imkân vermeyin!”
Derken yürüdüler; fısıldaşıyorlardı:
أَن لَّا يَدْخُلَنَّهَا ٱلْيَوْمَ عَلَيْكُم مِّسْكِينٌۭ ﴿٢٤﴾
Bugün hiçbir yoksula yol vermeyin, yanınıza gelmesin sakın.
\"Bugün sakın oraya hiçbir yoksul girip de karşınıza çıkmasın.\"
el lâ yedḫulennehe-lyevme `aleyküm miskîn.
\"Bugün orada, hiçbir düşkün kimse yanımıza sokulmasın\" diye gizli gizli konuşarak yürüyorlardı.
\"Sakın bugün hiçbir yoksul bahçeye girip yanınıza sokulmasın\"diye.
\"Sakın, bugün hiçbir yoksul oraya yanınıza girmesin.\"
\"Sakın bugün hiçbir yoksul bahçeye girip yanınıza sokulmasın\" diyorlardı.
\"Hey! Bugün oraya bir yoksul girip yanınıza gelmesin!\"
Hemen yola koyuldular. Bir taraftan da aralarında şöyle fiskos ediyorlardı: “Sakın, bugün yanımıza fakir fukara gelmesin, onların bahçeye girmelerine hiç imkân vermeyin!”
Sakın, bugün hiçbir yoksul bahçeye girip yanınıza sokulmasın diye.
وَغَدَوْا۟ عَلَىٰ حَرْدٍۢ قَٰدِرِينَ ﴿٢٥﴾
Ve kendilerini, yoksulları men etmeye güçleri yeter sanarak erkenden gittiler.
(Yoksulları) Engellemeye güçleri yetebilirmiş gibi erkenden gittiler.
vegadev `alâ ḥardin ḳâdirîn.
Yoksullara yardım etmeye güçleri yeterken böyle konuşarak erkenden gittiler.
(Evet yoksullara yardıma) güçleri yettiği halde, onları yardımdan mahrum etmek niyet ve azmi ile erkenden yola düştüler.
Sonuçtan emin bir halde erken vardılar.
(Zanlarınca yoksulları) engellemeye güçleri yeterek erkenden gittiler.
Sadece engellemeye, şiddete güçleri yeten kişiler olarak erkenden vardılar.
Yoksulları engelleme azmi içinde ilerlediler.
Devşirebileceklerini umarak erkenden gittiler.
فَلَمَّا رَأَوْهَا قَالُوٓا۟ إِنَّا لَضَآلُّونَ ﴿٢٦﴾
Bahçeyi görünce gerçekten de dediler, elbette yolumuzu şaşırdık.
Ama onu görünce: \"Muhakkak biz (gideceğimiz yeri) şaşırmışız\" dediler.
felemmâ raevhâ ḳâlû innâ leḍâllûn.
Bahçeyi gördüklerinde: \"Herhalde yolumuzu şaşırmış olacağız; belki de biz yoksun bırakıldık\" dediler.
Fakat bahçeyi gördüklerinde: Mutlaka yolumuzu şaşırmış olmalıyız! dediler.
Fakat bahçeyi görünce, \"Biz yolu şaşırdık,\" dediler.
Fakat bahçeyi gördüklerinde: \"Biz herhalde yanlış gelmişiz\" dediler.
Fakat bahçeyi görünce: \"Yahu, biz yanlış gelmişiz.\" dediler!
Bahçeyi görünce: apışıp kaldılar. “Galiba yolu şaşırdık, yanlış yere geldik!” dediler.
Fakat bahçeyi görünce: \"Herhalde biz yolu şaşırdık.\" dediler.
بَلْ نَحْنُ مَحْرُومُونَ ﴿٢٧﴾
Hayır dediler, biz mahrum olup gitmişiz.
\"Hayır, biz (herşeyden ve bütün servetimizden) yoksun bırakıldık.\"
bel naḥnü maḥrûmûn.
Bahçeyi gördüklerinde: \"Herhalde yolumuzu şaşırmış olacağız; belki de biz yoksun bırakıldık\" dediler.
Yok yok, doğrusu biz mahrum bırakılmışız!
\"Yok, doğrusu biz yoksun bırakıldık.\"
\"Yok, biz mahrum edilmişiz.\" (dediler).
\"Hayır, hayır! Biz mahrum edilenleriz.\"
Çok geçmeden işi anlayınca: “Hayır! dediler, Doğrusu felakete uğramışız!”
Hayır, doğrusu biz mahrum bırakıldık!
قَالَ أَوْسَطُهُمْ أَلَمْ أَقُل لَّكُمْ لَوْلَا تُسَبِّحُونَ ﴿٢٨﴾
İçlerinden en iyileri, ben demedim miydi size dedi, mabudunuzu tenzih etseniz ne olurdu.
(İçlerinde) Mutedil olan biri dedi ki: \"Ben size dememiş miydim? (Allah'ı) Tesbih edip yüceltmeniz gerekmez miydi?\"
ḳâle evseṭuhüm elem eḳul leküm levlâ tüsebbiḥûn.
Ortancaları: \"Ben size Allah'ı anmanız gerekmez mi, dememiş miydim?\" dedi.
İçlerinden en makul olanı şöyle dedi: Ben size \"Rabbinizi tesbih etsenize\" dememiş miydim?
Ortancaları (erdemlileri), \"Ben size demedim mi? Rabbinizi yüceltmeniz gerekmez miydi?\" dedi.
İçlerinde en makul olanı şöyle dedi: \"Ben size Rabbinizi tesbih etsenize dememiş miydim?\"
Ortancaları/ılımlı olanı şöyle dedi: \"Ben size söylemedim mi? Tespih etseydiniz ya!\"
En makul olanları ise: “Ben size Allah'ı zikretmenizi söylememiş miydim!” dedi.
Orta(yolda giden iyi)leri: \"Ben size demedim mi? Rabbinizi tesbih etmeniz gerekmez miydi?\" dedi.
قَالُوا۟ سُبْحَٰنَ رَبِّنَآ إِنَّا كُنَّا ظَٰلِمِينَ ﴿٢٩﴾
Dediler ki: Şanı yücedir Rabbimizin, gerçekten de zalimlerden olduk biz.
Dediler ki: \"Rabbimiz Seni tesbih eder, yüceltiriz; gerçekten bizler zalim imişiz.\"
ḳâlû sübḥâne rabbinâ innâ künnâ żâlimîn.
\"Rabbimizi tenzih ederiz; doğrusu biz yazık etmiştik\" dediler.
Rabbimizi tesbih ederiz; doğrusu biz (kendi kendimize) yazık etmişiz, dediler.
Dediler ki, \"Rabbimiz yücedir. Biz zalimler imişiz.\"
\"Rabbimizi tesbih ederiz, doğrusu biz zalimler imişiz.\" (dediler).
O zaman dediler ki: \"Tespih ederiz seni, ey Rabbimiz! Gerçekten biz zalimler olduk.\"
Bunun üzerine “Sübhansın ya Rabbenâ, her türlü noksandan uzaksın! Doğrusu biz kendimize zulmetmişiz!” deyip, birbirlerini kınamaya başladılar.
Rabbimizi tesbih ederiz, doğrusu biz zulmedenlermişiz! dediler.
فَأَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلَىٰ بَعْضٍۢ يَتَلَٰوَمُونَ ﴿٣٠﴾
Bir birlerine dönerek birbirlerini kınamaya başladılar.
Şimdi birbirlerine karşı kendilerini kınamaya başladılar.
feaḳbele ba`ḍuhüm `alâ ba`ḍiy yetelâvemûn.
Birbirlerini yermeye başladılar.
Ardından, kabahati birbirlerine yüklemeye başladılar.
Ve hemen birbirlerini suçlamaya başladılar.
Ardından suçu birbirlerine yüklemeye başladılar.
Bunun üzerine birbirlerini kınamaya başladılar.
Bunun üzerine “Sübhansın ya Rabbenâ, her türlü noksandan uzaksın! Doğrusu biz kendimize zulmetmişiz!” deyip, birbirlerini kınamaya başladılar.
Dönüp birbirlerini kınamağa başladılar:
قَالُوا۟ يَٰوَيْلَنَآ إِنَّا كُنَّا طَٰغِينَ ﴿٣١﴾
Yazıklar olsun bize dediler, gerçekten de azmışız biz.
\"Yazıklar bize, gerçekten bizler azgınmışız\" dediler.
ḳâlû yâ veylenâ innâ künnâ ṭâgîn.
Sonra şöyle dediler: \"Yazıklar olsun bize; doğrusu azgınlık edenlerdendik.\"
(Nihayet) şöyle dediler: Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgın kişilermişiz.
Dediler ki, \"Yazıklar olsun bize. Azgınmışız.\"
Yazıklar olsun bize, dediler, biz azgınlarmışız.
\"Yazıklar olsun bize, dediler, biz gerçekten azgınlarmışız!\"
“Yazıklar olsun bize, ne azgın kimselermişiz!”
Yazık bize, dediler, biz azgınlarmışız!
عَسَىٰ رَبُّنَآ أَن يُبْدِلَنَا خَيْرًۭا مِّنْهَآ إِنَّآ إِلَىٰ رَبِّنَا رَٰغِبُونَ ﴿٣٢﴾
Umulur ki Rabbimiz, onun yerine bize daha da hayırlısını verir, gerçekten de biz, Rabbimizi dilemede, ondan istemedeyiz.
\"Belki Rabbimiz, onun yerine daha hayırlısını verir; şüphesiz biz, yalnızca Rabbimiz'e rağbet eden kimseleriz.\"
`asâ rabbünâ ey yübdilenâ ḫayram minhâ innâ ilâ rabbinâ râgibûn.
\"Belki Rabbimiz bize bundan daha iyisini verir; doğrusu artık, Rabbimizden dilemekteyiz.\"
Belki Rabbimiz bize bunun yerine daha iyisini verir. Çünkü biz (artık) Rabbimizi(O'nun hoşnutluğunu) arzuluyoruz.
\"Belki Rabbimiz bize daha iyisini verir. Biz Rabbimize dönüyoruz.\"
Ola ki Rabbimiz bize onun yerine daha hayırlısını verir. Biz Rabbimize yönelir, ondan umarız.
\"Umarız, Rabbimiz bize onun yerine daha hayırlısını verir. Biz de her şeyimizle Rabbimize yöneliriz.\"
Olur ki Rabbimiz bize onun yerine daha hayırlısını verir. Biz Rabbimizin rahmetini arzu ediyor, O'na dönüyoruz.”
Belki Rabbimiz, bize onun yerine ondan daha iyisini verir. Biz Rabbimize yönelir, O'ndan umarız. It may be that our Lord will give us better than this in place thereof. Lo! we beseech our Lord.
كَذَٰلِكَ ٱلْعَذَابُ ۖ وَلَعَذَابُ ٱلْءَاخِرَةِ أَكْبَرُ ۚ لَوْ كَانُوا۟ يَعْلَمُونَ ﴿٣٣﴾
İşte bunun gibidir azap ve elbette ahiret azabı, daha da büyüktür bilirseniz.
İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise, muhakkak çok daha büyüktür; bir bilseler.
keẕâlike-l`aẕâb. vele`aẕâbü-l'âḫirati ekber. lev kânû ya`lemûn.
İşte azap böyledir; ama ahiret azabı daha büyüktür; keşke bilseler!
İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilselerdi!
İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise daha büyüktür. Bir bilselerdi.
İşte azap böyledir. Elbette ahiret azabı daha büyüktür. Fakat bilselerdi.
İşte böyledir azap! Âhiretin azabı ise gerçekten çok daha büyüktür. Bir bilselerdi!
Azap böyledir işte! Âhiretteki azap ise daha müthiştir. Keşke bunu bir bilselerdi!
İşte azab böyledir. Ahiret azabı ise daha büyüktür, keşke bilselerdi.
إِنَّ لِلْمُتَّقِينَ عِندَ رَبِّهِمْ جَنَّٰتِ ٱلنَّعِيمِ ﴿٣٤﴾
Şüphe yok ki çekinenlere, Rableri katında Naim cennetleri var.
Doğrusu, muttaki olanlar için Rableri Katında nimetlerle donatılmış cennetler vardır.
inne lilmütteḳîne `inde rabbihim cennâti-nne`îm.
Allah'a karşı gelmekten sakınanlara, Rableri katında nimet cennetleri vardır.
Şu da muhakkak ki, takva sahipleri için Rableri katında nimetleri bol cennetler vardır.
Erdemliler, Rab'lerinden nimet bahçeleri (cennetleri) haketmişlerdir.
Kuşkusuz korunanlar için de, Rableri katında nimetleri bol bahçeler vardır.
Takva sahipleri için, Rableri katında nimetlerle dolu cennetler vardır.
Allah'ı sayan, haramlardan sakınan müttakilere ise Rab’leri nezdinde naîm cennetleri vardır.
Korunanlar için de Rableri katında ni'met bahçeleri vardır.
أَفَنَجْعَلُ ٱلْمُسْلِمِينَ كَٱلْمُجْرِمِينَ ﴿٣٥﴾
Artık Müslümanları da suçlularla bir mi tutacağız?
Öyleyse, Müslümanları suçlu-günahkar olanlar gibi (eşit) kılar mıyız?
efenec`alü-lmüslimîne kelmücrimîn.
Kendilerini Allah'a vermiş olanları hiç suçlular gibi tutar mıyız?
Öyle ya, (Allah'a) teslimiyet gösterenleri, (o) günahkarlar gibi tutar mıyız hiç?
Müslümanlara suçlular gibi mi davranalım?
Öyle ya, teslimiyet gösterenleri suçlular gibi tutar mıyız hiç?
Biz, Müslümanları/Allah'a teslim olanları, suçlular gibi yapar mıyız?
Biz hiç, Allah'a itaat ve teslimiyet gösterenleri suçlu kâfirlerle bir tutar mıyız?
Biz müslümanları suçlular gibi yapar mıyız hiç?
مَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ ﴿٣٦﴾
Ne oldu size ki? Nasıl hükmediyorsunuz?
Size ne oluyor? Nasıl hüküm veriyorsunuz?
mâ leküm. keyfe taḥkümûn.
Ne oluyorsunuz? Ne biçim hükmediyorsunuz?
Size ne oluyor? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?
Neyiniz var, ne biçim hüküm veriyorsunuz?
Neyiniz var, nasıl hüküm veriyorsunuz?
Neniz var sizin, nasıl hüküm veriyorsunuz?
Neyiniz var, nasıl olur da böyle bir şey iddia edebilirsiniz? Ne biçim hüküm veriyorsunuz öyle?
Neyiniz var, nasıl hüküm veriyorsunuz?
أَمْ لَكُمْ كِتَٰبٌۭ فِيهِ تَدْرُسُونَ ﴿٣٧﴾
Yoksa size mahsus bir kitap var da oradan mı okuyorsunuz.
Yoksa (elinizde) ders okumakta olduğunuz bir kitap mı var?
em leküm kitâbün fîhi tedrusûn.
Yoksa okuduğunuz bir kitabınız mı var?
Yoksa size ait bir kitap var da, (bu batıl inanışları) onda mı okuyorsunuz?
Yoksa bir kitabınız var da onu mu okuyup duruyorsunuz?
Yoksa size ait bir kitap var da onda mı okuyorsunuz?
Yoksa sizin bir kitabınız var da ondan ders mi görüyorsunuz?
Yoksa size ait bir kitap var da bu kabîl bilgileri oradan mı okuyorsunuz?
Yoksa sizin bir Kitabınız var da onda mı (bu hükümleri) okuyorsunuz?
إِنَّ لَكُمْ فِيهِ لَمَا تَخَيَّرُونَ ﴿٣٨﴾
Orada, neyi beğenir, isterseniz sizindir diye mi yazılı?
İçinde, neyi seçip-beğenirseniz, mutlaka sizin olacak diye.
inne leküm fîhi lemâ teḫayyerûn.
Seçtikleriniz herhalde orada olacaktır.
Onda, beğendiğiniz her şey sizin için mutlaka vardır (diye mi yazılı)?
Ve içinde her dilediğinizi bulabiliyorsunuz?
O kitapta, \"beğendiğiniz her şey sizindir\" diye mi yazılı?
Onda, keyfinize uyan her şeyi rahatça buluyorsunuz.
Onda “Siz neyi tercih ederseniz size verilir.” diye bir bilgi mi buluyorsunuz?
Onda istediğiniz her şeyi buluyorsunuz?
أَمْ لَكُمْ أَيْمَٰنٌ عَلَيْنَا بَٰلِغَةٌ إِلَىٰ يَوْمِ ٱلْقِيَٰمَةِ ۙ إِنَّ لَكُمْ لَمَا تَحْكُمُونَ ﴿٣٩﴾
Yoksa hükmü kıyametedek sürecek antlar mı ettik size, şüphe yok ki ne buyurursanız o olacak sizin için diye?
Yoksa sizin için üzerimizde kıyamete kadar sürüp gidecek bir yemin mi var ki siz ne hüküm verirseniz o, mutlaka sizin kalacak, diye.
em leküm eymânün `aleynâ bâligatün ilâ yevmi-lḳiyâmeti inne leküm lemâ taḥkümûn.
Yoksa aleyhimizde, kıyamet gününe kadar süregidecek ahidleriniz mi var ki, kendinize hükmettikleriniz sizin olacaktır?
Yoksa, \"Ne hükmederseniz mutlaka sizindir\" diye sizin lehinize olarak tarafımızdan verilmiş, kıyamet gününe kadar geçerli kesin sözler mi var?
Yoksa, dilediğiniz hükmü verebileceğinize dair Diriliş Gününe kadar sürecek bir güvence mi aldınız bizden?
Yoksa, \"ne hükmederseniz mutlaka sizindir\" diye sizin lehinize olarak tarafımızdan verilmiş, kıyamet gününe kadar geçerli kesin sözler mi var?
Yoksa sizin lehinize üzerimizde kıyamete kadar uzanacak yeminler mi var da siz ne hükmederseniz oluverecek!
Yoksa “Neye hükmederseniz o yerine getirilir.” diye, kıyamete kadar geçerli olacak size yeminle verilmiş sözümüz mü var?
Yoksa sizin istediğiniz hükmü verebileceğinize dair, kıyamete kadar sürecek andlarınız mı var üzerimizde?
سَلْهُمْ أَيُّهُم بِذَٰلِكَ زَعِيمٌ ﴿٤٠﴾
Onlara sor, bunlara kefil olan kimmiş içlerinden?
Onlara sor: \"Hangisi bunun savunuculuğunu yapacak?
selhüm eyyühüm biẕâlike za`îm.
Sor onlara: \"Bunu kim üzerine alır?\"
Sor onlara: Bu iddiayı onların hangisi savunacak?
Sor onlara, \"Bunu kim garanti etmektedir?\"
Sor bakalım onlara, içlerinden ona kefil hangisi?
Sor onlara: \"Böyle bir şeye hangisi kefil?\"
Sor bakalım onlara: “Böylesi bir iddiayı savunacak kimse var mı aralarında?
Sor onlara: Onların hangisi buna kefil olacak?
أَمْ لَهُمْ شُرَكَآءُ فَلْيَأْتُوا۟ بِشُرَكَآئِهِمْ إِن كَانُوا۟ صَٰدِقِينَ ﴿٤١﴾
Yoksa ortakları mı var? Doğru söylüyorlarsa gelsinler bakalım ortaklarıyla.
Yoksa onların ortakları mı var? Şu halde eğer doğru sözlü kimselerse, ortaklarını getirsinler.
em lehüm şürakâ'. felye'tû bişürakâihim in kânû ṣâdiḳîn.
Yoksa onların ortakları mı vardır? Doğru sözlü iseler ortaklarını getirsinler.
Yoksa ortakları mı var onların? Sözlerinde doğru iseler, hadi getirsinler ortaklarını!
Yoksa onların ortakları mı var? Haydi ortaklarını getirsinler, eğer doğru kimseler iseler?
Yoksa ortakları mı var onların? Doğru iseler ortaklarını getirsinler.
Yoksa kendilerinin ortakları mı var? Eğer doğru sözlüler iseler, çağırıversinler ortaklarını!
Yoksa güvendikleri şerikleri mi var?” iddialarında tutarlı iseler getirsinler de görelim o ortakları!
Yoksa kendilerinin ortakları mı var? Doğru iseler ortaklarını çağırsınlar.
يَوْمَ يُكْشَفُ عَن سَاقٍۢ وَيُدْعَوْنَ إِلَى ٱلسُّجُودِ فَلَا يَسْتَطِيعُونَ ﴿٤٢﴾
O gün, işler güçleşir ve secdeye davet edilirler, derken güçleri yetmez.
Ayağın üstünden (örtünün) açılacağı ve onların secdeye çağrılacakları gün, artık güç yetiremezler.
yevme yükşefü `an sâḳiv veyüd`avne ile-ssücûdi felâ yesteṭî`ûn.
O gün işin dehşetinden baldırlar açılır; gözleri dönmüş olarak yüzlerini zillet bürür; secdeye çağırılırlar ama buna güçleri yetmez. Oysa, kendileri sapasağlam oldukları zaman secdeye çağırılmışlardı.
O gün incikten açılır ve secdeye davet edilirler; fakat güç getiremezler.
Gün gelecek, onların içyüzleri açığa çıkarılacak, secdeye çağrılacaklar; ancak buna güçleri yetmeyecektir.
O gün işler zorlaşır ve secdeye davet edilirler. Fakat güç yetiremezler.
Baldırın çıplak kalacağı, secdelere çağrılacakları gün, onu da yapamayacaklar.
O gün işler son derece güçleşir, paçalar tutuşur. Bütün insanlar secdeye dâvet edilir, fakat kâfirler secde edemezler.
Bacaktan açılacağı (paçanın sıvanacağı, işlerin güçleşeceği) ve secdeye da'vet edilecekleri gün (secde) edemezler.
خَٰشِعَةً أَبْصَٰرُهُمْ تَرْهَقُهُمْ ذِلَّةٌۭ ۖ وَقَدْ كَانُوا۟ يُدْعَوْنَ إِلَى ٱلسُّجُودِ وَهُمْ سَٰلِمُونَ ﴿٤٣﴾
Gözleri yere dikilir, üstlerine aşağılık çöker ve gerçekten de sağ esenken de secdeye davet edilmişlerdir de secde etmemişlerdi.
Gözleri 'korkudan ve dehşetten düşük', kendilerini de zillet sarıp-kuşatmış. Oysa onlar, (daha önce) sapasağlam iken secdeye davet edilirlerdi.
ḫâşi`aten ebṣâruhüm terheḳuhüm ẕilleh. veḳad kânû yüd`avne ile-ssücûdi vehüm sâlimûn.
O gün işin dehşetinden baldırlar açılır; gözleri dönmüş olarak yüzlerini zillet bürür; secdeye çağırılırlar ama buna güçleri yetmez. Oysa, kendileri sapasağlam oldukları zaman secdeye çağırılmışlardı.
Gözleri horluktan aşağı düşmüş bir halde kendilerini zillet bürür. Halbuki onlar, sapasağlam iken de secdeye davet ediliyorlardı (fakat yine secde etmiyorlardı).
Gözleri düşmüş bir durumda, onları aşağılanma kaplar. Oysa onlar sağlam iken secdeye çağrılmışlardı
Gözleri düşük bir halde kendilerini bir zillet kaplar. Oysa onlar sapasağlam iken de secdeye davet ediliyorlardı.
Gözleri yere eğilmiş, benliklerini zillet kaplamıştır. Onlar, sapasağlam oldukları zaman da secde etmeye çağrılıyorlardı.
Gözleri yerde, kendilerini zillet kaplamıştır. Halbuki dünyada bedenleri sağlam, âzaları salim iken de secdeye dâvet edilirler, ama bunu yapmazlardı.
Gözleri düşük olarak yüzlerini bir zillet kaplar. Onlar sağlam iken de secdeye da'vet edilirler(fakat secde etmezler)di.
فَذَرْنِى وَمَن يُكَذِّبُ بِهَٰذَا ٱلْحَدِيثِ ۖ سَنَسْتَدْرِجُهُم مِّنْ حَيْثُ لَا يَعْلَمُونَ ﴿٤٤﴾
Artık sen, bu sözü yalanlayanı bırak bana, biz onları yavaşyavaş, hiç bilmedikleri yerden cehenneme çekerdururuz.
Artık bu sözü yalan sayanı sen Bana bırak. Biz onları, bilmeyecekleri bir yönden derece derece (azaba) yaklaştıracağız.
feẕernî vemey yükeẕẕibü bihâẕe-lḥadîŝ. senestedricühüm min ḥayŝü lâ ya`lemûn.
Kuran'ı yalanlayanları Bana bırak; Biz onları bilmedikleri yerden yavaş yavaş azaba yaklaştıracağız.
(Resulüm!) Sen bu sözü (Kur'an'ı) yalan sayanı bana bırak (kendini üzme). Biz onları, bilmedikleri bir yönden yavaş yavaş azaba yaklaştırıyoruz.
Bu hadisi (sözü) yalanlayanla Beni başbaşa bırak. Onları, bilmedikleri yerden yavaş yavaş yaklaştıracağız.
Bu sözü yalanlayanı bana bırak. Onları bilmedikleri yönden derece derece azaba yaklaştıracağız.
Bu sözü yalanlayanla beni baş başa bırak. Onları, bilmedikleri yerden yakalayacağız.
O halde sen bu şerefli sözü, Kur'ân’ı yalan sayanı Bana bırak! Biz onları, bilmedikleri, farkına varmadıkları bir yerden, yavaş yavaş azaba yaklaştırırız. Ben onlara mühlet veriyorum! Doğrusu Ben’im düzenim, pek sağlamdır. [23,55-56; 6,44; 3,196-197; 7,182-183]
Bu sözü yalanlayanı bana bırak; onları bilmedikleri yerden derece derece (azaba) yaklaştıracağız.
وَأُمْلِى لَهُمْ ۚ إِنَّ كَيْدِى مَتِينٌ ﴿٤٥﴾
Ve onlara mühlet vermedeyim, fakat şüphe yok ki azabım, pek kuvvetlidir.
Ben, onlara süre tanıyorum. Elbette Benim düzenim (cezalandırmam) sapasağlamdır.
veümlî lehüm. inne keydî metîn.
Onlara mehil veriyorum; doğrusu Benim tuzağım sağlamdır.
Onlara mühlet veriyorum. Doğrusu benim fendim çok sağlamdır!
Onlara mühlet veriyorum. Benim planım sağlamdır.
Onlara mühlet veriyorum. Doğrusu benim tuzağım sağlamdır.
Süre tanıyorum onlara. Tuzağım gerçekten zorludur benim.
O halde sen bu şerefli sözü, Kur'ân’ı yalan sayanı Bana bırak! Biz onları, bilmedikleri, farkına varmadıkları bir yerden, yavaş yavaş azaba yaklaştırırız. Ben onlara mühlet veriyorum! Doğrusu Ben’im düzenim, pek sağlamdır. [23,55-56; 6,44; 3,196-197; 7,182-183]
Onlara mühlet veriyorum. Doğrusu benim tuzağım sağlamdır (onu kimse bozamaz).
أَمْ تَسْـَٔلُهُمْ أَجْرًۭا فَهُم مِّن مَّغْرَمٍۢ مُّثْقَلُونَ ﴿٤٦﴾
Yoksa onlardan ücret istiyorsun da derken onlar da ağır bir borç altında mı kaldılar?
Sen, onlardan bir ücret mi istiyorsun ki, onlar, haksız bir borçtan dolayı ağır bir yük altında kalmışlar?
em tes'elühüm ecran fehüm mim magramim müŝḳalûn.
Yoksa, sen onlardan ücret istiyorsun da, ağır bir borç altında mı kalıyorlar? Elbette hayır.
Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da bu yüzden onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar?
Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar?
Yoksa onlardan bir ücret istiyorsun da bu yüzden onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar?
Bir ücret mi istiyorsun kendilerinden de onlar, bir borç altında eziliyorlar!
Yoksa sen onlardan bu risalet hizmetinden ötürü bir ücret istiyorsun da onlar cereme ödemekten ezilmişler mi?
Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da onlar ağır borç altında mı kalıyorlar?
أَمْ عِندَهُمُ ٱلْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبُونَ ﴿٤٧﴾
Yoksa gizli alem, onların yanında da onu mu yazıyorlar?
Yoksa gayb (görünmeyenin bilgisi) onların yanında mıdır ki, kendileri yazıp duruyorlar?
em `indehümü-lgaybü fehüm yektübûn.
Yoksa, gaybın bilgisi kendilerinin katında da onlar mı yazıyorlar?
Yahut gaybın bilgisi onların nezdinde de, onlar mı (istedikleri gibi) yazıyorlar?
Yoksa geçmişin ve geleceğin bilgisi onların yanında da onlar mı kaydediyorlar?
Yoksa gayb onların yanlarında da onlar mı yazıyorlar?
Yoksa gayb, yanlarında da onlar mı yazıyorlar?
Yoksa gayb kitabı yanlarında da, onlar oradan mı yazıp duruyorlar?
Yoksa gayb (görünmez bilgi hazinesi), kendi yanlarında da onlar mı (istedikleri gibi) yazıyorlar?
فَٱصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ وَلَا تَكُن كَصَاحِبِ ٱلْحُوتِ إِذْ نَادَىٰ وَهُوَ مَكْظُومٌۭ ﴿٤٨﴾
Artık sabret Rabbinin hükmüne ve balıkla arkadaş olana benzeme; hani o, dertten boğulmuş bir halde Rabbine nida etmişti.
Şimdi sen, Rabbinin hükmüne sabret ve balık sahibi (Yunus) gibi olma; hani o, içi kahır dolu olarak (Rabbine) çağrıda bulunmuştu.
faṣbir liḥukmi rabbike velâ tekün keṣâḥibi-lḥût. iẕ nâdâ vehüve mekżûm.
Sen Rabbinin hükmüne kadar sabret; balık sahibi (Yunus) gibi olma, o, pek üzgün olarak Rabbine seslenmişti.
Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle. Balık sahibi (Yunus) gibi olma. Hani o, dertli dertli Rabbine niyaz etmişti.
Rabbinin hükmünün gerçekleşmesi için sabret. Balığın arkadaşı (Yunus) gibi olma. Hani o, (balık tarafından) yutulmuş bir durumda iken seslenmişti.
Rabbinin hükmüne sabret, balık sahibi gibi olma. Hani o öfkeye boğulmuş da nida etmişti.
Artık, Rabbinin hüküm vermesi için sabret! Balığın dostu Yûnus gibi olma! Hani o, öfkelendirilmiş bir halde yakarmıştı.
Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle ve balığın yoldaşı olan zat gibi olma! Hani o dertli dertli Rabbine yalvarmıştı: [21,87-88; 37,143-144]
Sen Rabbinin hükmüne sabret, balık sahibi (Yunus) gibi olma. Hani o, sıkıntıdan yutkunarak (Allah'a) seslenmişti.
لَّوْلَآ أَن تَدَٰرَكَهُۥ نِعْمَةٌۭ مِّن رَّبِّهِۦ لَنُبِذَ بِٱلْعَرَآءِ وَهُوَ مَذْمُومٌۭ ﴿٤٩﴾
Rabbinden bir nimet erişmeseydi ona elbette bir yere, fena bir halde bırakılır giderdi.
Eğer Rabbinden bir nimet ona ulaşmasaydı, mutlaka yerilmiş ve çıplak bir durumda (karaya) atılmış olacaktı.
levlâ en tedârakehû ni`metüm mir rabbihî lenübiẕe bil`arâi vehüve meẕmûm.
Rabbinin katından ona bir nimet ulaşmasaydı, kınanmış olarak sahile atılacaktı.
Şayet Rabbinden ona bir nimet yetişmemiş olsaydı o, mutlaka, kınanacak bir halde ıssız bir diyara atılacaktı.
Rabbinden ona bir nimet ulaşmasaydı, kınanmış olarak çorak bir sahile atılacaktı.
Rabbinden bir nimet yetişmiş olmasaydı, elbette kınanacak bir halde ıssız bir diyara atılacaktı.
Eğer ona, Rabbinden bir nimet ulaşmasaydı, horlanmış bir halde cascavlak bir yere atılırdı.
Şayet Rabbinden gelen bir lütuf onun imdadına yetişmeseydi, kınanmaya müstahak bir vaziyette, deniz tarafından karaya atılırdı!
Eğer Rabbinden ona bir ni'met yetişmeseydi, yerilerek çıplak bir yere atılırdı.
فَٱجْتَبَٰهُ رَبُّهُۥ فَجَعَلَهُۥ مِنَ ٱلصَّٰلِحِينَ ﴿٥٠﴾
Derken Rabbi, onu seçti de temiz kişilerden kıldı.
Fakat Rabbi onu seçti ve onu salih olanlardan kıldı.
fectebâhü rabbühû fece`alehû mine-ṣṣâliḥîn.
Rabbi onu seçip iyilerden kıldı. Doğrusu inkar edenler, Kuran'ı dinlediklerinde nerdeyse seni gözleriyle yıkıp devireceklerdi. \"O delidir\" diyorlardı.
Fakat ardından, Rabbi onu seçti (vahiy verdi) ve onu salihlerden kıldı.
Ancak Rabbi onu seçip erdemlilerden kıldı.
Fakat Rabbi onu seçti de iyilerden kıldı.
Fakat Rabbi onu seçip yüceltti ve barışseverlerden yaptı.
Ama Rabbi, kendisini seçti de onu en iyi, en has kullarından kıldı.
Fakat Rabbi onun du'asını kabul etti de onu Salih(iyi insan)lardan yaptı.
وَإِن يَكَادُ ٱلَّذِينَ كَفَرُوا۟ لَيُزْلِقُونَكَ بِأَبْصَٰرِهِمْ لَمَّا سَمِعُوا۟ ٱلذِّكْرَ وَيَقُولُونَ إِنَّهُۥ لَمَجْنُونٌۭ ﴿٥١﴾
Ve az kalmıştı ki kafirler, Kur'an'ı duydukları zaman seni gözleriyle yiyip helak etsinler ve derlerdi ki: Şüphe yok, bu, bir deli elbette.
O inkar edenler, zikri (Kur'an'ı) işittikleri zaman, seni neredeyse gözleriyle devireceklerdi. \"O, gerçekten bir delidir\" diyorlar.
veiy yekâdü-lleẕîne keferû leyüzliḳûneke biebṣârihim lemmâ semi`ü-ẕẕikra veyeḳûlûne innehû lemecnûn.
Rabbi onu seçip iyilerden kıldı. Doğrusu inkar edenler, Kuran'ı dinlediklerinde nerdeyse seni gözleriyle yıkıp devireceklerdi. \"O delidir\" diyorlardı.
O inkar edenler Zikr'i (Kur'an'ı) işittikleri zaman, neredeyse seni gözleriyle devirivereceklerdi. Hala da (kin ve hasetlerinden:) \"Hiç şüphe yok o bir delidir\" derler.
Mesajı işittikleri zaman, inkarcılar neredeyse seni gözleriyle yiyeceklerdi. \"O, delidir!\" diyorlardı.
O kafirler Kur'ân'ı işittikleri zaman neredeyse seni gözleri ile devireceklerdi. Bir de durmuşlar \"o bir deli\" diyorlar.
O küfre sapanlar, Zikir'i/Kur'an'ı işittiklerinde az kalsın gözleriyle seni devireceklerdi. \"Bu tam bir cinlidir.\" diyorlardı.
O kâfirler Zikri (Kur'ân’ı) işittikleri zaman, hırslarından neredeyse seni bakışlarıyla kaydıracak, âdeta gözleriyle yiyecekler! Hâlâ da: “o, delinin teki!” derler.
O inkar edenler Zikr(Kur'an)'ı işittikleri zaman, neredeyse seni gözleriyle devireceklerdi. \"O mecnundur\" diyorlardı.
وَمَا هُوَ إِلَّا ذِكْرٌۭ لِّلْعَٰلَمِينَ ﴿٥٢﴾
Halbuki o, ancak alemlere bir öğüttür.
Oysa o (Kur'an), alemlere bir zikr (öğüt, hatırlatma, hüküm ve üstün bir şeref)den başka bir şey değildir.
vemâ hüve illâ ẕikrul lil`âlemîn.
Oysa Kuran, alemler için bir öğütten başka bir şey değildir.
Oysa o (Kur'an), alemler için ancak bir öğüttür.
Halbuki o, tüm evrene bir mesajdır.
Halbuki o âlemler için bir öğüttür.
Oysaki o Zikir/Kur'an âlemler için bir öğütten başka şey değildir.
Delilik nerede, o nerede? Kur'ân’ın hiç delilikle ilgisi mi olur? Kur’ân olsa olsa, sadece bütün insanlara bir derstir.
Halbuki o, alemler için uyarıdan başka bir şey değildir!