Setting
Surah The Ascending stairways [Al-Maarij] in Turkish
سَأَلَ سَآئِلٌۢ بِعَذَابٍۢ وَاقِعٍۢ ﴿١﴾
İsteyen biri, istedi gelip çatacak azabı.
İstekte bulunan biri, (muhakkak) gerçekleşecek olan bir azabı istedi.
seele sâilüm bi`aẕâbiv vâḳi`.
Birisi, yüksek derecelere sahip olan Allah katından, inkarcılara gelecek ve savunulması imkansız olacak azabı soruyor.
Bir soran inecek azabı sordu:
Sorgulayan birisi, gerçekleşecek azabı sordu.
Bir isteyen, olacak azabı istedi.
Soran birisi, geleceği kuşkusuz azabı sordu.
Biri çıkıp gelecek azabı sordu. [22,47; 38,16]
Bir soran, inecek azabı sordu:
لِّلْكَٰفِرِينَ لَيْسَ لَهُۥ دَافِعٌۭ ﴿٢﴾
O azabı ki kafirlerin başından defedecek yok.
Kafirler için olan bu (azabı) geri çevirecek yoktur.
lilkâfirîne leyse lehû dâfi`.
Birisi, yüksek derecelere sahip olan Allah katından, inkarcılara gelecek ve savunulması imkansız olacak azabı soruyor.
İnkarcılar için; ki onu savacak yoktur,
Onu inkarcılardan savacak kimse yoktur.
Kâfirler için onu savacak yok.
Küfre sapanlar içindir o. Yoktur onu savacak.
O azap ki onu, kâfirlerden uzaklaştıracak hiçbir kuvvet yoktur.
Kafirler için, ki onu savacak yoktur,
مِّنَ ٱللَّهِ ذِى ٱلْمَعَارِجِ ﴿٣﴾
Yüksek dereceler sahibi Allah'tandır.
(Bu azap) Yüce makamlar sahibi olan Allah'tandır.
mine-llâhi ẕi-lme`âric.
Birisi, yüksek derecelere sahip olan Allah katından, inkarcılara gelecek ve savunulması imkansız olacak azabı soruyor.
Yükselme derecelerinin sahibi olan Allah katından.
Yükseliş Yollarının Sahibi olan ALLAH'tandır.
O, derece ve makamların sahibi Allah'tandır.
Yükselme boyutlarının/derecelerinin sahibi Allah'tandır o.
Çünkü bu azap, yüceler yücesi Allah'tan gelecektir.
Yükselme derecelerinin sahibi Allah'tan.
تَعْرُجُ ٱلْمَلَٰٓئِكَةُ وَٱلرُّوحُ إِلَيْهِ فِى يَوْمٍۢ كَانَ مِقْدَارُهُۥ خَمْسِينَ أَلْفَ سَنَةٍۢ ﴿٤﴾
Melekler ve Ruh, kendilerine emredilen yere çıkarlar bir günde ki miktarı elli bin yıldır.
Melekler ve Ruh (Cebrail), ona, süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir.
ta`rucü-lmelâiketü verrûḥu ileyhi fî yevmin kâne miḳdâruhû ḫamsîne elfe seneh.
Melekler ve Cebrail o derecelere, miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselirler.
Melekler ve Ruh (Cebrail), oraya, miktarı (dünya senesi ile) ellibin yıl olan bir günde yükselip çıkar.
Melekler ve ruh (vahiy/komutlar/Cebrail), elli bin yıla eşit bir gün içinde O'na yükselir.
Melekler ve Ruh miktarı ellibin yıl süren bir gün içinde ona çıkar.
Melekler ve Rûh, miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselirler O'na.
Melekler ve Rûh, O'nun Arş’ına; miktarı ellibin sene olan bir günde yükselirler. [32,5; 22,47]
Melekler ve Ruh, miktarı elli bin yıl süren bir gün içinde O'na çıkar.
فَٱصْبِرْ صَبْرًۭا جَمِيلًا ﴿٥﴾
Artık sabret güzel bir sabırla.
Şu halde, güzel bir sabır (göstererek) sabret.
faṣbir ṣabran cemîlâ.
Güzel güzel sabret;
(Resulüm!) Şimdi sen güzelce sabret.
Şimdi sen güzelce sabret.
O halde güzel bir sabır ile sabret.
Artık güzel bir sabırla sabret!
O halde sen, müşriklerin eziyetlerine güzelce sabret. Çünkü azabın inmesi yaklaşmaktadır.
Şimdi sen güzelce sabret.
إِنَّهُمْ يَرَوْنَهُۥ بَعِيدًۭا ﴿٦﴾
Şüphe yok ki onlar uzak görürler onu.
Çünkü, gerçekten onlar, bunu uzak görüyorlar.
innehüm yeravnehû be`îdâ.
Doğrusu inkarcılar azabı uzak görüyorlar.
Doğrusu onlar, o azabı (ihtimalden) uzak görüyorlar.
Onlar onu uzak görüyorlar.
Çünkü onlar onu uzak görürler.
Onlar onu çok uzak görüyorlar.
Onlar, o günü çok uzakta zannediyorlar, ama Biz yakın olduğunu biliyoruz.
Onlar onu uzak görüyor(lar).
وَنَرَىٰهُ قَرِيبًۭا ﴿٧﴾
Ve bizse pek yakın görürüz onu.
Biz ise, onu pek yakın görüyoruz.
venerâhü ḳarîbâ.
Ama biz onu yakın görmekteyiz.
Biz ise onu yakın görmekteyiz.
Biz ise onu yakın görüyoruz.
Biz ise onu yakın görüyoruz.
Biz ise onu çok yakın görüyoruz.
Onlar, o günü çok uzakta zannediyorlar, ama Biz yakın olduğunu biliyoruz.
Biz ise onu yakın görüyoruz.
يَوْمَ تَكُونُ ٱلسَّمَآءُ كَٱلْمُهْلِ ﴿٨﴾
O gün gök, yağ tortusuna döner.
Gökyüzünün erimiş maden gibi olacağı gün;
yevme tekûnü-ssemâü kelmühl.
Gök, o gün, erimiş maden gibi olur.
O gün gökyüzü, erimiş maden gibi olur.
Gün gelecek, gök erimiş maden gibi.
O gün gök erimiş bir maden gibi olur.
O gün gök, erimiş bir maden gibi olur.
O gün gök erimiş maden gibi olur,
O gün gök, erimiş maden gibi olur.
وَتَكُونُ ٱلْجِبَالُ كَٱلْعِهْنِ ﴿٩﴾
Ve dağlar, atılmış renkrenk pamuğa benzer.
Dağlar da (etrafa uçuşmuş) rengarenk yün gibi olacak.
vetekûnü-lcibâlü kel`ihn.
Dağlar da atılmış pamuğa döner.
Dağlar da atılmış yüne döner.
Dağlar ise atılmış yün gibi olur.
Dağlar da atılmış renkli yün gibi olur.
Dağlar, atılmış, renkli yün gibi olur.
Dağlar ise atılmış rengârenk yüne döner. [101,5]
Dağlar, renkli yün gibi olur.
وَلَا يَسْـَٔلُ حَمِيمٌ حَمِيمًۭا ﴿١٠﴾
Ve hiçbir dost, dostunu sormaz.
(Böyle bir günde) Hiçbir yakın dost bir yakın dostu sormaz.
velâ yes'elü ḥamîmün ḥamîmâ.
Hiç bir dost diğer bir dostunu sormaz.
Dost, dostu sormaz.
Dost dostun durumunu sormaz.
Dost dostun halini soramaz.
En yakın dostlar birbirlerinin halini sormaz/bir dost bir dostundan bir şey isteyemez.
Birbirlerine gösterildikleri halde hiçbir candan dost, dostunun hâlini sormaz.Her mücrim o günkü azaptan kurtulmak için fidye olarak oğullarını, eşini, kardeşini,kendisine sahip çıkan sülalesini, hatta dünyada olanların tamamını verip de kurtulmak ister. [31,33; 40,18; 23,101; 80,34-37]
Dost dostun halini sormaz.
يُبَصَّرُونَهُمْ ۚ يَوَدُّ ٱلْمُجْرِمُ لَوْ يَفْتَدِى مِنْ عَذَابِ يَوْمِئِذٍۭ بِبَنِيهِ ﴿١١﴾
Birbirlerini görüp tanırlar da ve suçlu, o günün azabına karşılık oğlunu da vermek ister.
Onlar birbirlerine gösterilirler. Bir suçlu-günahkar, o günün azabına karşılık olmak üzere, oğullarını fidye olarak vermek ister;
yübeṣṣarûnehüm. yeveddü-lmücrimü lev yeftedî min `aẕâbi yevmiiẕim bibenîh.
Onlar birbirlerine yalnız gösterilirler. Suçlu kimse o günün azabından kurtulmak için oğullarını, ailesini, kardeşini, kendisini barındırmış olan sülalesini ve yeryüzünde bulunan herkesi feda etmek ve böylece kendisini kurtarmak ister.
Birbirlerine gösterilirler (fakat herkes kendi derdindedir). Günahkar kimse ister ki, o günün azabından (kurtuluş için), oğullarını,
Birbirlerine gösterilirler. Suçlu, o günün azabından kurtulmak için fidye vermek ister: Oğullarını,
Birbirlerine gösterilirler. Suçlu o günün azabından kurtulmak için fidye vermek ister; oğullarını,
Birbirlerine gösterilirler. Suçlu, o günün azabından kurtulmak için oğullarını fidye vermeyi bile ister.
Birbirlerine gösterildikleri halde hiçbir candan dost, dostunun hâlini sormaz.Her mücrim o günkü azaptan kurtulmak için fidye olarak oğullarını, eşini, kardeşini,kendisine sahip çıkan sülalesini, hatta dünyada olanların tamamını verip de kurtulmak ister. [31,33; 40,18; 23,101; 80,34-37]
Birbirlerine gösterilirler (fakat herkes kendi derdine düştüğünden, başkasıyle ilgilenemez). Suçlu ister ki o günün azabından (kurtulmak için) fidye versin: Oğullarını,
وَصَٰحِبَتِهِۦ وَأَخِيهِ ﴿١٢﴾
Eşini de, kardeşini de.
Kendi eşini ve kardeşini,
veṣâḥibetihî veeḫîh.
Onlar birbirlerine yalnız gösterilirler. Suçlu kimse o günün azabından kurtulmak için oğullarını, ailesini, kardeşini, kendisini barındırmış olan sülalesini ve yeryüzünde bulunan herkesi feda etmek ve böylece kendisini kurtarmak ister.
Karısını ve kardeşini,
Eşini, kardeşini,
Eşini ve kardeşini,
Eşini, kardeşini,
Birbirlerine gösterildikleri halde hiçbir candan dost, dostunun hâlini sormaz.Her mücrim o günkü azaptan kurtulmak için fidye olarak oğullarını, eşini, kardeşini,kendisine sahip çıkan sülalesini, hatta dünyada olanların tamamını verip de kurtulmak ister. [31,33; 40,18; 23,101; 80,34-37]
Eşini ve kardeşini,
وَفَصِيلَتِهِ ٱلَّتِى تُـْٔوِيهِ ﴿١٣﴾
Kendisini barındıran kabile halkını da.
Ve onu barındıran aşiretini de;
vefeṣîletihi-lletî tü'vîh.
Onlar birbirlerine yalnız gösterilirler. Suçlu kimse o günün azabından kurtulmak için oğullarını, ailesini, kardeşini, kendisini barındırmış olan sülalesini ve yeryüzünde bulunan herkesi feda etmek ve böylece kendisini kurtarmak ister.
Kendisini koruyup barındıran tüm ailesini
Kendisini yetiştiren tüm akrabalarını,
Kendisini barındıran, içinde yetiştiği tüm ailesini,
Kendisini kucaklayıp barındıran ailesini.
Birbirlerine gösterildikleri halde hiçbir candan dost, dostunun hâlini sormaz.Her mücrim o günkü azaptan kurtulmak için fidye olarak oğullarını, eşini, kardeşini,kendisine sahip çıkan sülalesini, hatta dünyada olanların tamamını verip de kurtulmak ister. [31,33; 40,18; 23,101; 80,34-37]
Kendisini barındıran, içinde yetiştiği tüm ailesini,
وَمَن فِى ٱلْأَرْضِ جَمِيعًۭا ثُمَّ يُنجِيهِ ﴿١٤﴾
Ve kim varsa yeryüzünde hepsini de feda etmek ve sonra da kendini kurtarmak ister.
Yeryüzünde bulunanların tümünü (verse de); sonra bir kurtulsa.
vemen fi-l'arḍi cemî`an ŝümme yüncîh.
Onlar birbirlerine yalnız gösterilirler. Suçlu kimse o günün azabından kurtulmak için oğullarını, ailesini, kardeşini, kendisini barındırmış olan sülalesini ve yeryüzünde bulunan herkesi feda etmek ve böylece kendisini kurtarmak ister.
Ve yeryüzünde kim varsa hepsini fidye olarak versin de, tek kendini kurtarsın.
Ve yeryüzünde bulunan herkesi, ki kurtulsun.
Ve yeryüzünde bulunanların hepsini ki, tek kendini kurtarabilsin.
Ve yeryüzündeki insanların tümünü fidye verip kendisini kurtarmayı ister.
Birbirlerine gösterildikleri halde hiçbir candan dost, dostunun hâlini sormaz.Her mücrim o günkü azaptan kurtulmak için fidye olarak oğullarını, eşini, kardeşini,kendisine sahip çıkan sülalesini, hatta dünyada olanların tamamını verip de kurtulmak ister. [31,33; 40,18; 23,101; 80,34-37]
Ve yeryüzünde bulunanların hepsini (versin) de tek kendisini kurtarsın.
كَلَّآ ۖ إِنَّهَا لَظَىٰ ﴿١٥﴾
Fakat imkanı yok; şüphe yok ki cehennem alevalev yanmadadır.
Hayır; (hiçbiri kabul edilmez). Doğrusu o (cehennem), cayır cayır yanmakta olan ateştir:
kellâ. innehâ leżâ.
Hayır, olmaz... Orada sırtını çevirip yüzgeri edeni, malını toplayıp kimseye hakkını vermeden saklayanı çağıran, deriyi soyup kavuran, alevli ateş vardır.
Fakat ne mümkün! Bilinmeli ki, o (cehennem) alevlenen bir ateştir.
Hayır, o alevli ateştir.
Hayır, o alevlenen bir ateştir.
Hayır, hayır! O, alevlenen bir ateştir.
Lâkin ne mümkün! O cehennem alev alev yanan bir ateştir.
Hayır! O (ateş), alevlenen bir ateştir.
نَزَّاعَةًۭ لِّلشَّوَىٰ ﴿١٦﴾
Ne el bırakmadadır, ne ayak, ne et bırakmadadır, ne deri.
Başın derisini kavurup-soyar.
nezzâ`atel lişşevâ.
Hayır, olmaz... Orada sırtını çevirip yüzgeri edeni, malını toplayıp kimseye hakkını vermeden saklayanı çağıran, deriyi soyup kavuran, alevli ateş vardır.
Derileri kavurup soyar.
Yakmak için isteklidir...
Derileri kavurur, soyar.
Yakar-kavurur deriyi/koparıp götürür kolu-bacağı.
Eli, ayağı, bütün uzuvları söküp atar.
Derileri kavurur, soyar.
تَدْعُوا۟ مَنْ أَدْبَرَ وَتَوَلَّىٰ ﴿١٧﴾
Çağırır dönüp gideni.
Yüz çevirip arkasını döneni çağırır-durur.
ted`û men edbera vetevellâ.
Hayır, olmaz... Orada sırtını çevirip yüzgeri edeni, malını toplayıp kimseye hakkını vermeden saklayanı çağıran, deriyi soyup kavuran, alevli ateş vardır.
Yüz çevirip geri döneni, (kendine) çağırır!
Çağırır, sırtını dönüp gideni,
Çağırır, sırtını dönüp gideni,
Çağırır, sırtını dönüp uzaklaşanı,
İmana sırtını dönüp haktan yüz çevireni, bir de servet toplayıp yığan ve hayırda harcamayanı o ateş kendine çağırır.
(Kendine) Çağırır; sırtını dönüp gideni,
وَجَمَعَ فَأَوْعَىٰٓ ﴿١٨﴾
Ve toplayıp biriktireni.
(Durmaksızın mal ve servet) Toplayıp bir yerde (üstüste) yığmakta olanı.
veceme`a feev`â.
Hayır, olmaz... Orada sırtını çevirip yüzgeri edeni, malını toplayıp kimseye hakkını vermeden saklayanı çağıran, deriyi soyup kavuran, alevli ateş vardır.
(Servet) toplayıp yığan kimseyi!.
Toplayıp kasaya saklayanı.
Mal toplayıp kasada yığanı,
Toplayıp kasada yığanı/depolayanı.
İmana sırtını dönüp haktan yüz çevireni, bir de servet toplayıp yığan ve hayırda harcamayanı o ateş kendine çağırır.
(Mal) Toplayıp kasada yığanı!
۞ إِنَّ ٱلْإِنسَٰنَ خُلِقَ هَلُوعًا ﴿١٩﴾
Şüphe yok ki insan haris yaratılmıştır.
Gerçekten, insan, 'bencil ve haris' olarak yaratıldı.
inne-l'insâne ḫuliḳa helû`â.
İnsan gerçekten pek huysuz yaratılmıştır:
Gerçekten insan, pek hırslı (ve sabırsız) yaratılmıştır.
Doğrusu insan endişeli bir karaktere sahiptir.
Doğrusu insan dayanıksız ve huysuz yaratılmıştır.
İşin gereği şu ki insan; aceleci/hırslı/sabırsız/ tahammülsüz yaratılmıştır.
Gerçekten insan cimri olarak yaratılmıştır.
Doğrusu insan hırslı (ve huysuz) yaratılmıştır.
إِذَا مَسَّهُ ٱلشَّرُّ جَزُوعًۭا ﴿٢٠﴾
Bir şerre uğrarsa bağırır, sızlanır.
Kendisine bir şer (kötülük) dokunduğu zaman feryadı basar.
iẕâ messehü-şşerru cezû`â.
Başına bir fenalık gelince feryat eder,
Kendisine fenalık dokunduğunda sızlanır, feryat eder.
Kendisine kötülük dokunduğu zaman ümidini keser.
Kendisine kötülük dokundu mu sızlanır.
Kendisine kötülük/hoşnutsuzluk dokununca basar bağırır.
Başı derde düştü mü sızlanır durur.
Kendisine kötülük dokundu mu sızlanır,
وَإِذَا مَسَّهُ ٱلْخَيْرُ مَنُوعًا ﴿٢١﴾
Ve bir hayır elde ederse vermez, kıskanır.
Ona bir hayır dokunduğunda engelleyici olur (veya cimrilik eder).
veiẕâ messehü-lḫayru menû`â.
Bir iyiliğe uğrarsa onu herkesten meneder;
Ona imkan verildiğinde ise pinti kesilir.
Kendisine iyilik dokunduğu zaman ise cimridir.
Kendisine hayır dokundu mu cimrilik eder.
Kendisine hayır ve nimet ulaşınca ondan başkalarının yararlanmasına engel olur.
Ama servet sahibi olunca da pinti kesilir.
Kendisine hayır dokundu mu yardım etmez (sıkı sıkı tutar).
إِلَّا ٱلْمُصَلِّينَ ﴿٢٢﴾
Ancak müstesnadır namaz kılanlar.
Ancak namaz kılanlar hariç;
ille-lmüṣallîn.
Ancak namaz kılıp namazlarında yoksul ve yoksuna belirli bir hak tanıyanlar, ceza gününü doğrulayanlar, Rablerinin azabından korkanlar böyle değildir.
Ancak şunlar öyle değildir: Namaz kılanlar,
Ancak namaz kılanlar hariç:
Ancak namaz kılanlar bunun dışındadır.
Namazlarını/dualarını yerine getirenler müstesna.
Ancak namazlarını devamlı kılanlar böyle değildir.
Ancak namaz kılanlar bunun dışındadır.
ٱلَّذِينَ هُمْ عَلَىٰ صَلَاتِهِمْ دَآئِمُونَ ﴿٢٣﴾
Öylesine kılanlar ki namazlarını daima kılarlar.
Ki onlar, namazlarında süreklidirler.
elleẕîne hüm `alâ ṣalâtihim dâimûn.
Ancak namaz kılıp namazlarında yoksul ve yoksuna belirli bir hak tanıyanlar, ceza gününü doğrulayanlar, Rablerinin azabından korkanlar böyle değildir.
Ki, onlar namazlarında devamlıdırlar (ihmal göstermezler;).
Onlar ki namazlarını kaçırmazlar;
Onlar ki namazlarını sürekli kılarlar.
Bunlar, namazlarında/dualarında süreklidirler.
Ancak namazlarını devamlı kılanlar böyle değildir.
Onlar ki: Namazlarını sürekli kılarlar (aksatmazlar).
وَٱلَّذِينَ فِىٓ أَمْوَٰلِهِمْ حَقٌّۭ مَّعْلُومٌۭ ﴿٢٤﴾
Ve öyle kişilerdir onlar ki mallarında malum bir hak var.
Ve onların mallarında belirli bir hak vardır:
velleẕîne fî emvâlihim ḥaḳḳum ma`lûm.
Ancak namaz kılıp namazlarında yoksul ve yoksuna belirli bir hak tanıyanlar, ceza gününü doğrulayanlar, Rablerinin azabından korkanlar böyle değildir.
Mallarında, belli bir hak vardır,
Paralarında bilinen bir pay (zekat) ayrılmıştır,
Onların mallarında belli bir hak vardır,
Bunların mallarında belirli bir hak vardır:
Onlar o kimselerdir ki mallarında isteyen ve yoksun olanların haklarını ayırırlar.
Onların mallarında belli bir hisse vardır:
لِّلسَّآئِلِ وَٱلْمَحْرُومِ ﴿٢٥﴾
İsteyene ve mahrum olana.
Yoksul ve yoksun olan(lar)için.
lissâili velmaḥrûm.
Ancak namaz kılıp namazlarında yoksul ve yoksuna belirli bir hak tanıyanlar, ceza gününü doğrulayanlar, Rablerinin azabından korkanlar böyle değildir.
Saile ve mahruma(vermek için).
İsteyen yoksula ve yoksuna...
Hem isteyen için, hem de istemekten utanan yoksul için.
Yoksul ve yoksun için.
Onlar o kimselerdir ki mallarında isteyen ve yoksun olanların haklarını ayırırlar.
Saile ve mahruma (isteyene ve utancından dolayı istemeyip mahrum kalana).
وَٱلَّذِينَ يُصَدِّقُونَ بِيَوْمِ ٱلدِّينِ ﴿٢٦﴾
Ve öyle kişilerdir onlar ki ceza gününü gerçek bilirler.
Onlar, din gününü tasdik etmektedirler.
velleẕîne yüṣaddiḳûne biyevmi-ddîn.
Ancak namaz kılıp namazlarında yoksul ve yoksuna belirli bir hak tanıyanlar, ceza gününü doğrulayanlar, Rablerinin azabından korkanlar böyle değildir.
Ceza (ve hesap) gününün doğruluğuna inananlar;
Onlar Din Gününü doğrularlar;
Onlar ki ceza gününü tasdik ederler.
Bunlar, din gününü içtenlikle doğrularlar.
Onlar hesap gününü tasdik ederler.
Ceza gününü tasdik ederler,
وَٱلَّذِينَ هُم مِّنْ عَذَابِ رَبِّهِم مُّشْفِقُونَ ﴿٢٧﴾
Ve öyle kişilerdir onlar ki Rablerinin azabından korkarlar.
Rablerinin azabına karşı (daimi) bir korku duymaktadırlar.
velleẕîne hüm min `aẕâbi rabbihim müşfiḳûn.
Ancak namaz kılıp namazlarında yoksul ve yoksuna belirli bir hak tanıyanlar, ceza gününü doğrulayanlar, Rablerinin azabından korkanlar böyle değildir.
Rab'lerinin azabından korkanlar,
Rab'lerinin azabından çekinirler;
Rablerinin azabından korkarlar.
Bunlar, yalnız Rablerinin azabından ürperirler.
Onlar Rab'lerinin cezasından korkarlar. [23,57; 51,19]
Rablerinin azabından korkarlar.
إِنَّ عَذَابَ رَبِّهِمْ غَيْرُ مَأْمُونٍۢ ﴿٢٨﴾
şüphe yok ki Rablerinin azabından da kimse emin olamaz.
Şüphesiz Rablerinin azabından emin olunamaz.
inne `aẕâbe rabbihim gayru me'mûn.
Doğrusu Rablerinin azabından kimse güvende değildir.
Ki Rab'lerinin azabı(na karşı) emin olunamaz;
Rab'lerinin azabına güven olmaz.
Çünkü Rablerinin azabından emin olunmaz.
Gerçekten de Rablerinin azabı emin olunmayacak bir azaptır.
Çünkü Rab'lerinin azabından kimse emin olamaz.
Çünkü Rablerinin azabına güven olmaz.
وَٱلَّذِينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَٰفِظُونَ ﴿٢٩﴾
Ve öyle kişilerdir onlar ki ırzlarını korurlar.
Ve onlar, ırzlarını (ferç) korurlar;
velleẕîne hüm lifürûcihim ḥâfiżûn.
Eşleri ve cariyeleri dışında, mahrem yerlerini herkesten koruyanlar, doğrusu bunlar yerilmezler.
Irzlarını koruyanlar
Onlar cinsel ilişkiden sakınırlar;
Onlar ki ırzlarını korurlar.
Bunlar, cinsiyet organlarını titizlikle korurlar.
Onlar edep yerlerini, eşleri ve cariyelerinden başkasından korurlar. Yalnız bunlarla münasebeti olanlar ayıplanamazlar.
Irzlarını korurlar.
إِلَّا عَلَىٰٓ أَزْوَٰجِهِمْ أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَٰنُهُمْ فَإِنَّهُمْ غَيْرُ مَلُومِينَ ﴿٣٠﴾
Ancak eşleri ve temellük ettikleri müstesna ve artık bu hususta da kınanmazlar onlar.
Ancak kendi eşleri ya da sağ ellerinin malik olduğu başka; çünkü onlar (bunlardan dolayı) kınanmazlar.
illâ `alâ ezvâcihim ev mâ meleket eymânühüm feinnehüm gayru melûmîn.
Eşleri ve cariyeleri dışında, mahrem yerlerini herkesten koruyanlar, doğrusu bunlar yerilmezler.
Ancak eşlerine ve cariyelerine karşı müstesna; çünkü onlar kınanmaz;
Ancak eşleri, yahut yeminlerinin/anlaşmalarının hak sahibi olduklari hariç; onlardan dolayı yerilmezler.
Ancak zevcelerine ve cariyelerine karşı hariç. Çünkü onlara yaklaştıklarında kınanmazlar.
Ancak onlar, eşleriyle, akitlerinin sahip olduğu şeyler konusunda kınanamazlar.
Onlar edep yerlerini, eşleri ve cariyelerinden başkasından korurlar. Yalnız bunlarla münasebeti olanlar ayıplanamazlar.
Yalnız eşlerine, ya da ellerinin altında bulunan(cariyelerin)e karşı (korumazlar. Bundan ötürü de) onlar kınanmazlar.
فَمَنِ ٱبْتَغَىٰ وَرَآءَ ذَٰلِكَ فَأُو۟لَٰٓئِكَ هُمُ ٱلْعَادُونَ ﴿٣١﴾
Bunlarda başkasını isteyenlere gelince, onlardır haddi aşanların ta kendileri.
Fakat bunun ötesini arayanlar, artık onlar sınırı çiğneyenlerdir.
femeni-btegâ verâe ẕâlike feülâike hümü-l`âdûn.
Bu sınırları aşmak isteyenler, işte onlar, aşırı gidenlerdir.
Bundan öteye (geçmek) isteyenler ise, onlar taşkınların ta kendileridir,
- bunun ötesini arayanlar ise aşırı gidenlerdir-
Bundan ötesini isteyenler, var ya işte onlar haddi aşanlardır.
Kim bunun ötesini isterse, işte böyleleri sınırı aşanların ta kendileridir.
Ama bu sınırın ötesine geçenler haddi aşmış, zulüm işlemiş olurlar.
Ama kim bundan ötesini ararsa, onlar (sınırı) aşanlardır.
وَٱلَّذِينَ هُمْ لِأَمَٰنَٰتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَٰعُونَ ﴿٣٢﴾
Ve öyle kişilerdir onlar ki emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler.
(Bir de) Onlar, kendilerine verilen emanete ve verdikleri ahde (harfiyyen) riayet edenlerdir.
velleẕîne hüm liemânâtihim ve`ahdihim râ`ûn.
Emanetlerini ve sözlerini yerine getirenler,
Emanetlerine ve ahitlerine riayet edenler;
Onlar güvenilirdirler, sözlerine bağlıdırlar;
Onlar emanetlerini ve ahitlerini gözetirler.
Bunlar, kendilerindeki emanetlere ve ahitlerine sadık kalırlar.
Onlar üzerlerine aldıkları emanetlere ve verdikleri sözlere riayet ederler.
Emanetlerini ve ahidlerini gözetirler.
وَٱلَّذِينَ هُم بِشَهَٰدَٰتِهِمْ قَآئِمُونَ ﴿٣٣﴾
Ve öyle kişilerdir onlar ki tanıklıklarında doğrudurlar.
Şahidliklerinde dosdoğru davrananlardır.
velleẕîne hüm bişehâdetihim ḳâimûn.
Şahidliklerini gereği gibi yapanlar,
Şahitliklerini (dosdoğru) yapanlar;
Gereği gibi tanıklıkta bulunurlar;
Şahitliklerinde dürüsttürler.
Bunlar, tanıklıklarını tam yaparlar.
Onlar şahitliklerini dürüstçe ifa ederler.
Şahidliklerini yaparlar.
وَٱلَّذِينَ هُمْ عَلَىٰ صَلَاتِهِمْ يُحَافِظُونَ ﴿٣٤﴾
Ve öyle kişilerdir onlar ki namazlarını korurlar.
Namazlarını (titizlikle) koruyanlardır.
velleẕîne hüm `alâ ṣalâtihim yüḥâfiżûn.
Namazlarına riayet edenler,
Namazlarını koruyanlar;
Namazlarına özen gösterirler.
Namazlarına devam ederler.
Ve bunlar, namazlarını/dualarını korurlar.
Onlar namazlarına tam dikkat ederler.
Namazlarını korurlar.
أُو۟لَٰٓئِكَ فِى جَنَّٰتٍۢ مُّكْرَمُونَ ﴿٣٥﴾
İşte onlardır cennetlerde ağırlananlar.
İşte onlar, cennetler içinde ağırlananlardır.
ülâike fî cennâtim mükramûn.
İşte onlar, cennetlerde ikram olunacak kimselerdir.
İşte bunlar, cennetlerde ağırlanırlar.
Onlar cennetlerde ağırlanırlar.
İşte bunlar cennetlerde ağırlanırlar.
İşte bunlar cennetlerde ikram göreceklerdir.
İşte bunlar cennetlerde ikrama nail olacaklar.
İşte onlar cennetlerde ağırlanırlar.
فَمَالِ ٱلَّذِينَ كَفَرُوا۟ قِبَلَكَ مُهْطِعِينَ ﴿٣٦﴾
Ne oluyor kafirlere ki sana doğru koşmadalar.
Şimdi inkar edenlere ne oluyor ki, boyunlarını sana uzatıp koşuyorlar.
femâ lilleẕîne keferû ḳibeleke mühti`în.
İnkar edenlere ne oluyor, sana doğru sağdan soldan topluluklar halinde koşuşuyorlar?
(Resulüm!) O kafirlere ne oluyor ki, sana doğru koşuyorlar?
Peki şimdi inkarcılara ne oluyor da senin önünde koşuşuyorlar?
Şimdi ne oluyor o inkâr edenlere ki, sana doğru boyunlarını uzatarak koşuyorlar:
O nankörlere ne oluyor ki, sana doğru, o yandan, bu yandan boyunlarını uzatarak geliyorlar;
O kâfirlere ne oluyor ki, seninle alay etmek maksadıyla sağdan soldan dağınık gruplar halinde, boyunlarını uzatarak sana doğru koşuyorlar.
Nankörlere ne oluyur ki sana doğru koşuyorlar?
عَنِ ٱلْيَمِينِ وَعَنِ ٱلشِّمَالِ عِزِينَ ﴿٣٧﴾
Sağdan ve soldan parçaparça ve bölükbölük.
Sağ yandan ve sol yandan bölükler halinde.
`ani-lyemîni ve`ani-şşimâli `izîn.
İnkar edenlere ne oluyor, sana doğru sağdan soldan topluluklar halinde koşuşuyorlar?
Bölük bölük sağından ve solundan(gelip etrafını sarıyorlar)
Sağdan, soldan gruplar halinde...
Sağdan ve soldan bölük bölük.
Sağdan ve soldan parçalar halinde.
O kâfirlere ne oluyor ki, seninle alay etmek maksadıyla sağdan soldan dağınık gruplar halinde, boyunlarını uzatarak sana doğru koşuyorlar.
Sağdan, soldan, ayrı ayrı gruplar halinde (gelip etrafını sarıyorlar)?
أَيَطْمَعُ كُلُّ ٱمْرِئٍۢ مِّنْهُمْ أَن يُدْخَلَ جَنَّةَ نَعِيمٍۢ ﴿٣٨﴾
Onların her biri, Naim cennetine sokulacaklarını mı umuyorlar?
Onlardan her biri, nimetlerle donatılmış cennete gireceğini mi umuyor (tamah ediyor)?
eyaṭme`u küllü-mriim minhüm ey yüdḫale cennete ne`îm.
Onlardan herbiri nimet bahçesine konulacağını mı umuyor?
Onlardan her biri nimet cennetine sokulacağını mı umuyor?
Herbiri, nimet cennetine sokulacağını mı umuyor?
Onlardan herbiri, bir nimet cennetine sokulacağını mı umuyor?
Onlardan herbiri nimet bahçesine konulacağını mı umuyor?
Onlardan her biri (iman etmeden) naîm cennetine yerleşmeye mi hevesleniyor?
Onlardan her biri, ni'met cennetine sokulacağını mı umuyor?
كَلَّآ ۖ إِنَّا خَلَقْنَٰهُم مِّمَّا يَعْلَمُونَ ﴿٣٩﴾
Fakat imkanı yok; şüphe yok ki biz, onları, onların da bildikleri şeyden yarattık.
Hayır; doğrusu Biz onları bildikleri şeyden yarattık.
kellâ. innâ ḫalaḳnâhüm mimmâ ya`lemûn.
Hayır; doğrusu onları kendilerinin de bildikleri şeyden yaratmışızdır.
Hayır (hiç ummasınlar!) Şüphesiz biz onları, kendilerinin de bildikleri şeyden yarattık (fakat ibret almadılar, imana gelmediler).
Asla; biz onları yarattık, bildikleri şeyden...
Hayır, biz onları bildikleri şeyden yarattık.
Hayır, ummasınlar! Gerçek şu ki biz onları, bildikleri şeyden yarattık.
(Hiç heveslenmesin, hiç kimsenin öteki insanlar üzerinde böbürlenmeye hakkı olamaz). Çünkü Biz onları da, öbür insanlar gibi, o bildikleri nesneden, meniden yarattık. [77,20; 86,5-10]
Hayır! Öyle şey yok! Biz onları bildikleri şeyden yarattık.
فَلَآ أُقْسِمُ بِرَبِّ ٱلْمَشَٰرِقِ وَٱلْمَغَٰرِبِ إِنَّا لَقَٰدِرُونَ ﴿٤٠﴾
Andolsun doğuların Rabbine ve batıların Rabbine, gerçekten de bizim gücümüz yeter.
Artık, doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim; Biz gerçekten güç yetireniz;
felâ uḳsimü birabbi-lmeşâriḳi velmegâribi innâ leḳâdirûn.
Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki, onların yerine daha iyilerini getirmeğe Bizim gücümüz yeter ve kimse de önümüze geçemez.
Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki, bizim gücümüz yeter:
Doğuların ve batıların Rabbine andolsun; bizim gücümüz yeter...
Artık o doğuların ve batıların Rabbine yemine ne gerek, elbette bizim gücümüz yeter.
İş, onların sandığı gibi değil! Doğuların ve batıların Rabbine yemin olsun ki, biz gerçeketen gücü yetenleriz;
Hayır, Allah'ın nizamı onların sandığı gibi değildir! Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki, Biz onların yerine kendilerinden daha hayırlı insanlar getirmeye kadiriz. Bizim elimizden kurtulan, gücümüzün yetmediği hiçbir şey yoktur. [40,57; 75,3-4; 56,60-61]
Yoo, doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki bizim gücümüz yeter:
عَلَىٰٓ أَن نُّبَدِّلَ خَيْرًۭا مِّنْهُمْ وَمَا نَحْنُ بِمَسْبُوقِينَ ﴿٤١﴾
Onlardan daha hayırlısını, yerlerine geçirmeye ve kimse önümüze geçemez.
Onların yerine kendilerinden daha hayırlılarına getirip-değiştirmeye. Üstelik Bizim önümüze geçilemez.
`alâ en nübeddile ḫayram minhüm vemâ naḥnü bimesbûḳîn.
Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki, onların yerine daha iyilerini getirmeğe Bizim gücümüz yeter ve kimse de önümüze geçemez.
Şüphesiz onların yerine daha iyilerini getirmeye bizim gücümüz yeter ve kimse bizim önümüze geçemez.
Onları, kendilerinden daha iyilerle değiştirmeye... Bizi kimse yenemez
Onları kendilerinden daha hayırlı olanlarla değiştirebiliriz ve bizim önümüze geçilmez.
Onları kendilerinden daha üstün olanlarla değiştirmeye... Ve biz önüne geçilebilecekler değiliz.
Hayır, Allah'ın nizamı onların sandığı gibi değildir! Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki, Biz onların yerine kendilerinden daha hayırlı insanlar getirmeye kadiriz. Bizim elimizden kurtulan, gücümüzün yetmediği hiçbir şey yoktur. [40,57; 75,3-4; 56,60-61]
Onları, kendilerinden daha hayırlı olanlarla değiştirmeğe. Bizim önümüze geçilmez (bize engel olunamaz).
فَذَرْهُمْ يَخُوضُوا۟ وَيَلْعَبُوا۟ حَتَّىٰ يُلَٰقُوا۟ يَوْمَهُمُ ٱلَّذِى يُوعَدُونَ ﴿٤٢﴾
Bırak artık onları dalsınlar daldıklarına ve oynasınlar oynadıklarıyla, kendilerine vaadedilen güne kavuşuncaya dek.
Şu halde sen, kendilerine vadedilen (azap) günlerine kavuşuncaya kadar onları bırak; dalıp-oynasınlar, oyalansınlar.
feẕerhüm yeḫûḍû veyel`abû ḥattâ yülâḳû yevmehümü-lleẕî yû`adûn.
Onları bırak; kendilerine söz verilen güne kavuşmalarına kadar dalıp oynasınlar.
Ama sen onları (şimdilik) bırak da, tehdit edildikleri günlerine kavuşuncaya dek dalsınlar, oynayadursunlar.
Bırak onları, kendilerine söz verilen gün ile karşı karşıya gelinceye kadar dalsınlar, oynasınlar.
O halde bırak onları, kendilerine vaad edilen günlerine kavuşuncaya kadar dalıp oynayadursunlar.
Bırak onları! Dalsınlar, oynasınlar kendileri için belirlenen günlerine ulaşıncaya kadar.
Artık sen onları kendi hallerine bırak da, kendilerine vâd edilen gün gelinceye kadar bâtıla dalsın, oynasınlar.
Bırak onları kendilerine va'dedilen günlerine kavuşuncaya kadar dalsın, oynasınlar.
يَوْمَ يَخْرُجُونَ مِنَ ٱلْأَجْدَاثِ سِرَاعًۭا كَأَنَّهُمْ إِلَىٰ نُصُبٍۢ يُوفِضُونَ ﴿٤٣﴾
O gün, kabirlerinden çıkarlar da koşmaya başlarlar, sanki dikilmiş hedeflere yelmedeler.
Kabirlerinden koşarcasına çıkarılacakları gün, sanki onlar dikili birşeye yönelmiş gibidirler.
yevme yaḫrucûne mine-l'ecdâŝi sirâ`an keennehüm ilâ nüṣubiy yûfiḍûn.
Kabirlerden çabuk çabuk çıkacakları gün, gözleri dönmüş, yüzlerini zillet bürümüş olarak sanki dikili taşlara doğru koşarlar. İşte bu, onlara söz verilmiş olan gündür.
O gün onlar, sanki dikili bir şeye koşuyorlar gibi, kabirlerinden fırlaya fırlaya çıkarlar.
O gün mezarlarından hızlı hızlı çıkarlar; kurban taşına sürülüyorlarmış gibi...
O gün kabirlerden hızlı hızlı çıkacaklar, sanki putlara gidiyorlarmış gibi fırlayacaklar.
O gün, kabirlerden fırlayarak çıkarlar. Dikilmiş putlara doğru akın akın gider gibidirler.
O gün onlar kabirlerinden çıkıp sür'atle sanki bir hedefe varmak istercesine koşarlar.
O gün kabirlerden hızlı hızlı çıkarlar. Onlar dikilen(putlara yahut hedef)lere doğru koşar gibi (koşarlar).
خَٰشِعَةً أَبْصَٰرُهُمْ تَرْهَقُهُمْ ذِلَّةٌۭ ۚ ذَٰلِكَ ٱلْيَوْمُ ٱلَّذِى كَانُوا۟ يُوعَدُونَ ﴿٤٤﴾
Gözleri yerde, üstlerine aşağılık çökmüş; işte onlara vaadedilen gün, bugündür.
Gözleri 'korkudan ve dehşetten düşük' yüzlerini de bir zillet kaplamış; işte bu, kendilerine vadedilmekte olan (kıyamet ve azap) günüdür.
ḫâşi`aten ebṣâruhüm terheḳuhüm ẕilleh. ẕâlike-lyevmü-lleẕî kânû yû`adûn.
Kabirlerden çabuk çabuk çıkacakları gün, gözleri dönmüş, yüzlerini zillet bürümüş olarak sanki dikili taşlara doğru koşarlar. İşte bu, onlara söz verilmiş olan gündür.
Gözleri horluktan aşağı düşmüş ve kendileri zillete bürünmüş bir halde. İşte bu, onların tehdit edilegeldikleri gündür!
Gözleri dönmüş, kendilerini utanç sarmış olarak. İşte bu, onlara söz verilmiş olan gündür.
Gözleri düşük, kendilerini bir alçaklık saracak da saracak. İşte onlara vaad edilen gün, o gündür.
Gözleri yere eğik; bir zillet kuşatmıştır onları. İşte bu gündür onlara vaat edilmiş olan.
Gözleri yerde, kendilerini baştan aşağı bir zillet kaplamış durumdadır.İşte kendilerine vâd edilen gün, bugündür.
Gözleri düşük, yüzlerini alçaklık bürümüş bir durumda. İşte onlara va'dedilen gün, bugündür.