Settings
Surah Sad [Sad] in Turkish
صٓ ۚ وَٱلْقُرْءَانِ ذِى ٱلذِّكْرِ ﴿١﴾
Sad, andolsun şerefli Kur'an'a.
Sad, Zikir dolu Kur'an'a andolsun;
ṣâd. velḳur'âni ẕi-ẕẕikr.
Sad. Öğüt veren Kuran'a and olsun ki, inkar edenler gurur ve ayrılık içindedirler.
Sad. Öğüt veren Kur'an'a yemin ederim ki,
SS; mesajı içeren bu Kuran'a andolsun.
Sâd. Bu zikirle dolu Kur'ân'a bak!
Sâd. Zikir/öğüt/uyarı dolu Kur'an'a yemin olsun ki,
Sâd. Bu şanlı şerefli Kur'ân hakkı için:
Sad, (uyarıcı) ve şanlı Kur'an'a andolsun ki,
بَلِ ٱلَّذِينَ كَفَرُوا۟ فِى عِزَّةٍۢ وَشِقَاقٍۢ ﴿٢﴾
Kafir olanlar, ululanmadalar ve isyan içindeler.
Hayır; o inkar edenler (boş) bir gurur ve bir parçalanma içindedirler.
beli-lleẕîne keferû fî `izzetiv veşiḳâḳ.
Sad. Öğüt veren Kuran'a and olsun ki, inkar edenler gurur ve ayrılık içindedirler.
Küfredenler, (iddia ettiklerinin) aksine, birgurur ve tefrika içindedirler.
Doğrusu, inkar edenler kibir ve ayrılık içindedir.
O inkâr edenler bir gurur ve ayrılık içindedirler.
İş hiç de onların sandığı gibi değil! O küfre sapanlar bir gurur, ayrılık ve bütünden kopuş içindedirler.
(Kâfirler) Bu Kur'ân’ı onda şüpheye yer verecek herhangi bir taraf olduğundan değil, ama asıl kendileri Allah’a karşı kibir ve muhalefet taşıdıkları için inkâr ediyorlar.
İnkar edenler bir gurur ve ayrılık içindedirler.
كَمْ أَهْلَكْنَا مِن قَبْلِهِم مِّن قَرْنٍۢ فَنَادَوا۟ وَّلَاتَ حِينَ مَنَاصٍۢ ﴿٣﴾
Onlardan önce nice ümmetleri helak ettik de bağrışıp çığrıştılar ama kurtuluş vakti çoktan geçmişti.
Biz kendilerinden önce, nice kuşakları yıkıma uğrattık da onlar feryad ettiler; ancak (artık) kurtulma zamanı değildi.
kem ehleknâ min ḳablihim min ḳarnin fenâdev velâte ḥîne menâṣ.
Onlardan önce nice nesilleri yok ettik. Feryat ediyorlardı; oysa artık kurtulma zamanı değildi.
Onlardan önce nice nesilleri helak ettik. O zaman feryat ettiler. Halbuki artık kurtulma zamanı değildi.
Onlardan önce nice nesilleri yok ettik. Feryat ettiler, ancak artık kurtuluş zamanı değildi.
Kendilerinden önce nicelerini helak ettik. Onlar çağrıştılar. Ama artık kurtuluş vakti değildi.
Onlardan önce nice nesilleri helâk ettik biz, bağrıştılar onlar, fakat kurtuluş yoktu; geçmişti zaman.
Biz onlardan önce nice nesilleri silip süpürdük. O zaman ne çığlıklar, ne feryatlar kopardılar! Ama kurtuluş zamanı çoktan geçmişti! [21,12-13]
Onlardan önce nice nesilleri helak ettik de feryad ettiler; fakat artık kurtuluş zamanı geçmişti.
وَعَجِبُوٓا۟ أَن جَآءَهُم مُّنذِرٌۭ مِّنْهُمْ ۖ وَقَالَ ٱلْكَٰفِرُونَ هَٰذَا سَٰحِرٌۭ كَذَّابٌ ﴿٤﴾
Onların cinsinden bir korkutucu geldi mi şaşıp kalırlar da kafirler derler ki: Bu, bir büyücü ve pek yalancı.
İçlerinden kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar. Kafirler dedi ki: \"Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür.\"
ve`acibû en câehüm münẕirum minhüm. veḳâle-lkâfirûne hâẕâ sâḥirun keẕẕâb.
Aralarından bir uyarıcının gelmesine şaşmışlardı. İnkarcılar: \"Bu, pek yalancı bir sihirbazdır; tanrıları tek bir tanrı mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şeydir\" demişlerdi.
Aralarından kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve kafirler: Bu pek yalancı bir sihirbazdır!
Onlara, kendilerinden bir uyarıcının gelmesini yadırgadılar. İnkarcılar, \"Bu pek yalancı bir büyücüdür,\" dediler,
İçlerinden kendilerine uyarıcı bir peygamber geldiğine şaştılar da kâfirler: \"Bu bir sihirbazdır, yalancıdır\" dediler.
Kendi içlerinden kendilerine bir uyarıcı geldi diye şaşıp kaldılar. Ve şöyle dedi bu nankörler: \"Bu adam yalanlar düzen bir büyücü...\"
İçlerinden kendilerini uyarıp irşad edecek birinin gelmesine her nedense şaşırdılar ve o kâfirler: “Bu bir sihirbaz, bir yalancı! İşte tutmuş bunca ilahı bir tek ilah yapmış! Bu gerçekten şaşılacak, çok tuhaf bir şey!” dediler. [10,2]
Onlara kendilerinden bir uyarıcı (peygamber) gelmesine hayret ettiler de o kafirler dediler ki: \"Bu yalancı bir sihirbazdır.\"
أَجَعَلَ ٱلْءَالِهَةَ إِلَٰهًۭا وَٰحِدًا ۖ إِنَّ هَٰذَا لَشَىْءٌ عُجَابٌۭ ﴿٥﴾
Mabutları bir tek mabut mu kabul.etmiş? Gerçekten de bu, elbette pek şaşılacak şey.
\"İlahları bir tek ilah mı yaptı? Doğrusu bu, şaşırtıcı bir şey.\"
ece`ale-l'âlihete ilâhev vâḥidâ. inne hâẕâ leşey'ün `ucâb.
Aralarından bir uyarıcının gelmesine şaşmışlardı. İnkarcılar: \"Bu, pek yalancı bir sihirbazdır; tanrıları tek bir tanrı mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şeydir\" demişlerdi.
Tanrıları, tek tanrı mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şeydir! dediler.
\"Tanrıları tek tanrı mı yaptı? Bu, gerçekten çok tuhaf!\"
\"İlâhları, bir tek ilâh mı kılmış? Bu gerçekten şaşılacak bir şey, çok tuhaf!\"
\"İlahları bir tek tanrı mı yapmış? Bu, gerçekten hayret edilecek bir şey!\"
İçlerinden kendilerini uyarıp irşad edecek birinin gelmesine her nedense şaşırdılar ve o kâfirler: “Bu bir sihirbaz, bir yalancı! İşte tutmuş bunca ilahı bir tek ilah yapmış! Bu gerçekten şaşılacak, çok tuhaf bir şey!” dediler. [10,2]
Tanrıları bir tek tanrı mı yaptı? Bu, cidden tuhaf bir şeydir.
وَٱنطَلَقَ ٱلْمَلَأُ مِنْهُمْ أَنِ ٱمْشُوا۟ وَٱصْبِرُوا۟ عَلَىٰٓ ءَالِهَتِكُمْ ۖ إِنَّ هَٰذَا لَشَىْءٌۭ يُرَادُ ﴿٦﴾
Ve ileri gelenlerinden.bir kısmı, kalkıp gitmiş ve yürüyün demiştir ve dayanın mabutlarınıza kulluk etmede; şüphe yok ki istenen şey de budur elbet.
Onlardan önde gelen bir grup: \"Yürüyün, ilahlarınıza karşı (bağlılıkta) kararlı olun; çünkü asıl istenen budur\" diye çekip gitti.
venṭaleḳa-lmeleü minhüm eni-mşû vaṣbirû `alâ âlihetiküm. inne hâẕâ leşey'üy yürâd.
Onlardan ileri gelenler: \"Yürüyün, tanrılarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur. Başka dinde de bunu işitmedik; bu ancak bir uydurmadır. Kuran, aramızda ona mı indirilmeliydi?\" dediler. Hayır, bunlar Kuran'ımızdan şüphededirler. Hayır, azabımızı henüz tatmamışlardır.
Onlardan ileri gelenler: Yürüyün, tanrılarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur.
Onların liderleri öne fırladılar, \"Yürüyün, tanrılarınıza bağlı kalın. Sizden istenen sadece budur.\"
İçlerinden ileri gelenler fırladılar ve dediler ki: \"İlâhlarınız üzerinde sabır ve sebat edin. Bu, gerçekten arzu edilen bir murad!\"
İçlerinden kodaman bir grup öne çıktı: \"Haydi, yürüyün! İlahlarınıza sahip çıkmada kararlı davranın! Gerçek şu ki, istenip beklenen şey budur.\"
İçlerinden önde gelen eşraf takımı derhal harekete geçip “Hâla mı duruyorsunuz, kalkın yürüyüp gösteri yapın ve ilahlarınız konusunda direnip dayanacağınızı ilan edin! Bu, cidden yapılması gerken bir şeydir!” dediler.
Onlardan bir grup fırladı: \"Yürüyün tanrılarınıza bağlı kalın. Çünkü bu, arzu edilen bir şeydir.\"
مَا سَمِعْنَا بِهَٰذَا فِى ٱلْمِلَّةِ ٱلْءَاخِرَةِ إِنْ هَٰذَآ إِلَّا ٱخْتِلَٰقٌ ﴿٧﴾
Biz bunu son dinlerin hiçbirinde duymadık, bu, ancak bir yalan.
\"Biz bunu, diğer dinde işitmedik, bu, içi boş bir uydurmadan başkası değildir.\"
mâ semi`nâ bihâẕâ fi-lmilleti-l'âḫirah. in hâẕâ ille-ḫtilâḳ.
Onlardan ileri gelenler: \"Yürüyün, tanrılarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur. Başka dinde de bunu işitmedik; bu ancak bir uydurmadır. Kuran, aramızda ona mı indirilmeliydi?\" dediler. Hayır, bunlar Kuran'ımızdan şüphededirler. Hayır, azabımızı henüz tatmamışlardır.
Son dinde de bunu işitmedik. Bu, ancak bir uydurmadır.
\"Son dinde böylesini işitmedik. Bu bir uydurmadır.\"
\"Biz bunu başka bir dinde işitmedik, bu mutlaka bir uydurmadır.\"
\"Öteki millette işitmedik böyle bir şey. Bu bir uydurmadan başka şey değildir.\"
“Doğrusu biz bu tevhid inancını son dinde de görmedik. Bu sırf bir uydurma!”
Biz bu(nun söylediği)ni (babalarımızın bağlı olduğu) öteki dinde işitmedik. Bu uydurmadan başka bir şey değildir.!
أَءُنزِلَ عَلَيْهِ ٱلذِّكْرُ مِنۢ بَيْنِنَا ۚ بَلْ هُمْ فِى شَكٍّۢ مِّن ذِكْرِى ۖ بَل لَّمَّا يَذُوقُوا۟ عَذَابِ ﴿٨﴾
Kur'an, aramızdan ona mı indirildi? Hayır, onlar, benim vahyimden şüphedeler; hayır, onlar daha tatmadılar azabımı.
\"Zikir (Kur'an), içimizden ona mı indirildi?\" Hayır, onlar Benim zikrimden bir kuşku içindedirler. Hayır, onlar henüz Benim azabımı tatmamışlardır.
eünzile `aleyhi-ẕẕikru mim beyninâ. bel hüm fî şekkim min ẕikrî. bel lemmâ yeẕûḳû `aẕâb.
Onlardan ileri gelenler: \"Yürüyün, tanrılarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur. Başka dinde de bunu işitmedik; bu ancak bir uydurmadır. Kuran, aramızda ona mı indirilmeliydi?\" dediler. Hayır, bunlar Kuran'ımızdan şüphededirler. Hayır, azabımızı henüz tatmamışlardır.
Kur'an aramızdan Muhammed'e mi indirildi? diyerek kalkıp yürüdüler. Belki, bunlar Kur'an'ım hakkında şüphe içine düştüler. Hayır! Azabımı henüz tatmadılar.
\"Mesaj, neden aramızdan ona indirildi?\" Aslında, onlar mesajımdan kuşku içindedirler. Hayır, onlar azabı henüz tatmadılar.
\"Kur'ân aramızdan ona mı indirilmiş?\" dediler. Doğrusu onlar benim Kur'ân'ımdan bir kuşku içindeler. Ve doğrusu onlar henüz azabımı tatmadılar.
\"Öğüt ve uyarı, içimizden ona mı indirildi?\" Hayır, onlar benim zikrimden/Kur'an'ımdan kuşkulandılar. Hayır, onlar benim azabımı henüz tatmadılar.
Biz bu kadar eşraf dururken, kitap gönderilecek bir o mu kalmış!” Hayır, hayır! Onlar Benim buyruklarım hakkında tam bir şüphe içindedirler, doğrusu onlar azabımı henüz tatmadılar. [43,31-32]
O Zikr (uyarı, başka kimse kalmadı da) aramızdan ona mı indirildi? Doğrusu, onlar benim Zikr'imden yana şüphe içindedirler. Hayır, onlar henüz azabımı tadmadılar!..
أَمْ عِندَهُمْ خَزَآئِنُ رَحْمَةِ رَبِّكَ ٱلْعَزِيزِ ٱلْوَهَّابِ ﴿٩﴾
Yoksa üstün ve vergisi bol Rabbinin hazineleri, onların yanında mı?
Yoksa, güçlü ve üstün olan, karşılıksız bağışlayan Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır?
em `indehüm ḫazâinü raḥmeti rabbike-l`azîzi-lvehhâb.
Yoksa, güçlü ve çok ihsan sahibi olan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır?
Yoksa aziz ve lütufkar olan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır!
Yoksa Üstün olan ve Bahşeden Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır?
Yoksa sana o Kur'ân'ı veren çok güçlü ve ihsan sahibi Rabbinin hazineleri onların yanında mı?
Yoksa Azîz, Vahhâb olan Rabbinin rahmetinin hazineleri onların katında mı?
O mutlak galip, her nimeti ve özellikle peygamberliği dilediğine ihsan eden Rabbinin rahmet hazineleri yoksa onların mı yanında? [4,53-55; 17,100]
Yoksa daima üstün olan, çok lutufta bulunan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mı?
أَمْ لَهُم مُّلْكُ ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا ۖ فَلْيَرْتَقُوا۟ فِى ٱلْأَسْبَٰبِ ﴿١٠﴾
Yahut da göklerin ve yeryüzünün ve ikisinin arasındakilerin saltanat ve tedbiri, onların mı? Öyleyse ağsınlar göklerin kapılarına.
Yoksa göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunanların mülkü onların mı? Öyleyse, sebepler içinde (bir imkan ve güç bularak göğe) yükselsinler.
em lehüm mülkü-ssemâvâti vel'arḍi vemâ beynehümâ. felyerteḳû fi-l'esbâb.
Yahut, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların hükümranlığı onların elinde midir? Öyle ise sebeplere tevessül edip göğe yükselsinler!
Yahut göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların hükümranlığı onların elinde midir? Öyleyse (göklerin) yollarında yükselsinler (görelim)!
Yoksa göklerin, yerin ve aralarındakilerin yönetimi onlara mı aittir? Bırak, kendi kendilerini yüceltsinler.
Yoksa bütün o göklerin, yerin ve aralarındakilerin mülkü onların mı? Öyle ise bütün imkanlarını seferber ederek yükselsinler de görelim!
Yoksa göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunanların mülk ve saltanatı onların mı? Eğer öyleyse sebepler içinde yükselsinler.
Yoksa göklerin, yerin ve ikisi arasında olan varlıkların hakimiyet ve yönetimi onlara mı ait? Haydi, ellerinden geliyorsa sebep ve vasıtalarını temin etsinler de göğe çıksınlar (âlemi oradan yönetsin, vahyi de isteklerine göre indirsinler!)
Yoksa göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların mülkü onların mı? Öyleyse sebepler (vasıtalar) içinde yükselsinler (vasıtalara binip göklere çıksınlar da oradan alemi yönetsinler, vahyi de kendi isteklerine göre indirsinler).
جُندٌۭ مَّا هُنَالِكَ مَهْزُومٌۭ مِّنَ ٱلْأَحْزَابِ ﴿١١﴾
Bir ordudur onlar ki bölükbölük toplanmış ve buracıkta bozguna uğrayacaklar.
Onlar, burada (çeşitli) fırkalardan olma bozguna uğratılmış bir ordu(durlar).
cündüm mâ hünâlike mehzûmüm mine-l'aḥzâb.
Onlar burada takım takım bozguna uğramış perişan bir ordudur.
Onlar, çeşitli guruplardan oluşmuş bir ordudur; işte şurada bozguna uğratılacaklardır.
Aksine onlar parti parti yenilgiye uğramış bir ordudur.
Onlar burada çeşitli partilerden (gruplardan) bozguna uğramış bir ordudur.
Kabilelerden oluşmuş, sözüm ona bir ordudur bu; şurada bozguna uğratılacaktır.
Bunu yapmaları şöyle dursun, onlar birtakım döküntü bölüklerden oluşup buracıkta bozguna uğratılacak bozuk bir ordu!
(Onlar) Şurada bozguna uğratılacak derme çatma bir ordudur.
كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍۢ وَعَادٌۭ وَفِرْعَوْنُ ذُو ٱلْأَوْتَادِ ﴿١٢﴾
Onlardan önce de Nuh'un ve Âd'ın ve ordular sahibi Firavun'un kavimleri, yalanladılar.
Onlardan önce Nuh kavmi, Ad ve kazıklar sahibi Firavun da yalanlamıştı.
keẕẕebet ḳablehüm ḳavmü nûḥiv ve`âdüv vefir`avnü ẕü-l'evtâd.
Onlardan önce Nuh milleti, Ad, sarsılmaz bir saltanatın sahibi Firavun, Semud, Lut milleti, Eykeliler de peygamberleri yalanlamıştı. İşte bunlar da peygamberlerine karşı birleşen topluluklardır.
Onlardan önce Nuh kavmi, Âd kavmi, kazıklar sahibi Firavun da, yalanladılar.
Onlardan önce Nuh halkı, Ad ve piramitler sahibi Firavun da yalanlamıştı.
Onlardan önce Nuh kavmi, Âd kavmi ve saltanat sahibi Firavun da yalanlamışlardı.
Onlardan önce Nûh kavmi ve Âd da yalanlamıştı. Kazıklar sahibi Firavun da...
Onlardan önce Nûh, Âd toplumları ve ordular sahibi Firavun toplumu da Peygamberleri yalancı saydılar.Semûd ve Lût toplumları, Eykeliler de öyle yaptılar. İşte bunlar, peygamberlere karşı toplanan hiziplerdi.
Onlardan önce de Nuh kavmi, Ad (kavmi) ve kazıklar sahibi (temelleri kazık gibi yere çakılmış, yüksek pramitler yaptıran) Fir'avn da yalanlamıştı.
وَثَمُودُ وَقَوْمُ لُوطٍۢ وَأَصْحَٰبُ لْـَٔيْكَةِ ۚ أُو۟لَٰٓئِكَ ٱلْأَحْزَابُ ﴿١٣﴾
Ve Semud'un kavmi ve Lut kavmi ve Ashabı Eyke; işte bunlardır bölükler.
Semud, Lut kavmi ile Eyke halkı da. İşte onlar (Allah'a karşı isyanda birleşen ve güç toplayan) fırkalar(dı).
veŝemûdü veḳavmü lûṭiv veaṣḥâbü-l'eykeh. ülâike-l'aḥzâb.
Onlardan önce Nuh milleti, Ad, sarsılmaz bir saltanatın sahibi Firavun, Semud, Lut milleti, Eykeliler de peygamberleri yalanlamıştı. İşte bunlar da peygamberlerine karşı birleşen topluluklardır.
Semud, Lut kavmi ve Eyke halkı da (peygamberleri) yalanladılar. İşte bunlar da (peygamberlere karşı) birleşen topluluklardır.
Semud, Nuh halkı ve Eykeliler de... Onlar partilerdi.
Semûd kavmi, Lut kavmi ve Eykeliler (Şuayb kavmi) de yalanlamışlardı. İşte o çeşitli partiler bunlardır.
Semûd, Lût kavmi, o sık ağaçları besleyen su kaynağının sahipleri Eykeliler de. İşte onlar da böyle hiziplerdi.
Onlardan önce Nûh, Âd toplumları ve ordular sahibi Firavun toplumu da Peygamberleri yalancı saydılar.Semûd ve Lût toplumları, Eykeliler de öyle yaptılar. İşte bunlar, peygamberlere karşı toplanan hiziplerdi.
Semud (kavmi), Lut kavmi ve Eyke halkı da (böyle yapmıştı). İşte onlar da (peygamberlere karşı birleşik) kabilelerdi.
إِن كُلٌّ إِلَّا كَذَّبَ ٱلرُّسُلَ فَحَقَّ عِقَابِ ﴿١٤﴾
Her biri, peygamberleri ancak yalanladılar da azabı hak ettiler.
Hepsi de elçileri yalanladılar, böylece azapla-sonuçlandırmam (onlara) hak oldu.
in küllün illâ keẕẕebe-rrusüle feḥaḳḳa `iḳâb.
Hepsi peygamberleri yalanladı da azabımı hakettiler.
Onların her biri gönderilen peygamberleri yalanladılar da bu yüzden (kendilerine) azabım hak oldu.
Hepsi de elçileri yalanladılar ve cezamı hakkettiler.
Hepsi de gönderilen peygamberleri yalanladılar da azabım böyle hak oldu.
Bunların hepsi, resulleri yalanlamaktan başka bir şey yapmadılar. Sonunda azabım hak oldu.
Bunların her biri peygamberlere yalancı demiş ve cezalarını hak etmişlerdi.
Hepsi de elçileri yalanladılar, benim cezamı hak ettiler.
وَمَا يَنظُرُ هَٰٓؤُلَآءِ إِلَّا صَيْحَةًۭ وَٰحِدَةًۭ مَّا لَهَا مِن فَوَاقٍۢ ﴿١٥﴾
Ve bunlar da bekliyorlar ancak o tek bağrışı ki vakti geldi miydi, gecikmesine, dönmesine imkan yok.
Bunlar da, (geldiğinde) bir anlık gecikmesi bile olmayan bir tek çığlıktan başkasını gözetlemiyorlar.
vemâ yenżuru hâülâi illâ ṣayḥatev vâḥidetem mâ lehâ min fevâḳ.
Bunlar da ancak, bir an gecikmesi olmayan tek bir çığlık beklemektedirler.
Bunlar da ancak, bir an gecikmesi olmayan korkunç bir ses beklemektedirler.
Bunlar, onması olmayan bir tek patlama bekliyorlar.
Onlar da bir tek haykırışa bakıyorlar. Öyle ki onun gecikmesi de yoktur.
Bunların beklediği de sadece, en küçük bir gecikmesi olmayan o müthiş titreşimli tek sestir.
Onların kabirlerden dirilmeleri sadece bir tek çağrıya bakar. Ses yayılır yayılmaz hemen kalkarlar.
Bunlar(ın işi) de sadece geri dönmesi olmayan bir na'raya bakıyor.
وَقَالُوا۟ رَبَّنَا عَجِّل لَّنَا قِطَّنَا قَبْلَ يَوْمِ ٱلْحِسَابِ ﴿١٦﴾
Ve Rabbimiz derler, soru gününden önce tez ver azabımızı.
(Alaylı alaylı) Dediler ki: \"Rabbimiz, hesap gününden önce (azaptan bize vadettiğin) payımızı çabuklaştırıver.\"
veḳâlû rabbenâ `accil lenâ ḳiṭṭanâ ḳable yevmi-lḥisâb.
Onlar ise \"Rabbimiz! Bizim payımızı hesap gününden önce ver\" derler.
Rabbimiz! Bizim payımızı hesap gününden önce ver, dediler.
Ve, \"Rabbimiz, Hesap Gününden önce acele olarak payımızı ver,\" diye meydan okudular.
Bir de: \"Ey Rabbimiz! Hesap gününden önce bizim azabdan payımızı acele ver\" dediler.
Şöyle dediler: \"Rabbimiz, bizim payımızı/hesap defterimizi, hesap gününden önce çabucak ver!\"
Bir de o kâfirler alayla şöyle dediler: “Ey bizim Rabbimiz, bizim azap payımızı hesap günü gelmeden çabuklaştır.”
(Alay ederek) Dediler ki: \"Rabbimiz, bizim (azab) payımızı hesap gününden önce, hemen ver.\"
ٱصْبِرْ عَلَىٰ مَا يَقُولُونَ وَٱذْكُرْ عَبْدَنَا دَاوُۥدَ ذَا ٱلْأَيْدِ ۖ إِنَّهُۥٓ أَوَّابٌ ﴿١٧﴾
Sabret ne derlerse ve an güçlükuvvetli kulumuz Davud'u, şüphe yok ki o, daima Rabbine dönen, tövbe eden bir kuldu.
Sen onların söylediklerine karşı sabret ve Bizim güç sahibi kulumuz Davud'u hatırla; çünkü o, (her tutum ve davranışında Allah'a) yönelen biriydi.
iṣbir `alâ mâ yeḳûlûne veẕkür `abdenâ dâvûde ẕe-l'eyd. innehû evvâb.
Onların söylediklerine sabret; güçlü kulumuz Davud'u an; o, daima Allah'a yönelirdi.
(Resulüm!) Onların söylediklerine sabret, kulumuz Davud'u, o kuvvet sahibi zatı hatırla. O, hep Allah'a yönelirdi.
Onların sözlerine karşı sabırlı ol, becerikli bir kulumuz olan Davud'u anımsa; o (Tanrı'ya) sürekli itaat ederdi.
Şimdi sen onların dediklerine sabret de kuvvetli kulumuz Davud'u hatırla. Çünkü o, zikir ve tesbih ile bize yönelmişti.
Onların dediklerine sabret! O kuvvet sahibi kulumuz Davûd'u an! O, tespih nağmeleri döktüren bir kul idi.
Onlar ne derlerse desinler sen sabret ve güçlü kuvvetli bir kulumuz olan Davud'u hatırla. Çünkü o daima Allah’a yönelirdi.
Onların dediklerine sabret de güçlü kulumuz Davud'u an; çünkü o (bize) çok başvururdu.
إِنَّا سَخَّرْنَا ٱلْجِبَالَ مَعَهُۥ يُسَبِّحْنَ بِٱلْعَشِىِّ وَٱلْإِشْرَاقِ ﴿١٨﴾
Şüphe.yok ki biz, dağları ram etmiştik ona, akşam ve kuşluk çağlarında, onunla beraber Rabbi tenzih ederlerdi.
Doğrusu Biz dağlara boyun eğdirdik, akşam ve sabah kendisiyle birlikte (Allah'ı) tesbih ederlerdi.
innâ seḫḫarne-lcibâle me`ahû yüsebbiḥne bil`aşiyyi vel'işrâḳ.
Doğrusu Biz, akşam sabah onunla beraber tesbih eden dağları, kuşları da toplu halde onun buyruğu altına vermiştik. Her biri ona yönelmekteydi.
Biz, dağları onun emrine vermiştik. Akşam sabah onunla beraber tesbih ederlerdi.
Dağları onun emrine vermiştik; onunla birlikte akşamleyin ve tan doğumu (Tanrı'yı) yüceltirlerdi.
Biz, dağları onun emrine vermiştik. Akşamsabah onunla birlikte tesbih ederlerdi.
Dağları onunla birlikte buyruk altına almıştık: Akşam-sabah birlikte tespih ederlerdi.
Biz sabah akşam kendisiyle zikir ve ibadet etmeleri için dağları, toplu haldeki kuşları onun hizmetine vermiştik. Her biri onun âhengine katılır, beraber zikrederlerdi. [34,10]
Biz dağları onunla beraber (tesbih etmeleri için) boyun eğdirmiştik; akşam sabah onunla tesbih ederler (onun yaptığı tesbihle çınlarlar)dı.
وَٱلطَّيْرَ مَحْشُورَةًۭ ۖ كُلٌّۭ لَّهُۥٓ أَوَّابٌۭ ﴿١٩﴾
Ve kuşlar da toplanmıştı, hepsi de ona itaat ederdi.
Ve toplanıp gelen kuşları da. Hepsi onunla (Allah'ı tesbih etmede uyum içinde) yönelip-dönmekte olanlar idi.
veṭṭayra maḥşûrah. küllül lehû evvâb.
Doğrusu Biz, akşam sabah onunla beraber tesbih eden dağları, kuşları da toplu halde onun buyruğu altına vermiştik. Her biri ona yönelmekteydi.
Kuşları da toplu halde onun emri altına vermiştik. Hepsi de ona uyarak zikir ve tesbih ederlerdi.
Kuşlar da toplanmıştı; hepsi onun buyruğunu izlerdi.
Kuşları da toplu olarak onun emrine vermiştik. Hepsi de ona uyarak zikir ve tesbih ederlerdi.
Kuşlar da toplu halde onunla beraberdi. Hepsi, onun tespih nağmelerine katılırdı.
Biz sabah akşam kendisiyle zikir ve ibadet etmeleri için dağları, toplu haldeki kuşları onun hizmetine vermiştik. Her biri onun âhengine katılır, beraber zikrederlerdi. [34,10]
Toplanıp gelen kuşları da (ona ram etmiştik). Hepsi onun nağmesine katılır (beraber tesbih ederler)di.
وَشَدَدْنَا مُلْكَهُۥ وَءَاتَيْنَٰهُ ٱلْحِكْمَةَ وَفَصْلَ ٱلْخِطَابِ ﴿٢٠﴾
Ve onun saltanatını kuvvetlendirdik ve ona peygamberlik ve gerçekle batılı ayırt ediş bilgisini verdik.
Onun mülkünü güçlendirmiştik. Ona hikmet ve anlatım çarpıcılığını vermiştik.
veşedednâ mülkehû veâteynâhü-lḥikmete vefaṣle-lḫiṭâb.
Onun hükümranlığını kuvvetlendirmiştik. Ona hikmet ve kesin hüküm selahiyeti vermiştik.
Onun hükümranlığını kuvvetlendirmiş; ona hikmet ve güzel konuşma vermiştik.
Yönetimini güçlendirdik; ona bilgelik ve çok iyi bir yargılama gücü verdik.
Biz onun mülkünü kuvvetlendirmiş ve kendisine hikmet ve hakkı batıldan ayırt etme kabiliyeti vermiştik.
Mülk ve yönetimini güçlendirmiştik. Kendisine hikmet ve hakla bâtılı ayıran söz etme yeteneği vermiştik.
Biz onun hakimiyetini güçlendirdik, ona hikmet, nübüvvet, isabetli karar verme ve meramını güzelce ifade etme kabiliyeti verdik.
Onun mülkünü güçlendirmiştik, kendisine hikmet (peygamberlik, yüksek bilgi, hakkı batıldan ayırma, davaları çözme) ve açık, güzel konuşma (yeteneği) vermiştik.
۞ وَهَلْ أَتَىٰكَ نَبَؤُا۟ ٱلْخَصْمِ إِذْ تَسَوَّرُوا۟ ٱلْمِحْرَابَ ﴿٢١﴾
Sen, o davacılardan haber aldın mı? Hani Davud'un ibadet ettiği yerin duvarına tırmanmışlardı.
Sana o davacıların haberi geldi mi? Hani mihraba (Davud'un bulunduğu yere girmek için) yüksek duvardan tırmanmışlardı.
vehel etâke nebeü-lḫaṣm. iẕ tesevveru-lmiḥrâb.
Sana davacıların haberi ulaştı mı? Mabedin duvarına tırmanıp Davud'un yanına girmişlerdi de, o onlardan ürkmüştü. Şöyle demişlerdi: \"Korkma, birbirinin hakkına tecavüz etmiş iki davacıyız; aramızda adaletle hükmet, ondan ayrılma, bizi doğru yola çıkar.\"
(Ey Muhammed!), Sana davacıların haberi ulaştı mı? Mabedin duvarına tırmanmışlardı.
Davacıların haberi sana ulaştı mı? Hani mabedine tırmanmışlardı.
Bir de davacıların kıssası geldi mi sana? Hani surdan aşarak mihraba ulaşmışlardı.
Geldi mi sana, o çekişme hikâyesinin haberi? Hani, o hasımlar, duvarı aşarak mihraba ulaşmışlardı.
O mahkemeleşen hasımların olayından haberin oldu mu? Onlar mâbedin duvarına tırmanıp Davud'un yanına birden girince o, onlardan ürktü. Onlar da “Korkma! dediler, biz sadece birbirimize hakkı geçen iki dâvalıyız.Senden dileğimiz: Aramızda adaletle hükmet, haktan uzaklaşma ve bize tam doğruyu göster.” {KM, II Samuel 11; Mezmurlar 2,7}
Sana davacıların haberi geldi mi? Hani odasının duvarına tırmanmışlardı,
إِذْ دَخَلُوا۟ عَلَىٰ دَاوُۥدَ فَفَزِعَ مِنْهُمْ ۖ قَالُوا۟ لَا تَخَفْ ۖ خَصْمَانِ بَغَىٰ بَعْضُنَا عَلَىٰ بَعْضٍۢ فَٱحْكُم بَيْنَنَا بِٱلْحَقِّ وَلَا تُشْطِطْ وَٱهْدِنَآ إِلَىٰ سَوَآءِ ٱلصِّرَٰطِ ﴿٢٢﴾
Hani Davud'un tapısına girmişlerdi de Davud, onlardan pek korkmuştu; korkma demişlerdi, iki hısımız, birimiz, öbürünün hakkına tecavüz etti, adaletle hükmet aramızda, birimize meylederek hakkı aşma ve bizi dosdoğru yola sevket.
Davud'a girdiklerinde, o, onlardan ürkmüştü; dediler ki: \"Korkma, iki davacıyız, birimiz diğerimize haksızlıkta bulundu. Şimdi sen aramızda hak ile hükmet, kararında zulme sapma ve bizi doğru yolun ortasına yöneltip-ilet.\"
iẕ deḫalû `alâ dâvûde fefezi`a minhüm ḳâlû lâ teḫaf. ḫaṣmâni begâ ba`ḍunâ `alâ ba`ḍin faḥküm beynenâ bilḥaḳḳi velâ tüşṭiṭ vehdinâ ilâ sevâi-ṣṣirâṭ.
Sana davacıların haberi ulaştı mı? Mabedin duvarına tırmanıp Davud'un yanına girmişlerdi de, o onlardan ürkmüştü. Şöyle demişlerdi: \"Korkma, birbirinin hakkına tecavüz etmiş iki davacıyız; aramızda adaletle hükmet, ondan ayrılma, bizi doğru yola çıkar.\"
Davud'un yanına girmişlerdi de Davud onlardan korkmuştu. \"Korkma! Biz birbirine hasım iki davacıyız, aramızda adaletle hükmet, haksızlık etme; bize doğru yolu göster\" dediler.
Davud'un yanına girdiklerinde onlardan irkilmişti. \"Korkma\" demişlerdi, \"Bir birinin hakkını çiğneyen iki davacı... Aramızda gerçeğe göre hüküm ver, haksızlık etme. Bize yolun ortasını göster.\"
Davud'un yanına giriverdiler de onlardan telaşe düştü. Ona \"Korkma!\" dediler, biz iki davacıyız. Birimiz, birimize haksızlık etti. Şimdi sen aramızda hak ile hüküm ver ve aşırı gitme de bizi doğru yolun ortasına çıkar.
Davûd'un yanına girmişledi de onlardan korkmuştu. \"Korkma, dediler, biz iki davacıyız. Birimiz ötekinin hakkını çiğnedi. Şimdi sen, aramızda hak ile hükmet, adaletsizlik etme. Bizi yolun denge noktasına ilet.!
O mahkemeleşen hasımların olayından haberin oldu mu? Onlar mâbedin duvarına tırmanıp Davud'un yanına birden girince o, onlardan ürktü. Onlar da “Korkma! dediler, biz sadece birbirimize hakkı geçen iki dâvalıyız.Senden dileğimiz: Aramızda adaletle hükmet, haktan uzaklaşma ve bize tam doğruyu göster.” {KM, II Samuel 11; Mezmurlar 2,7}
Davud'un yanına girmişlerdi de (Davud) onlardan korkmuştu: \"Korkma, dediler, biz iki davacıyız. Birimiz, ötekinin hakkına saldırdı. Şimdi sen aramızda hak ile hükmet, (adaletten ayrılıp bize) zulmetme. Bizi yolun ortasına (adalete) götür.\"
إِنَّ هَٰذَآ أَخِى لَهُۥ تِسْعٌۭ وَتِسْعُونَ نَعْجَةًۭ وَلِىَ نَعْجَةٌۭ وَٰحِدَةٌۭ فَقَالَ أَكْفِلْنِيهَا وَعَزَّنِى فِى ٱلْخِطَابِ ﴿٢٣﴾
Şüphe yok ki şu, benim kardeşimdir, doksan dokuz dişi koyunu var ve benimse bir tek dişi koyunum; öyleyken onu da bana ver dedi ve konuşmamızda beni alt da etti.
\"Bu benim kardeşimdir, doksan dokuz koyunu vardır, benimse bir tek koyunum var. Buna rağmen \"Onu da benim payıma (koyunlarıma) kat\" dedi ve bana, konuşmada üstün geldi.\"
inne hâẕâ eḫî lehû tis`uv vetis`ûne na`cetev veliye na`cetüv vâḥidetün feḳâle ekfilnîhâ ve`azzenî fi-lḫiṭâb.
\"Bu kardeşimin doksan dokuz dişi koyunu, benim de bir tek dişi koyunum vardır; O'nu da bana ver dedi ve tartışmada beni yendi.\"
(Onlardan biri şöyle dedi:) Bu, kardeşimdir. Onun doksan dokuz koyunu var. Benimse bir tek koyunum var. Böyle iken \"Onu da bana ver\" dedi ve tartışmada beni yendi.
\"Bu benim kardeşimdir. Onun doksan dokuz koyunu, benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken, \"Onu da bana ver,\" dedi ve tartışmada bana üstün geldi.
Biri: \"İşte bu benim kardeşim. Onun doksan dokuz dişi koyunu var, benim ise bir tek dişi koyunum var. Böyle iken: Onu da bana ver, dedi ve tartışmada beni yendi\" diye anlattı.
\"Şu benim kardeşimdir. Kendisinin doksan dokuz koyunu var. Benimse bir tek koyunum var. Buna rağmen, onu da bana ver dedi ve tartışmada bana galip geldi.\"
“Benim şu (din) kardeşimin doksan dokuz koyunu var, benimse bir tek koyunum! Böyle iken “onu da bana bırak!” dedi ve çenesiyle beni bastırdı.”
Bu kardeşimin doksan dokuz koyunu var. Benimse bir tek koyunum var. Böyle iken Onu da bana ver\" dedi ve konuşmada bana ağır bastı (onunla baş edemedim.)\"
قَالَ لَقَدْ ظَلَمَكَ بِسُؤَالِ نَعْجَتِكَ إِلَىٰ نِعَاجِهِۦ ۖ وَإِنَّ كَثِيرًۭا مِّنَ ٱلْخُلَطَآءِ لَيَبْغِى بَعْضُهُمْ عَلَىٰ بَعْضٍ إِلَّا ٱلَّذِينَ ءَامَنُوا۟ وَعَمِلُوا۟ ٱلصَّٰلِحَٰتِ وَقَلِيلٌۭ مَّا هُمْ ۗ وَظَنَّ دَاوُۥدُ أَنَّمَا فَتَنَّٰهُ فَٱسْتَغْفَرَ رَبَّهُۥ وَخَرَّ رَاكِعًۭا وَأَنَابَ ۩ ﴿٢٤﴾
Dedi ki: Senin dişi koyununu, kendi koyunlarına katmayı istemekle gerçekten de zulmetmiş sana ve şüphesiz ki ortakların çoğu, birbirinin hakkına tecavüz eder, ancak inanan ve iyi işlerde bulunanlar müstesna ve fakat bunlar da pek azdır ve Davud, biz, kendisini sınadık sandı da Rabbinden yarlıganma diledi ve eğilerek yere kapandı ve Rabbine döndü.
(Davud) Dedi ki: \"Andolsun senin koyununu, kendi koyunlarına (katmak) istemekle sana zulmetmiştir. Doğrusu, (emek ve mali güçlerini) birleştirip katan (ortak)lardan çoğu, birbirlerine karşı tecavüz ederler; ancak iman edip salih amellerde bulunanlar başka. Onlar da ne kadar azdır.\" Davud, gerçekten Bizim onu imtihan ettiğimizi sandı, böylece Rabbinden bağışlanma diledi ve rüku ederek yere kapandı ve (Bize gönülden) yönelip-döndü.
ḳâle leḳad żalemeke bisüâli na`cetike ilâ ni`âcih. veinne keŝîram mine-lḫuleṭâi leyebgî ba`ḍuhüm `alâ ba`ḍin ille-lleẕîne âmenû ve`amilu-ṣṣâliḥâti veḳalîlüm mâ hüm. veżanne dâvûdü ennemâ fetennâhü festagfera rabbehû veḫarra râki`av veenâb.
Davud: \"And olsun ki, senin dişi koyununu kendi dişi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakçıların çoğu birbirlerinin haklarına tecavüz ederler. İnanıp yararlı iş işleyenler bunun dışındadır ki sayıları da ne kadar azdır!\" demişti. Davud, Kendisini denediğimizi sanmıştı da, Rabbinden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapanmış, tevbe etmiş, Allah'a yönelmişti.
Davud: Andolsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakçıların çoğu, birbirlerinin haklarına tecavüz ederler. Yalnız iman edip de iyi işler yapanlar müstesna. Bunlar da ne kadar az! dedi. Davud, kendisini denediğimizi sandı ve Rabbinden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapandı, tevbe edip Allah'a yöneldi.
Dedi ki, \"Senin koyununu kendi koyunlarına katmayı istemekle sana haksızlık etmiştir. Doğrusu, ortakçıların çoğu bir birinin hakkına el uzatır. İnanıp erdemli davrananlar bunun dışındadır, onlar ise sayıca ne kadar azdır!\" Davud, kendisini sınadığımızı sanarak bağışlanma diledi, eğildi ve tevbe etti.
Davud dedi ki: \"Doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak istemesiyle sana zulmetmiştir. Gerçekten bir cemiyette yaşayanların çoğu mutlaka birbirlerine haksızlık ediyorlar. Ancak iman edip de salih amel işleyenler başka. Ama onlar da pek az.\" Davud, bizim kendisini imtihan ettiğimizi sanmıştı. Hemen Rabbinden mağfiret diledi, rüku ederek yere kapandı, tevbe ile Allah'a yöneldi.
Davûd dedi ki: \"Vallahi, senin bir tek koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana zulmetmiş. Zaten ortaklardan birçoğu birbiri aleyhine haksızlık ve zulme sapar. İman edip hakka ve barışa yönelik işler yapanlar böyle değildir. Ama onlar da pek azdır.\" Davûd, kendisini imtihan ettiğimizi düşündü; hemen Rabbinden af diledi; rükû ederek yerlere eğildi ve Allah'a yöneldi.
Dâvud: “Doğrusu, senin tek koyununu, kendi koyunlarına katmak istemekle o sana haksızlık etmiştir. Zaten malda ortak olanların çoğu birbirlerine haksızlık ederler. Ancak gerçekten iman edip makbul ve güzel davranışlarda bulunanlar böyle yapmazlar. Onlar da o kadar azdır ki!”Davud kendisini imtihan ettiğimizi anladı, derhal Rabbinden mağfiret diledi, eğilip secdeye kapandı ve Allah'a yöneldi.
(Davud) dedi ki: \"And olsun (o) senin, koyununu kendi koyunlarına katmayı istemekle sana zulmetmiştir. Zaten (mallarını birbirine) karıştıran(ortak)ların çoğu birbirine zulmederler. Yalnız inanıp iyi işler yapanlar bunun dışındadır ki, onlar da ne kadar azdır!\" Davud, (bu hükümle) kendisini denediğimizi (kendisine bir bela vereceğimizi) sandı da Rabbinden mağfiret diledi, eğilerek secdeye kapandı ve tevbe edip (bize) döndü.
فَغَفَرْنَا لَهُۥ ذَٰلِكَ ۖ وَإِنَّ لَهُۥ عِندَنَا لَزُلْفَىٰ وَحُسْنَ مَـَٔابٍۢ ﴿٢٥﴾
Ve biz de onun bu.suçunu örttük ve şüphe yok ki onun, katımızda bir yakınlık derecesi ve dönüp geleceği güzel bir makamı vardı.
Böylece onu bağışladık. Şüphesiz onun Bizim Katımız'da gerçekten bir yakınlığı ve varılacak güzel bir yeri vardır.
fegafernâ lehû ẕâlik. veinne lehû `indenâ lezülfâ veḥusne meâb.
Böylece onu bağışlamıştık. Katımızda onun yakınlığı ve güzel bir geleceği vardır.
Sonra bu tutumundan dolayı onu bağışladık. Kuşkusuz yanımızda onun yüksek bir makamı ve güzel bir geleceği vardır.
Böylece onu bağışladık. Yanımızda onun yakınlığı ve güzel bir yeri vardır.
Biz de o zannettiği şeyi kendisine bağışladık. Şüphesiz yanımızda onun bir yakınlığı ve güzel bir dönüş yeri vardır.
Biz de ondan o günahı affettik. Katımızdan onun için bir yakınlık ve güzel bir gelecek var.
Onun bu hatasını bağışladık. Muhakkak ki onun Bize yakınlığı ve güzel bir âkıbeti vardır.
Biz de ondan bunu affettik. Yanımızda onun bir yakınlığı ve güzel bir geleceği vardır.
يَٰدَاوُۥدُ إِنَّا جَعَلْنَٰكَ خَلِيفَةًۭ فِى ٱلْأَرْضِ فَٱحْكُم بَيْنَ ٱلنَّاسِ بِٱلْحَقِّ وَلَا تَتَّبِعِ ٱلْهَوَىٰ فَيُضِلَّكَ عَن سَبِيلِ ٱللَّهِ ۚ إِنَّ ٱلَّذِينَ يَضِلُّونَ عَن سَبِيلِ ٱللَّهِ لَهُمْ عَذَابٌۭ شَدِيدٌۢ بِمَا نَسُوا۟ يَوْمَ ٱلْحِسَابِ ﴿٢٦﴾
Ey Davud, biz seni yeryüzüne hakim ettik, artık insanlar arasında, adaletle hükmet ve dileğine uyma ki seni Allah yolundan saptırır; Allah yolundan sapanlaraysa şiddetli bir azap var soru gününü unuttuklarından.
\"Ey Davud, gerçek şu ki, Biz seni yeryüzünde bir halife kıldık. Öyleyse insanlar arasında hak ile hükmet, istek ve tutkulara (hevaya) uyma; sonra seni Allah'ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarından dolayı şiddetli bir azap vardır.\"
yâ dâvûdü innâ ce`alnâke ḫalîfeten fi-l'arḍi faḥküm beyne-nnâsi bilḥaḳḳi velâ tettebi`i-lhevâ feyüḍilleke `an sebîli-llâh. inne-lleẕîne yeḍillûne `an sebîli-llâhi lehüm `aẕâbün şedîdüm bimâ nesû yevme-lḥisâb.
Ey Davud! Seni şüphesiz yeryüzünde hükümran kıldık, o halde insanlar arasında adaletle hükmet, hevese uyma yoksa seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu, Allah'ın yolundan sapanlara, onlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin azap vardır.
Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Heva ve hevese uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.
Ey Davud, biz seni yeryüzünde yönetici kıldık. Halkın arasında adaletle yargı ver, hevesine ve duygularına kapılma, sonra seni ALLAH'ın yolundan saptırır. ALLAH'ın yolundan sapanlara, Hesap Gününü unuttukları için çetin bir ceza vardır.
Ey Davud! Gerçekten biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. Artık insanlar arasında hak ile hüküm ver. Keyfe, arzuya uyma ki, seni Allah yolundan saptırmasın. Çünkü Allah yolundan sapanlar, hesap gününü unuttukları için kendilerine çok şiddetli bir azab vardır.
Ey Davûd, seni yeryüzünde bir halife yaptık. Artık insanlar arasında hakla hükmet; geçici hevese uyma ki, seni Allah yolundan saptırmasın. Allah yolundan sapanlar için, hesap gününü unutmuş olmaları yüzünden şiddetli bir azap vardır.
“Davud! Biz seni ülkede hükümdar yaptık, sen de insanlar arasında adaletle hükmet, keyfine uyma ki seni Allah yolundan saptırmasın. Allah yolundan sapanlara hesap gününü unuttukları için, şiddetli bir azap vardır.
Ey Davud, biz seni yeryüzünde (senden öncekilerin yerine) hükümdar yaptık. İnsanlar arasında adaletle hükmet; keyf(in)e uyma, sonra seni Allah'ın yolundan saptırır. Allah'ın yolundan sapanlar ise, hesap gününü unuttuklarından dolayı, çetin azaba uğrayacaklardır.
وَمَا خَلَقْنَا ٱلسَّمَآءَ وَٱلْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا بَٰطِلًۭا ۚ ذَٰلِكَ ظَنُّ ٱلَّذِينَ كَفَرُوا۟ ۚ فَوَيْلٌۭ لِّلَّذِينَ كَفَرُوا۟ مِنَ ٱلنَّارِ ﴿٢٧﴾
Ve biz, göğü ve yeryüzünü ve ikisinin arasındakileri boş yere yaratmadık; bu, kafir olanların zannı; artık vay haline kafirlerin ateşten.
Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve ikisi arasında bulunan şeyleri batıl olarak yaratmadık. Bu, inkar edenlerin zannıdır. Ateşten (görecekleri azaptan) dolayı vay o inkar edenlere.
vemâ ḫalaḳne-ssemâe vel'arḍa vemâ beynehümâ bâṭilâ. ẕâlike żannü-lleẕîne keferû. feveylül lilleẕîne keferû mine-nnâr.
Göğü, yeri ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratmadık. Bunun boşuna olduğu, inkar edenlerin sanısıdır. Vay ateşe uğrayacak inkarcıların haline!
Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri biz boş yere yaratmadık. Bu, inkar edenlerin zannıdır. Vay o inkar edenlerin ateşteki haline!
Göğü, yeri ve aralarındakileri boş yere yaratmadık. Bu inkar edenlerin sanısıdır. Kendilerini ateşe soktukları için inkar edenlere yazıklar olsun.
Hem o göğü, yeri ve aralarındakileri biz boşuna yaratmadık. O, kâfirlerin zannıdır. Onun için vay ateşe girecek olan kâfirlerin haline!
Biz şu göğü ve yeri ve ikisi arasındakileri boşuna yaratmadık. Böyle düşünmek, küfre sapanların sanısıdır. Vay hallerine o inkârcıların, ateş yüzünden!
Biz göğü, yeri ve ikisinin arasındaki varlıkları gayesiz, boşuna yaratmadık. Bu sadece kâfirlerin bir zannı ve iddiasıdır. Artık o ateşten vay haline o kâfirlerin!
Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık (bunlar bir tesadüf eseri değildir) bu, inkar edenlerin zannıdır, (onlar kainatın boş bir tesadüf eseri olduğunu söylerler). Ateşten vay hallerine o nankörlerin!
أَمْ نَجْعَلُ ٱلَّذِينَ ءَامَنُوا۟ وَعَمِلُوا۟ ٱلصَّٰلِحَٰتِ كَٱلْمُفْسِدِينَ فِى ٱلْأَرْضِ أَمْ نَجْعَلُ ٱلْمُتَّقِينَ كَٱلْفُجَّارِ ﴿٢٨﴾
İnananlarla iyi işlerde bulunanları, yeryüzündeki bozguncular gibi mi tutacağız, yahut çekinenlere, doğru yoldan çıkanlara ettiğimiz muameleyi mi yapacağız?
Yoksa Biz, iman edip salih amellerde bulunanları yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar gibi (bir) mi tutacağız? Ya da muttakileri facirler gibi (bir) mi tutacağız?
em nec`alü-lleẕîne âmenû ve`amilu-ṣṣâliḥâti kelmüfsidîne fi-l'arḍ. em nec`alü-lmütteḳîne kelfüccâr.
Yoksa, inanıp yararlı iş işleyenleri, yeryüzünde, bozguncular gibi mi tutarız? Yoksa, Allah'a karşı gelmekten sakınanları yoldan çıkanlar gibi mi tutarız?
Yoksa biz, iman edip de iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Veya (Allah'tan) korkanları yoldan çıkanlar gibi mi sayacağız?
İnanıp iyi davrananları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Erdemlilere, yoldan çıkanlar gibi mi davranacağız?
Yoksa, iman edip de salih amel işleyenleri biz, o yeryüzündeki bozguncular gibi yapar mıyız? Yoksa o takva sahiplerini azgın günahkarlar gibi yapar mıyız?
Yoksa biz, iman edip hakka ve barışa yönelik işler yapanları, yeryüzünde fesat çıkaranlarla aynı mı tutacağız? Yoksa takva sahiplerini, arsız sapıklar gibi mi yapacağız?
Biz hiç, iman edip makbul ve güzel iş yapanlara, ülkede fesat çıkararak nizamı bozanlarla aynı muameleleri yapar mıyız? Yahut Allah'ı sayıp kötülüklerden sakınanları, yoldan çıkanlarla bir tutar mıyız?
Yoksa biz, inanıp iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa korunanları yoldan çıkanlar gibi mi tutacağız?
كِتَٰبٌ أَنزَلْنَٰهُ إِلَيْكَ مُبَٰرَكٌۭ لِّيَدَّبَّرُوٓا۟ ءَايَٰتِهِۦ وَلِيَتَذَكَّرَ أُو۟لُوا۟ ٱلْأَلْبَٰبِ ﴿٢٩﴾
Bir kitaptır bu ki onu, kutlu olarak sana indirdik, ayetlerini iyice bir düşünsünler aklı başında olanlar ve ondan öğüt alsınlar diye.
(Bu Kur'an,) Ayetlerini, iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir Kitap'tır.
kitâbün enzelnâhü ileyke mübârakül liyeddebberû âyâtihî veliyeteẕekkera ülü-l'elbâb.
Sana indirdiğimiz bu Kitap mübarektir; ayetlerini düşünsünler, aklı olanlar da öğüt alsınlar.
(Resulüm!) Sana bu mübarek Kitab'ı, ayetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.
Sana indirdiğimiz bu kitap kutludur; ayetlerini incelesinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar.
Bu, sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır ki, insanlar onun âyetlerini düşünsünler ve temiz akıl sahipleri ibret alsınlar.
Kutsal/bereketli bir Kitap bu; sana indirdik ki onu, ayetlerini derin derin düşünsünler ve öğüt alabilsin temiz özlüler.
Biz sana feyizli ve bereketli bir kitap indirdik ki insanlar onun âyetlerini iyice düşünsünler ve aklı yerinde olanlar ders ve ibret alsınlar.
Sana (bu) mübarek Kitabı indirdik ki ayetlerini düşünsünler ve sağduyu sahipleri öğüt alsınlar.
وَوَهَبْنَا لِدَاوُۥدَ سُلَيْمَٰنَ ۚ نِعْمَ ٱلْعَبْدُ ۖ إِنَّهُۥٓ أَوَّابٌ ﴿٣٠﴾
Ve Davud'a.Süleyman'ı ihsan ettik, ne güzel bir kuldu, şüphe yok ki o, daima Rabbine dönen, tövbe eden bir kuldu.
Biz Davud'a Süleyman'ı armağan ettik. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah'a) yönelip-dönen biriydi.
vevehebnâ lidâvûde süleymân. ni`me-l`abd. innehû evvâb.
Davud'a Süleyman'ı bahşettik; o ne güzel bir kuldu! Doğrusu o daima Allah'a yönelirdi.
Biz Davud'a Süleyman'ı verdik. Süleyman ne güzel bir kuldu! Doğrusu o, daima Allah'a yönelirdi.
Davud'a, Süleyman'ı verdik. İyi bir kuldu, (Tanrı'ya) sürekli yönelen biriydi.
Bir de Davud'a Süleyman'ı bahşettik. Süleyman ne güzel kuldu. Çünkü o seslice tesbih edip Allah'a yönelirdi.
Davûd'a Süleyman'ı armağan ettik. Ne güzel kul! Hep Allah'a sığınır, yakarırdı.
(Bunları belirttikten sonra tekrar Davud'un kıssasına dönelim:) Davud’a evlat olarak Süleyman’ı ihsan ettik. Süleyman ne güzel kuldu! Hep Allah’a yönelirdi. [27,16]
Biz Davud'a Süleyman'ı armağan ettik, (Süleyman) ne güzel kuldu! Hep Allah'a başvururdu.
إِذْ عُرِضَ عَلَيْهِ بِٱلْعَشِىِّ ٱلصَّٰفِنَٰتُ ٱلْجِيَادُ ﴿٣١﴾
Hani ona, üç ayağının üstünde duran ve ön ayaklarından birini büküp tırnağını yere dayayan yürük atlar arzedilmişti öğleden sonra.
Hani ona akşama yakın, bir ayağını tırnağı üstüne diken, öbür üç ayağıyla toprağı kazıyan, yağız atlar sunulmuştu.
iẕ `uriḍa `aleyhi bil`aşiyyi-ṣṣâfinâtü-lciyâd.
Ona bir akşam üstü, çalımlı, cins koşu atları sunulmuştu.
Akşama doğru kendisine, üç ayağının üzerine durup bir ayağını tırnağının üzerine diken çalımlı ve safkan koşu atları sunulmuştu.
Bir akşam, ona güzel koşu atları sunulmuştu.
Hani kendisine bir zaman akşam üstü iyi cins ve rahvan atlar gösterilmişti.
Akşam üstü kendisine, üç ayak üzerine basıp bir ayağını tırnak üstüne diken saf kan koşu atları sunulmuştu.
Hani bir gün ikindi vakti ona, durduğunda sakin, koştuğu zaman ise süratli safkan koşu atları gösterilmişti.
Akşam üstü kendisine safin (görkemli) hızlı koşan (saf kan Arap) atları gösterilmişti.
فَقَالَ إِنِّىٓ أَحْبَبْتُ حُبَّ ٱلْخَيْرِ عَن ذِكْرِ رَبِّى حَتَّىٰ تَوَارَتْ بِٱلْحِجَابِ ﴿٣٢﴾
Derken gerçekten de demişti, ben, güzel atları, Rabbimi anarak severim ve sonunda güneş, perde altına girmişti de.
O da demişti ki: \"Gerçekten ben, mal (veya at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim.\" Sonunda bu atlar (koştular ve toz) perdesinin arkasına saklandılar.
feḳâle innî aḥbebtü ḥubbe-lḫayri `an ẕikri rabbî. ḥattâ tevârat bilḥicâb.
Süleyman: \"Doğrusu ben bu iyi malları, Rabbimi anmayı sağladıkları için severim\" demişti. Koşup, toz perdesi arkasında kayboldukları zaman: \"onları bana getirin\" dedi. Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başlamıştı.
Süleyman: Gerçekten ben mal sevgisini, Rabbimi anmak için istedim, dedi. Nihayet güneş battı. (O zaman:) Onları (atları) tekrar bana getirin, dedi. Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.
Dedi ki, \"Mal ve mülk sevgisi beni Rabbimi anmaktan alıkoydu. Ta ki, o (güneş) bir örtünün ardından kayboldu.\"
\"Ben, dedi, at sevgisini, Rabbimi anmaktan ötürü tercih ettim.\" Nihayet atlar perdenin arkasına gizlendi.
Dedi: \"Servet sevgisini, Rabbimi anmak için benimsedim.\" Nihayet Güneş perde ardına çekildi.
Onlarla ilgilenip “Ben Rabbimi hatırlattıkları için güzel şeyleri severim.” dedi ve onlar gözden kayboluncaya dek onları seyredip durdu. Sonra: “Onları tekrar bana getirin!” deyip bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.
Ben, dedi, mal sevgisini, Rabbimi anmaktan (ötürü) tercih ettim. Nihayet bu atlar perde ile gizlendi (koşup dağın arkasına düşmekle gözden kayboldu).
رُدُّوهَا عَلَىَّ ۖ فَطَفِقَ مَسْحًۢا بِٱلسُّوقِ وَٱلْأَعْنَاقِ ﴿٣٣﴾
Getirin onları bana demişti, atlar getirilince de onların ayaklarını, boyunlarını okşamıya, yelerini taramaya koyulmuştu.
\"Onları bana geri getirin\" (dedi). Sonra (onların) bacaklarını ve boyunlarını okşamaya başladı.
ruddûhâ `aleyy. feṭafiḳa mesḥam bissûḳi vel'a`nâḳ.
Süleyman: \"Doğrusu ben bu iyi malları, Rabbimi anmayı sağladıkları için severim\" demişti. Koşup, toz perdesi arkasında kayboldukları zaman: \"onları bana getirin\" dedi. Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başlamıştı.
Süleyman: Gerçekten ben mal sevgisini, Rabbimi anmak için istedim, dedi. Nihayet güneş battı. (O zaman:) Onları (atları) tekrar bana getirin, dedi. Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.
\"Onları bana geri getirin,\" dedi, (veda etmek için) bacaklarını ve boyunlarını okşadı.
\"Geri getirin onları bana!\" dedi ve artık onların bacaklarını, boyunlarını silmeye başladı.
\"Geri getirin bana onları!\" dedi. Bacaklarını, boyunlarını sıvazlamaya başladı.
Onlarla ilgilenip “Ben Rabbimi hatırlattıkları için güzel şeyleri severim.” dedi ve onlar gözden kayboluncaya dek onları seyredip durdu. Sonra: “Onları tekrar bana getirin!” deyip bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.
Onları bana getirin (dedi), bacaklarını ve boyunlarını okşamağa başladı.
وَلَقَدْ فَتَنَّا سُلَيْمَٰنَ وَأَلْقَيْنَا عَلَىٰ كُرْسِيِّهِۦ جَسَدًۭا ثُمَّ أَنَابَ ﴿٣٤﴾
Ve andolsun ki biz Süleyman'ı sınamıştık ve tahtının üstüne bir ölü koymuştuk, sonra o da tövbe edip Rabbine dönmüştü.
Andolsun, Biz Süleyman'ı imtihan ettik, tahtının üstünde bir ceset bıraktık. Sonra (eski durumuna) döndü.
veleḳad fetennâ süleymâne veelḳaynâ `alâ kürsiyyihî ceseden ŝümme enâb.
And olsun ki Süleyman'ı denedik, hükümranlığını zayıf düşürdük; sonra eski haline döndü.
Andolsun biz Süleyman'ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik, sonra o, yine eski haline döndü.
Süleyman'ı böylece sınadık; onun hükümranlığına maddi zenginlik kattık; ancak o tümüyle (Tanrı'ya) yöneldi.
Andolsun ki Süleyman'ı imtihan da ettik ve tahtının üzerine bir ceset bıraktık. Sonra tekrar tevbe ile önceki haline döndü.
Yemin olsun ki biz, Süleyman'ı imtihan ettik, tahtının üstüne bir ceset bıraktık da o, tövbe ile Allah'a yöneldi.
Biz Süleyman'ı denemeye tâbi tuttuk ve tahtının üzerine bir cesed bıraktık. Sonra o, Allah’a sığınıp tekrar tahtına döndü.
Andolsun Süleyman'ı denedik: Tahtının üstüne bir ceset bıraktık, sonra (bize) yöneldi.
قَالَ رَبِّ ٱغْفِرْ لِى وَهَبْ لِى مُلْكًۭا لَّا يَنۢبَغِى لِأَحَدٍۢ مِّنۢ بَعْدِىٓ ۖ إِنَّكَ أَنتَ ٱلْوَهَّابُ ﴿٣٥﴾
Rabbim demişti, beni yarlıga ve bana öyle bir saltanat ver ki benden sonra hiçbir kimse nail olamasın o saltanata, şüphe yok ki senin vergin, ihsanın, boldur.
\"Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz Sen, karşılıksız armağan edensin.\"
ḳâle rabbi-gfir lî veheb lî mülkel lâ yembegî lieḥadim mim ba`dî. inneke ente-lvehhâb.
Süleyman: \"Rabbim! Beni bağışla, bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver; Sen şüphesiz, daima bağışta bulunansın\" dedi.
Süleyman: Rabbim! Beni bağışla; bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Şüphesiz sen, daima bağışta bulunansın, dedi.
Dedi ki, \"Rabbim beni bağışla. Bana, benden sonra kimsenin ulaşamıyacağı bir yönetim ver. Sen Bahşedensin.\"
Süleyman: \"Ey Rabbim! Beni bağışla ve bana öyle bir mülk ihsan et ki, ardımdan hiç kimseye yaraşmasın. Şüphesiz, bütün dilekleri veren sensin.\" dedi.
Şöyle yakardı: \"Rabbim, affet beni! Benden sonra kimseye yaraşmayacak bir mülk/saltanat ver bana! Kuşkusuz sensin, evet sensin Vahhâb!
“Ya Rabbî!” dedi, “affet beni ve bana, benden sonra hiç kimseye nasib olmayacak bir hakimiyet lutfet. Çünkü Sen, lütufları son derece bol olan vehhabsın!”
Rabbim, dedi, beni affet, bana, benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülk (hükümdarlık) ver. Çünkü Sensin o çok lutfeden, Sen!\"
فَسَخَّرْنَا لَهُ ٱلرِّيحَ تَجْرِى بِأَمْرِهِۦ رُخَآءً حَيْثُ أَصَابَ ﴿٣٦﴾
Ve ona rüzgarı ram etmiştik de emriyle dilediği yere hafif hafif esip giderdi.
Böylece rüzgarı onun buyruğu altına verdik. Onun emriyle dilediği yöne yumuşakça eserdi.
feseḫḫarnâ lehü-rrîḥa tecrî biemrih ruḫâen ḥayŝü eṣâb.
Bunun üzerine Biz de, istediği yere onun buyruğu ile kolayca giden rüzgarı, bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları, demir halkalarla bağlı diğerlerini onun buyruğu altına verdik.
Bunun üzerine biz rüzgarı onun emrine verdik. Onun emriyle istediği yere yumuşacık akardı.
Bunun üzerine komutuyla hareket eden rüzgarı onun emrine verdik. Dilediği yere yağmur yağdırırdı.
Bunun üzerine biz rüzgarı onun emrine verdik. Onun emriyle istediği yere yumuşacık akardı.
Bunun üzerine, rüzgârı onun emrine verdik; onun emriyle onun istediği yere uysal uysal/tatlı tatlı akıp giderdi.
Biz rüzgârı onun emrine verdik. Rüzgâr, onun emriyle istediği yere tatlı tatlı eserdi. [21,81]
Biz, rüzgarı ona boyun eğdirdik. Onun buyruğuyla, onun istediği yere tatlı tatlı eserdi.
وَٱلشَّيَٰطِينَ كُلَّ بَنَّآءٍۢ وَغَوَّاصٍۢ ﴿٣٧﴾
Ve Şeytanlardan bütün mimarları ve dalgıçları da ram etmiştik ona.
Şeytanları da; her bina ustasını ve dalgıç olanı.
veşşeyâṭîne külle bennâiv vegavvâṣ.
Bunun üzerine Biz de, istediği yere onun buyruğu ile kolayca giden rüzgarı, bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları, demir halkalarla bağlı diğerlerini onun buyruğu altına verdik.
Dalgıç ve yapı ustası şeytanları da.
Şeytanları da, yapı ustaları ve dalgıçlar olarak...
Dalgıç ve yapı ustası şeytanları da.
Şeytanları da onun emrine verdik. Hepsi bina ustası ve dalgıçtı.
Bina yapan, dalgıçlık yapan her şeytanı, bukağılarla bağlı olan başkalarını da onun hizmetine verdik. [21,82]
Ve şeytanları; her bina ustasını ve dalgıcı,
وَءَاخَرِينَ مُقَرَّنِينَ فِى ٱلْأَصْفَادِ ﴿٣٨﴾
Ve bir başka kısmı da bukağılarla bağlanmıştı.
Ve (kötülük yapmamaları için) sağlam kementlerle birbirine bağlanmış diğerlerini.
veâḫarîne müḳarranîne fi-l'aṣfâd.
Bunun üzerine Biz de, istediği yere onun buyruğu ile kolayca giden rüzgarı, bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları, demir halkalarla bağlı diğerlerini onun buyruğu altına verdik.
Ve daha diğerlerini de zincirlerde bağlı olarak (Onun emrine verdik.)
Ve zincirlerle birbirine bağlı bekleyen yedekleri de...
Ve daha diğerlerini de zincirlerde bağlı olarak (Onun emrine verdik).
Ve demirlerle birbirine bağlı diğerlerini...
Bina yapan, dalgıçlık yapan her şeytanı, bukağılarla bağlı olan başkalarını da onun hizmetine verdik. [21,82]
Ve zincirlerle birbirine bağlanmış başka (şeytan)ları.
هَٰذَا عَطَآؤُنَا فَٱمْنُنْ أَوْ أَمْسِكْ بِغَيْرِ حِسَابٍۢ ﴿٣٩﴾
Bu, bizim vergimizdir demiştik, istersen sayısız olarak sen de ihsan et; istersen elini yum, verme.
\"İşte bu, bizim vergimizdir. (Ey Süleyman) Artık sen de hesaba vurmaksızın, ver ya da tut.\"
hâẕâ `aṭâünâ femnün ev emsik bigayri ḥisâb.
\"İşte Bizim bağışımız budur; ister ver, ister tut, hesapsızdır.\" dedik.
\"İşte bu bizim bağışımızdır. İster ver, ister (elinde) tut; hesapsızdır\" dedik.
\"Bu bizim bağışımızdır. İster ver, ister tut, tükenmez.\"
\"İşte bu, bizim ihsanımızdır. Artık sen dilersen başkalarına ver veya verme. Bundan hesaba çekilmeyeceksin\" dedik.
Bu, bizim lütfumuzdur; ister ver, ister elinde tut. Hesap yok...
Buyurduk: “Süleyman! İşte bu, sana ihsanımızdır. İster dağıt, ister yanında tut, bu hesapsızdır.”
Bu bizim ihsanımızdır. Artık dilediğine ver veya verme, hesapsızdır. (dedik).
وَإِنَّ لَهُۥ عِندَنَا لَزُلْفَىٰ وَحُسْنَ مَـَٔابٍۢ ﴿٤٠﴾
Ve şüphe yok ki onun, katımızda bir yakınlık derecesi ve dönüp geleceği güzel bir makamı vardı.
Şüphesiz, onun Bizim Katımız'da gerçekten bir yakınlığı ve varılacak güzel bir yeri vardır.
veinne lehû `indenâ lezülfâ veḥusne meâb.
Doğrusu onun katımızda yakınlığı ve güzel bir istikbali vardır.
Doğrusu onun, bizim katımızda büyük bir değeri ve güzel bir yeri vardır.
Onun bizim yanımızda yakınlığı ve güzel yeri vardı.
Şüphesiz ki ona huzurumuzda bir yakınlık ve güzel bir makam vardır.
Ve gerçeken, katımızda onun bir yakınlığı ve güzel bir geleceği vardı.
Muhakkak ki onun Bize yakınlığı ve güzel bir âkıbeti vardır.
Onun için, bizim yanımızda bir yakınlık ve güzel bir gelecek de vardır.
وَٱذْكُرْ عَبْدَنَآ أَيُّوبَ إِذْ نَادَىٰ رَبَّهُۥٓ أَنِّى مَسَّنِىَ ٱلشَّيْطَٰنُ بِنُصْبٍۢ وَعَذَابٍ ﴿٤١﴾
Ve an kulumuz Eyyub'u da, hani Rabbine nida.edip de demişti ki: Gerçekten de Şeytan beni yordu ve azaba uğrattı.
Kulumuz Eyyub'u da hatırla. Hani o: \"Herhalde şeytan, bana kahredici bir acı ve azap dokundurdu\" diye Rabbine seslenmişti.
veẕkür `abdenâ eyyûb. iẕ nâdâ rabbehû ennî messeniye-şşeyṭânü binuṣbiv ve`aẕâb.
Kulumuz Eyyub'u da an; Rabbine: \"Doğrusu şeytan bana yorgunluk ve azap verdi\" diye seslenmişti.
(Resulüm!) Kulumuz Eyyub'u da an. O, Rabbine: Doğrusu şeytan bana bir yorgunluk ve eziyet verdi, diye seslenmişti.
Kulumuz Eyyub'u an: \"Rabbim, şeytan bana bitkinlik ve acı dokundurdu,\" diye Rabbine seslenmişti.
Kulumuz Eyyub'u da an. Bir zaman o, Rabbine şöyle nida etmişti: \"Meşakkat ve acı ile bana şeytan dokundu.\"
Kulumuz Eyyûb'u da an! Hani, Rabbine şöyle seslenmişti: \"Şeytan bana bir yorgunluk ve azap dokundurdu.\"
Kulumuz Eyyûb'u da hatırla! Hani o Rabbine: “Ya Rabbî, şeytan bana bir yorgunluk ve işkence dokundurdu.” diye yalvarmıştı. [65,3]
Kulumuz Eyyub'u da an: (O) Rabbine \"Şeytan, bana bir yorgunluk ve azab dokundurdu\" diye seslenmişti.
ٱرْكُضْ بِرِجْلِكَ ۖ هَٰذَا مُغْتَسَلٌۢ بَارِدٌۭ وَشَرَابٌۭ ﴿٤٢﴾
Vur yere ayağını, bu yıkanılacak ve içilecek serin su işte demiştik.
\"Ayağını depret. İşte yıkanacak ve içecek soğuk (su, diye vahyettik.).
ürkuḍ biriclik. hâẕâ mugteselüm bâridüv veşerâb.
\"Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su\" dedik.
Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su (dedik).
\"Ayağını yere vur. İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir kaynak.\"
(Biz ona): \"Ayağını yere vur! İşte sana yıkanılacak ve içilecek soğuk bir su\" dedik.
\"Ayağını yere vur! İşte yıkanacak bir yer, işte içilecek soğuk bir su!...\" dedik.
Eyyûb'a: “Ayağını yere vur! dedik, İşte sana kullanıp yıkanacağın ve içeceğin soğuk bir su!”
Ayağını (yere) vur, işte yıkanacak ve içilecek serin (bir su), (dedik). (And it was said unto him): Strike the ground with thy foot. This (spring) is a cool bath and a refreshing drink.
وَوَهَبْنَا لَهُۥٓ أَهْلَهُۥ وَمِثْلَهُم مَّعَهُمْ رَحْمَةًۭ مِّنَّا وَذِكْرَىٰ لِأُو۟لِى ٱلْأَلْبَٰبِ ﴿٤٣﴾
Ve ona ailesini de ve onlarla beraber daha bir mislini de, bizden bir rahmet ve aklı başında.olanlara da bir öğüt ve ibret olmak üzere verdik.
Katımız'dan ona bir rahmet ve temiz akıl sahiplerine bir öğüt olmak üzere ailesini ve onlarla birlikte bir benzerini de bağışladık.
vevehebnâ lehû ehlehû vemiŝlehüm me`ahüm raḥmetem minnâ veẕikrâ liüli-l'elbâb.
Katımızdan bir rahmet ve akıl sahiplerine bir öğüt olmak üzere, ona tekrar ailesini ve geçmiş olanlarla bir mislini daha vermiştik.
Bizden bir rahmet ve olgun akıl sahipleri için de bir ibret olmak üzere ona hem ailesini hem de onlarla beraber bir mislini bağışladık.
Çoluk çocuğunu bir katıyla birlikte ona geri verdik. Bu, akıl sahiplerine bizden bir rahmet ve mesajdır.
Ve ona, bütün ailesini ve beraberlerinde bir mislini daha tarafımızdan bir rahmet olarak bahşettik ki, akıl sahipleri için bir ibret olsun.
Ona bizden bir rahmet ve özü temizlere bir hatırlatma olarak, ailesini ve beraberlerinde, benzerlerini bağışladık.
Nezdimizden bir rahmet ve sağduyu sahiplerine bir ibret olmak üzere ona; ailesini, çevresini ve onların bir mislini lütfettik.
Ona bizden bir rahmet ve sağduyu sahiplerine bir ibret olarak ailesini ve onlarla beraber bir eşini daha armağan ettik.
وَخُذْ بِيَدِكَ ضِغْثًۭا فَٱضْرِب بِّهِۦ وَلَا تَحْنَثْ ۗ إِنَّا وَجَدْنَٰهُ صَابِرًۭا ۚ نِّعْمَ ٱلْعَبْدُ ۖ إِنَّهُۥٓ أَوَّابٌۭ ﴿٤٤﴾
Eline dedik, bir demet sap al da onunla vur ve yeminini.bozma. Şüphe yok ki biz onu, sabırlı bulduk, ne güzel bir kuldu ve şüphe yok ki o, daima Rabbine dönen, tövbe eden bir kuldu.
\"Ve eline bir deste (sap) al, böylece onunla vur ve andını bozma.\" Gerçekten, Biz onu sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah'a) yönelip-dönen biriydi.
veḫuẕ biyedike ḍigŝen faḍrib bihî velâ taḥneŝ. innâ vecednâhü ṣâbirâ. ni`me-l`abd. innehû evvâb.
\"Ey Eyyub! Eline bir demet sap alıp onunla vur, yeminini bozma\" demiştik. Doğrusu Biz onu sabırlı bulmuştuk. Ne iyi kuldu, daima Allah'a yönelirdi.
Eline bir demet sap al da onunla vur, yeminini böyle yerine getir. Gerçekten biz Eyyub'u sabırlı (bir kul) bulmuştuk. O, ne iyi kuldu! Daima Allah'a yönelirdi.
\"Şimdi eline bir değnek alıp yola çık. Yeminini bozma.\" Onu sabırlı bulduk. Ne iyi bir kul! Sürekli yönelirdi.
(Bir de dedik ki): \"Eline bir demet al da onunla (eşine) vur; yemininde durmamazlık etme.\" Doğrusu biz onu sabırlı bulduk. O ne güzel kul! O hakikaten daima Allah'a yönelmektedir.
\"Eline bir demet sap al da onunla vur ve yeminine ters düşmüş olma!\" dedik. Biz onu sabırlı bulduk. Ne güzel kuldu o! Bize yönelen, yakaran biriydi o.
Bir de ona: “Eline bir demet sap al, onunla vur! Yemininden dönen durumuna düşme!” dedik. Doğrusu Biz onu pek sabırlı bulduk. Ne güzel kuldu o! O, gerçekten Allah'a yönelirdi. {KM, Eyub 2,8; 1,21-22}
(Dedik ki): \"Eline bir demet sap al, onunla vur da yeminini bozma.\" Gerçekten biz onu sabreden (bir kul) bulmuştuk. Ne güzel kuldu, o daima (bize) başvururdu.
وَٱذْكُرْ عِبَٰدَنَآ إِبْرَٰهِيمَ وَإِسْحَٰقَ وَيَعْقُوبَ أُو۟لِى ٱلْأَيْدِى وَٱلْأَبْصَٰرِ ﴿٤٥﴾
Ve an kullarımız İbrahim'i ve İshak'ı ve Yakup'u ki ibadette kuvvetliydi bunlar, dinde gözleri açıktı.
Güç ve basiret sahibi olan kullarımız İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u da hatırla.
veẕkür `ibâdenâ ibrâhîme veisḥâḳa veya`ḳûbe üli-l'eydî vel'ebṣâr.
Güçlü ve anlayışlı olan kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub'u da an.
(Ey Muhammed!), Kuvvetli ve basiretli kullarımız İbrahim, İshak ve Ya'kub'u da an.
Kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub'u anımsa. Becerikli idiler, ileri görüşlü idiler.
Kullarımız İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u da an. Onlar eller ve gözler sahipleri idiler.
Güçlü-kuvvetli, bakış ve görüş sahibi kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub'u da an!
(Ey Resulüm) Kuvvetli ve basiretli olan o zatları; kullarımız İbrâhim, İshak ve Yâkub'u da an!
Kuvvetli ve basiretli kullarımız İbrahim'i, İshak'ı ve Ya'kub'u da an.
إِنَّآ أَخْلَصْنَٰهُم بِخَالِصَةٍۢ ذِكْرَى ٱلدَّارِ ﴿٤٦﴾
Biz onları, daima yurtları olan ahireti anma huyuyla yarattık da özleri temiz, ihlas sahibi kullar ettik.
Gerçekten Biz onları, katıksızca (ahiretteki asıl) yurdu düşünüp-anan ihlas sahipleri kıldık.
innâ aḫlaṣnâhüm biḫâliṣatin ẕikra-ddâr.
Biz onları ahiret yurdunu düşünen, içten bağlı kimseler kıldık.
Biz onları özellikle ahiret yurdunu düşünen ihlaslı kimseler kıldık.
Salt ahireti düşündükleri için onları salt/dupduru kıldık.
Çünkü biz onları temiz bir hasletle, hâlis yurt (ahiret) düşüncesine ermiş has kullarımızdan kılmışızdır.
Biz onları, yurdu düşünme özellikleriyle yücelen tertemiz kullar yaptık.
Biz onları özellikle âhiret yurdunu düşünen ihlâslı kişiler kıldık.
Biz onları ahiret yurdunu düşünme özelliğiyle temizleyip, kendimize halis (kul) yaptık.
وَإِنَّهُمْ عِندَنَا لَمِنَ ٱلْمُصْطَفَيْنَ ٱلْأَخْيَارِ ﴿٤٧﴾
Ve şüphe yok ki onlar, katımızda, seçilmiş, hayırlı kişilerdendi elbet.
Ve gerçekten onlar, Bizim Katımız'da seçkinlerden ve hayırlı olanlardandır.
veinnehüm `indenâ lemine-lmuṣṭafeyne-l'aḫyâr.
Doğrusu onlar katımızda seçkin, iyi kimselerdendirler.
Doğrusu onlar bizim katımızda seçkin iyi kimselerdendir.
Onlar bizim yanımızda iyilerden seçilmiş kimselerdi.
Çünkü onlar, nezdimizde seçilmiş en hayırlı kimselerdendir.
Ve bizim katımızda onlar seçkin, hayırlı kimselerdendi.
Üstelik onlar Bizim yanımızda seçkin ve hayırlı zatlardı.
Onlar bizim yanımızda seçkinlerden, hayırlılardandır.
وَٱذْكُرْ إِسْمَٰعِيلَ وَٱلْيَسَعَ وَذَا ٱلْكِفْلِ ۖ وَكُلٌّۭ مِّنَ ٱلْأَخْيَارِ ﴿٤٨﴾
Ve an İsmail'i, ElYesa'ı ve ZülKifl'i ve hepsi de hayırlı kişilerdendi.
İsmail'i, Elyesa'ı ve Zülkifl'i de hatırla. Hepsi de hayırlı olanlardandır.
veẕkür ismâ`île velyese`a veẕe-lkifl. veküllüm mine-l'aḫyâr.
İsmail'i, Elyesa'ı, Zülkifl'i de an. Hepsi iyilerdendir.
İsmail'i, Elyesa'yı, Zülkifl'i de an. Hepsi de iyilerdendir.
İsmail'i, Elyesa'ı ve Zülkifl'i de anımsa; hepsi iyilerdendi.
İsmail'i, Elyasa'yı, Zü'lKifl'i de an. Hepsi de en hayırlı kimselerdendir.
İsmail'i, Elyese'i, Zülkifll'i de an! Hepsi seçkinlerdendi.
İsmâil, Elyasa ve Zülkifl'i de hatırla. Onların hepsi hayırlı insanlardı. [21,85; 6,86]
İsma'il'i, Elyesa'ı, Zülkifil'i de an. Hepsi de iyilerdendir.
هَٰذَا ذِكْرٌۭ ۚ وَإِنَّ لِلْمُتَّقِينَ لَحُسْنَ مَـَٔابٍۢ ﴿٤٩﴾
Ve bu, güzel bir anılıştır ve şüphe yok ki çekinenlere elbette dönülüp varılacak pek güzel bir yer var.
Bu, bir zikirdir. Şüphesiz muttakiler için, elbette varılacak güzel bir yer vardır.
hâẕâ ẕikr. veinne lilmütteḳîne leḥusne meâb.
İşte bu güzel bir anmadır. Doğrusu Allah'a karşı gelmekten sakınanlara güzel bir gelecek vardır.
İşte bu, bir hatırlatmadır. Doğrusu Allah'a karşı gelmekten sakınanlara güzel bir gelecek vardır.
Bu bir mesajdır: Erdemliler için güzel bir gelecek,
İşte bu bir öğüttür. Şüphesiz korunan müttakiler için herhalde güzel bir istikbal (güzel bir dönüş yeri) vardır.
Bir hatırlatmadır bu! Korunup sakınanlar için elbette güzel bir gelecek vardır.
İşte bu bir zikirdir, bir hatırlatmadır. Şüphesiz Allah'a karşı gelmekten sakınanlara güzel bir âkıbet vardır.
Bu, bir hatırlamadır. Korunanlar için güzel bir gelecek vardır:
جَنَّٰتِ عَدْنٍۢ مُّفَتَّحَةًۭ لَّهُمُ ٱلْأَبْوَٰبُ ﴿٥٠﴾
Ebedi Adn cennetleri ki onlara açıktır kapıları.
Adn cennetleri; kapılar onlara açılmıştır.
cennâti `adnim müfetteḥatel lehümü-l'ebvâb.
Kapıları onlara açılmış Adn cennetleri vardır.
Kapıları yalnızca kendilerine açılmış Adn cennetleri vardır.
Ve kapıları kendilerine açılmış Adn cennetleri vardır.
Bütün kapıları kendilerine açılmış olan Adn cennetleri vardır.
Kapıları kendilerine açılmış Adn cennetleri.
O güzel yer: Kapıları yalnız kendilerine açılmış olan Adn cennetleridir.
Kapıları kendilerine açılmış Adn cennetleri.
مُتَّكِـِٔينَ فِيهَا يَدْعُونَ فِيهَا بِفَٰكِهَةٍۢ كَثِيرَةٍۢ وَشَرَابٍۢ ﴿٥١﴾
Oralarda yaslanıp oturacaklar, diledikleri birçok yemişler ve içecek şeyler, hemen sunulacak kendilerine.
İçinde yaslanıp-dayanmışlardır; orda birçok meyve ve şarap istemektedirler.
müttekiîne fîhâ yed`ûne fîhâ bifâkihetin keŝîrativ veşerâb.
Orada tahtlara yaslanmış olarak türlü meyveler ve içecekler isterler.
Onlar koltuklara yaslanıp kurularak orada bir çok meyveler ve içecekler isterler.
Orada konfor içinde bol meyve ve içecek isterler.
İçlerine kurularak orada birçok yemişle, bambaşka bir içki isteyeceklerdir.
Orada, yaslanmış olarak birçok meyve ve içecek isterler.
Onlar orada kanepelere dayanarak birçok meyveler ve içecekler isterler. [56,18]
Orada (koltuklara) yaslanarak bir çok meyva ve içki isterler.
۞ وَعِندَهُمْ قَٰصِرَٰتُ ٱلطَّرْفِ أَتْرَابٌ ﴿٥٢﴾
Ve yanlarında,.eşlerinden gözlerini ayırmayan huriler olacak ki her biri de eşit ve aynı yaşta.
Ve yanlarında bakışlarını yalnızca eşlerine çevirmiş yaşıt kadınlar vardır.
ve`indehüm ḳâṣirâtu-ṭṭarfi etrâb.
Yanlarında, gözlerini eşlerine dikmiş yaşıt güzeller vardır.
Yanlarında, eşlerinden başkasına bakmayan, kendilerine yaşıt güzeller vardır.
Yanlarında gözlerinin içine bakan yaşıtları vardır.
Yanlarında da bakışları yalnız kocalarına dönük hep aynı yaşta dilberler vardır.
Yanlarında, bakışlarını eşlerine yöneltmiş yaşıt dilberler vardır.
Onların beraberinde, gözleri kocalarından başkasını görmeyen yumuşak bakışlı, aynı yaşta güzeller vardır.
Yanlarında da bakışlarını yalnız (kocalarına) diken (kendileriyle) yaşıt dilberler vardır.
هَٰذَا مَا تُوعَدُونَ لِيَوْمِ ٱلْحِسَابِ ﴿٥٣﴾
İşte bu, soru gününde size vaadedilen şey.
İşte hesap günü size va'dedilen budur.
hâẕâ mâ tû`adûne liyevmi-lḥisâb.
İşte bu hesap günü için, size söz verilenlerdir.
İşte, hesap günü için size vadolunan şeyler bunlardır.
Hesap Günü için size söz verilen budur.
O hesap günü için size vaad edilen işte budur.
Hesap günü için size vaat edilen işte budur.
Bunlar, hesap günü için size vâd olunan şeylerdir.
İşte, hesap günü için size söz verilen budur!
إِنَّ هَٰذَا لَرِزْقُنَا مَا لَهُۥ مِن نَّفَادٍ ﴿٥٤﴾
Şüphe yok ki bu, elbette bizim.rızkımız, hem de öylesine ki bitip tükenmesi yok.
Şüphesiz bu, Bizim rızkımızdır, bitip tükenmesi de yok.
inne hâẕâ lerizḳunâ mâ lehû min nefâd.
Doğrusu, verdiğimiz bu rızıklar tükenecek değildir.
Şüphesiz bu, bizim verdiğimiz rızıktır. Ona bitmek ve tükenmek yoktur.
Bizim bu rızkımız tükenmez.
İşte bu, bizim rızkımız; muhakkak ki ona hiç tükenmek yoktur.
İşte bu, bizim verdiğimiz rızıktır elbette. Bitip tükenmesi yoktur onun.
Gerçekten bu, Bizim ihsan ettiğimiz bir nasiptir ki onun asla biteceği yoktur. [16,96; 11,108; 41,8; 13,35]
Doğrusu bizim bu rızkımızın bitip tükenmesi yoktur!
هَٰذَا ۚ وَإِنَّ لِلطَّٰغِينَ لَشَرَّ مَـَٔابٍۢ ﴿٥٥﴾
Şu da var: Ve şüphe yok ki azgınlara elbette dönülüp gidilecek en kötü bir yer mevcut.
Bu (böyle işte); gerçekten azgınlar için de muhakkak varılacak kötü bir yer vardır.
hâẕâ. veinne liṭṭâgîne leşerra meâb.
Bu böyle; ama azgınlara kötü bir gelecek vardır.
Bu böyle; ama azgınlara kötü bir gelecek vardır.
Bu böyledir; azgınlar ise kötü bir yeri hakederler.
Bu, böyledir. Şüphesiz azgınlar için de fena bir gelecek vardır.
Bu, budur! Azgınlara da kötü bir gelecek vardır elbette!
İşte bu, mutlularadır. Ama azgınlara kötü bir âkıbet vardır ki o da girip yanacakları cehennemdir. Ne kötü bir yataktır o!
Bu böyledir; fakat azgınlara da en kötü bir gelecek vardır:
جَهَنَّمَ يَصْلَوْنَهَا فَبِئْسَ ٱلْمِهَادُ ﴿٥٦﴾
Cehennem. Oraya atılırlar ve orası, gerçekten, yatılıp kalınacak ne de kötü yerdir.
Cehennem; onlar oraya girerler; ne kötü bir yataktır o.
cehennem. yaṣlevnehâ. febi'se-lmihâd.
Cehenneme girerler; ne kötü bir konaktır!
Onlar cehenneme girecekler. Orası ne kötü bir kalma yeridir.
Cehennemde yanarlar; ne kötü bir duraktır.
Cehennem! Ona yaslanacaklar, fakat o ne çirkin döşektir.
İçine dalacakları cehennem! Ne kötü döşektir o!
İşte bu, mutlularadır. Ama azgınlara kötü bir âkıbet vardır ki o da girip yanacakları cehennemdir. Ne kötü bir yataktır o!
Cehennem! Oraya girerler. Ne kötü bir döşektir o!
هَٰذَا فَلْيَذُوقُوهُ حَمِيمٌۭ وَغَسَّاقٌۭ ﴿٥٧﴾
İşte budur azap, artık tatsınlar gayet sıcak ve gayet soğuk suları.
İşte bu; tatsınlar onu: Kaynar su ve irin.
hâẕâ felyeẕûḳûhü ḥamîmüv vegassâḳ.
İşte bu kaynar su ve irindir, artık onu tatsınlar.
İşte bu; kaynar su ve irindir. Onu tatsınlar
İşte onu tatsınlar: Kaynar su ve irin.
İşte artık tatsınlar onu ki, o kaynar su ve irindir.
İşte burada! Hadi, tatsınlar onu: Kaynar su, kokuşmuş irin.
Bu böyledir! İşte tatsınlar bakalım o kaynar suları ve irinleri!
İşte onu tadsınlar: Kaynar ve kokuşmuş sudur!
وَءَاخَرُ مِن شَكْلِهِۦٓ أَزْوَٰجٌ ﴿٥٨﴾
Ve daha da buna eşit çeşitçeşit azaplar var.
Ve onun şeklinden başka, çift çift (olan daha beter azaplar) vardır.
veâḫaru min şeklihî ezvâc.
Bunlara benzer daha başkaları da vardır...
Buna benzer daha türlü türlü başkaları da vardır.
Bunlara benzer daha başkaları da vardır.
Ve o şekilden çifter çifter tadacakları diğer acılar da vardır.
Ve o türden bir başkası daha: Çifter çifter.
Bu böyledir! Daha bunlara benzer başka azaplar da vardır.
Ve daha başka çeşit çeşit (azab) vardır.
هَٰذَا فَوْجٌۭ مُّقْتَحِمٌۭ مَّعَكُمْ ۖ لَا مَرْحَبًۢا بِهِمْ ۚ إِنَّهُمْ صَالُوا۟ ٱلنَّارِ ﴿٥٩﴾
Bu topluluk, size uyup sizinle beraber cehenneme girenler; rahat yüzü görmesinler; onlar, mutlaka ateşe atılacaklar.
(Müşrik olan hakim güçlere:) \"İşte bu(nlar) da sizinle birlikte (küfür ve zulümde) göğüs gerenlerdir. Onlara bir merhaba (bile) yok. Çünkü onlar ateşe gireceklerdir.\" (denilir).
hâẕâ fevcüm muḳteḥimüm me`aküm. lâ merḥabem bihim. innehüm ṣâlü-nnâr.
(İnkarcıların ileri gelenlerine denir ki;) \"İşte şunlar sizinle beraber girecek olanlardır.\" (Derler ki;) \"Onlar rahat yüzü görmesin. Behemehal ateşe gireceklerdir\"
(İnkarcıların liderlerine:) İşte bu sizinle beraber cehenneme girecek topluluktur (denildiğin de, liderler:) Onlar rahat yüzü görmesin (derler) Onlar mutlaka ateşe gireceklerdir.
\"Bunlar sizinle birlikte paldır küldür sürüklenen bir gruptur.\" (denilince, cehennemdeki liderler:) \"Onlar hoş gelmediler. Onlar ateşte yanacaklar.\"
İşte şunlar da sizin peşinize düşenlerdir. Onlara merhaba yok. Çünkü onlar cehenneme salınıyorlar.
Şöyle denilir: \"İşte sizinle birlikte direnişe geçen bir grup. 'Merhaba' yok onlara! Onlar ateşe salınıyorlar.\"
İşte şunlar dünyada körü körüne maiyetinizde koşup giden güruhtur!“Merhaba!” olmasın onlara, rahat yüzü görmesin o zalimler!Zira onlar cehenneme gireceklerdir.
İşte şunlar da sizinle beraber (cehenneme) girecek olanlardır: \"Onlara merhaba yok, (yerleri geniş olmasın, rahat yüzü görmesinler)! Onlar ateşe gireceklerdir.\"
قَالُوا۟ بَلْ أَنتُمْ لَا مَرْحَبًۢا بِكُمْ ۖ أَنتُمْ قَدَّمْتُمُوهُ لَنَا ۖ فَبِئْسَ ٱلْقَرَارُ ﴿٦٠﴾
Onlar da hayır diyecekler, asıl siz, rahat yüzü görmeyin; siz getirdiniz başımıza bunu, gerçekten de karar edilecek ne kötü yer.
(Onlara uyanlar) Derler ki: \"Hayır, sizler; asıl size bir merhaba yok. Bunu (azabı) siz bizim önümüze sürdünüz. Ne kötü bir durak.\"
ḳâlû bel entüm. lâ merḥabem biküm. entüm ḳaddemtümûhü lenâ. febi'se-lḳarâr.
(Onlara uyanlar;) \"Hayır, asıl siz rahat yüzü görmeyin; bunu başımıza getiren sizsiniz; ne kötü bir duraktır!\" derler.
(Liderlere uyanlar ise:) Hayır, asıl siz rahat yüzü görmeyin! Onu bize siz sundunuz! Ne kötü bir yerdir! derler.
Onlar da derler ki, \"Aslında siz hoş gelmediniz. Bizi bu duruma siz soktunuz; ne kötü bir son!\"
(Arkadan gelenler öncekilere:) Derler ki: \"Hayır, asıl size merhaba yok. Çünkü cehennemi bize siz takdim ettiniz. Bakın o ne kötü yatak!\"
Dediler: \"Hayır, size merhaba yok. Onu siz önümüze çıkardınız. Ne kötü durak yeridir o!\"
Tâbi olanlar, onlara: “Hayır, asıl size merhaba olmasın, rahat yüzü görmeyin sizler! Bu azabı bize getiren sizsiniz. O ne kötü yerdir!” derler.
(Uyanlar, uyulanlara) Dediler ki: \"Hayır, asıl size merhaba yok, (asıl siz rahat yüzü görmeyin), siz bunu bizim önümüze getirdiniz. Ne kötü durak (bu)!\"
قَالُوا۟ رَبَّنَا مَن قَدَّمَ لَنَا هَٰذَا فَزِدْهُ عَذَابًۭا ضِعْفًۭا فِى ٱلنَّارِ ﴿٦١﴾
Rabbimiz diyecekler, kim bizi buna uğrattıysa ateşte, azabını bir kat daha arttır onun.
Derler ki: \"Rabbimiz, kim bunu bizim önümüze sürdüyse, ateşteki azabını kat kat arttır.\"
ḳâlû rabbenâ men ḳaddeme lenâ hâẕâ fezidhü `aẕâben ḍi`fen fi-nnâr.
\"Rabbimiz! Bunu kim başımıza getirdiyse, ateşte onun azabını kat kat artır\" derler.
Yine onlar: Rabbimiz! Bunu bizim önümüze kim getirdiyse onun ateşteki azabını iki kat artır! derler.
\"Rabbimiz, kim bizi bu duruma soktuysa onun cezasını ateşte ikiye katlayarak arttır,\" diye eklerler.
\"Ey Rabbimiz! Bize bunu takdim edenin ateşteki azabını kat kat artır\" derler.
Şöyle yakardılar: \"Rabbimiz, bunu bizim önümüze çıkaranın ateşteki azabını bir kat daha artır.\"
Sonra hep birden dua edip derler ki: “Ya Rabbena, kim bunları önümüze yığdı ise, Sen onun azabını kat kat artır!” [7,38]
(Ve hepsi birbiri aleyhine du'a ederek): \"Rabbimiz, bunu bizim önümüze kim getirdiyse onun ateşteki azabını bir kat daha artır!\" dediler.
وَقَالُوا۟ مَا لَنَا لَا نَرَىٰ رِجَالًۭا كُنَّا نَعُدُّهُم مِّنَ ٱلْأَشْرَارِ ﴿٦٢﴾
Ve ne oldu bize ki diyecekler, kötü saydığımız erleri göremiyoruz?
Ve derler ki: \"Bize ne oluyor ki, kendilerini şerir (kötü)lerden saydığımız adamları göremiyoruz.\"
veḳâlû mâ lenâ lâ nerâ ricâlen künnâ ne`uddühüm mine-l'eşrâr.
Şöyle derler: \"Kendilerini dünyada iken kötü saydığımız kimseleri burada niçin görmüyoruz?\"
(İnkarcılar) derler ki: Kendilerini dünyada iken kötülerden saydığımız kimseleri burada niçin görmüyoruz?
\"Nasıl oluyor da kötü olarak saydığımız insanları göremiyoruz?\"
Bir de derler ki: \"Kötülerden saydığımız birtakım adamları (fakir müminleri) niye göremiyoruz?\"
Şöyle dediler: \"Şer temsilcilerinden saydığımız adamları, acaba neden görmüyoruz?\"
Azgınlar: “Neden acaba, derler, dünyada kendilerini değersiz saydığımız birtakım adamları burada görmüyoruz? Aklımız sıra, onlarla alay ederdik! Yoksa gözlerimiz onlardan kaydı da onun için mi kendilerini göremiyoruz?”
Bize ne oldu ki, (dünyada) kötülerden saydığımız adamları (burada) görmüyoruz? dediler.
أَتَّخَذْنَٰهُمْ سِخْرِيًّا أَمْ زَاغَتْ عَنْهُمُ ٱلْأَبْصَٰرُ ﴿٦٣﴾
Onları alaya alırdururduk, yoksa gözümüzden mi kaçtılar?
Biz onları bir alay konusu edinmiştik; yoksa gözler mi onlardan kaydı?\"
etteḫaẕnâhüm siḫriyyen em zâgat `anhümü-l'ebṣâr.
\"Onları alaya alırdık; yoksa şimdi gözlere görünmezler mi?\"
Alaya aldığımız onlar değil miydi? Yoksa (buradalar da) onları gözden mi kaçırdık?
\"Onlarla alay edip durduk. Yoksa onları gözlerimizden mi kaçırdık?\"
\"Onları eğlence yerine tutmuştuk ha! Yoksa bu gözler onlardan kaydı mı?\"
\"Onları alaya alırdık; yoksa gözler onlardan kaydı mı?\"
Azgınlar: “Neden acaba, derler, dünyada kendilerini değersiz saydığımız birtakım adamları burada görmüyoruz? Aklımız sıra, onlarla alay ederdik! Yoksa gözlerimiz onlardan kaydı da onun için mi kendilerini göremiyoruz?”
Hani onlarla alay ederdik. Yoksa gözler(imiz) mi onlardan kaydı, (onları gözden mi kaçırdık)?
إِنَّ ذَٰلِكَ لَحَقٌّۭ تَخَاصُمُ أَهْلِ ٱلنَّارِ ﴿٦٤﴾
Şüphe yok ki cehennem ehlinin, birbirleriyle şu münakaşaları, gerçektir.
Bu, cehennem halkının birbiriyle çekişmesi kesin bir gerçektir.
inne ẕâlike leḥaḳḳun teḫâṣumü ehli-nnâr.
İşte cehennemliklerin bu şekilde tartışması gerçektir.
İşte bu, cehennem ehlinin tartışması, şüphesiz bir gerçektir.
Cehennem halkının birbiriyle çekişmesi bir gerçektir.
Şüphesiz ki bu haktır. Ateş ehlinin birbiriyle tartışması muhakkak olacaktır.
İşte bu, kesin gerçektir. Ateş halkının çekişmesi gerçekleşecektir.
İşte bu, yani cehennemliklerin dâvalaşması kesin bir gerçektir.
Bu, mutlaka gerçektir, ateş halkının tartışmasıdır (bunun olacağından asla şüphe yoktur).
قُلْ إِنَّمَآ أَنَا۠ مُنذِرٌۭ ۖ وَمَا مِنْ إِلَٰهٍ إِلَّا ٱللَّهُ ٱلْوَٰحِدُ ٱلْقَهَّارُ ﴿٦٥﴾
De ki: Ben, ancak bir korkutucuyum ve yoktur tapacak bir ve her şeye üstün Allah'tan başka;
De ki: \"Ben, yalnızca bir uyarıcıyım. Bir olan, kahreden Allah'tan başka bir İlah yoktur.\"
ḳul innemâ ene münẕir. vemâ min ilâhin ille-llâhü-lvâḥidü-lḳahhâr.
De ki: \"Ben sadece bir uyarıcıyım. Gücü her şeye yeten tek Allah'tan başka tanrı yoktur.\"
(Resulüm!) De ki: Ben sadece bir uyarıcıyım. Tek ve kahhar olan Allah'tan başka bir tanrı yoktur.
De ki, \"Ben sadece bir uyarıcıyım. Tek ve Egemen olan ALLAH'tan başka bir tanrı yoktur.\"
De ki: \"Ben ancak korkuyu haber veren bir peygamberim. O tek ve kahredici olan Allah'tan başka tanrı da yoktur.\"
De ki: \"Ben, sadece bir uyarıcıyım. O Vâhid ve Kahhâr Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur.\"
De ki: “Ben sadece uyaran bir peygamberim. Şu kesin bir gerçektir ki tek hakim olan Allah'tan başka ilah yoktur.
De ki: \"Ben ancak bir uyarıcıyım. Tek ve (her şeyi) kahreden Allah'tan başka tanrı yoktur.\"
رَبُّ ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا ٱلْعَزِيزُ ٱلْغَفَّٰرُ ﴿٦٦﴾
Rabbidir göklerin ve yeryüzünün ve ikisinin arasındakilerin o üstün olan ve suçları, ceza vermeden önce ve tamamıyla örten.
\"Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir, üstün ve güçlü olan, bağışlayandır.\"
rabbü-ssemâvâti vel'arḍi vemâ beynehüme-l`azîzü-lgaffâr.
\"Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi, güçlüdür, çok bağışlayandır.\"
Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi (olan Allah) üstündür, çok bağışlayıcıdır.
Göklerin, yerin ve aralarındakilerin Rabbi; Üstündür, Bağışlayandır.
\"O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir. O çok güçlüdür, çok bağışlayıcıdır.\"
\"Göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin Rabbi'dir O. Azîz ve Gaffâr...\"
O göklerin, yerin ve ikisinin arasındaki varlıkların Rabbidir. Mutlak galiptir, çok mağfiret edendir.
O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir, daima üstündür, çok bağışlayandır.
قُلْ هُوَ نَبَؤٌا۟ عَظِيمٌ ﴿٦٧﴾
De ki: Bu Kur'an, en büyük bir haberdir.
De ki: \"Bu (Kur'an), büyük bir haberdir.\"
ḳul hüve nebeün `ażîm.
De ki: \"Bu Kuran büyük bir haberdir, ama siz ondan yüz çeviriyorsunuz.\"
De ki: \"Bu büyük bir haberdir.\"
De ki, \"Bu, büyük bir haberdir.\"
De ki: \"Bu, bir büyük haberdir.\"
De ki: \"Büyük bir haberdir o.\"
De ki: “Bu Kur'ân pek mühim bir mesajdır.
De ki: \"O, büyük bir haberdir.\"
أَنتُمْ عَنْهُ مُعْرِضُونَ ﴿٦٨﴾
Siz ondan yüz çevirmedesiniz.
Sizler ise, ondan yüz çeviriyorsunuz.
entüm `anhü mü`riḍûn.
De ki: \"Bu Kuran büyük bir haberdir, ama siz ondan yüz çeviriyorsunuz.\"
\"Ama siz ondan yüz çeviriyorsunuz.\"
\"Siz ise ondan yüz çeviriyorsunuz.\"
\"Siz ondan yüz çeviriyorsunuz.\"
\"Yüz çevirip duruyorsunuz ondan.\"
Ama siz ona sırtınızı dönüyorsunuz.
(Ama gafletinizden dolayı) Siz ondan yüz çeviriyorsunuz.
مَا كَانَ لِىَ مِنْ عِلْمٍۭ بِٱلْمَلَإِ ٱلْأَعْلَىٰٓ إِذْ يَخْتَصِمُونَ ﴿٦٩﴾
En yüce melekler topluluğu, münakaşa ederlerken benim hiçbir bilgim yoktu.
\"Mele-i Ala (yüce topluluk) tartışıp dururken, benim hiçbir bilgim yoktur.\"
mâ kâne liye min `ilmim bilmelei-l'a`lâ iẕ yaḫteṣimûn.
\"Onlar tartışırlarken Melei Ala'daki bu olanlar hakkında bir bilgim yoktu.\"
Onlar orada tartışırken benim mele-i a'la hakkında hiçbir bilgim yoktu.
\"Onlar tartışırlarken Yüce Toplum'da neler olup bittiği hakkında bir bilgim yoktu.\"
\"Münakaşa ederlerken, benim melekler yüksek topluluğuna ait ne bilgim olabilirdi?\"
\"Onlar tartışırlarken, o yüce konsey hakkında benim hiçbir bilgim yoktu.\"
Mele-i Âla sakinleri tartışırlarken kendi aralarında neler konuştuklarına dair bilgim yoktur.
Yüce topluluk tartışırlarken (aralarında) neler geçtiği hakkında bir bilgim yoktu.
إِن يُوحَىٰٓ إِلَىَّ إِلَّآ أَنَّمَآ أَنَا۠ نَذِيرٌۭ مُّبِينٌ ﴿٧٠﴾
Bana vahyedilmede ve ben, ancak apaçık bir korkutucuyum.
\"Bana ancak, yalnızca apaçık bir uyarıcı olduğum vahyolunmaktadır.\"
iy yûḥâ ileyye illâ ennemâ ene neẕîrum mübîn.
\"Bana sadece vahyolunuyor; doğrusu ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.\"
Ben ancak apaçık bir uyarıcı olduğum için bana vahyolunuyor.
\"Apaçık bir uyarıcı olduğum için bana vahyediliyor.\"
\"Ancak ben açıktan açığa korkutmakla görevli olduğum için o bilgi bana vahyediliyor.\"
\"Bana, sadece açık bir uyarıcı olduğum vahyediliyor.\"
Şu var ki: Bana sadece, açıkça uyarmak için gönderilen bir elçi olduğum vahyolunuyor.”
Ben ancak apaçık bir uyarıcı olduğum için (bu bilgi) bana vahyediliyor.
إِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلَٰٓئِكَةِ إِنِّى خَٰلِقٌۢ بَشَرًۭا مِّن طِينٍۢ ﴿٧١﴾
Hani Rabbin, meleklere, ben balçıktan bir insan yaratacağım demişti de.
Hani Rabbin meleklere: \"Gerçekten Ben, çamurdan bir beşer yaratacağım\" demişti.
iẕ ḳâle rabbüke lilmelâiketi innî ḫâliḳum beşeram min ṭîn.
Rabbin meleklere şöyle demişti: \"Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan ona üflediğim zaman ona secdeye kapanın.\"
Rabbin meleklere demişti ki: Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım.
Rabbin meleklere demişti ki, \"Balçıktan bir insan yaratacağım.\"
Hani Rabbin meleklere demişti ki: \"Ben çamurdan bir insan yaratmaktayım.\"
Hani, Rabbin meleklere şöyle demişti: \"Ben çamurdan bir insan yaratacağım.\"
Bir vakit Rabbin meleklere: “Ben,” dedi, “çamurdan bir beşer yaratacağım.”
Rabbin meleklere demişti ki: \"Ben çamurdan bir insan yaratacağım.\"
فَإِذَا سَوَّيْتُهُۥ وَنَفَخْتُ فِيهِ مِن رُّوحِى فَقَعُوا۟ لَهُۥ سَٰجِدِينَ ﴿٧٢﴾
Onu tamamlayınca ve ona, ruhumdan üfürünce karşısında yerlere kapanıp secde etmişlerdi.
\"Onu bir biçime sokup, ona Ruhum'dan üflediğim zaman siz onun için hemen secdeye kapanın.\"
feiẕâ sevveytühû venefaḫtü fîhi mir rûḥî feḳa`û lehû sâcidîn.
Rabbin meleklere şöyle demişti: \"Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan ona üflediğim zaman ona secdeye kapanın.\"
Onu tamamlayıp, içine de ruhumdan üfürdüğüm zaman, derhal ona secdeye kapanın!
\"Onu düzenlediğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman ona secdeye kapanın.\"
\"Onu tesviye edip, düzeltip de ruhumdan ona üfledim mi derhal ona secdeye kapanın.\"
\"Onu kıvama erdirip içine ruhumdan üflediğimde, önünde secde ederek eğilin!\"
Onu iyice biçimlendirip ona Rûhumdan üfleyince hep birden, secde ediniz.” [2,34; 7,11; 15,29]
Onu biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim zaman derhal ona secdeye kapanın!
فَسَجَدَ ٱلْمَلَٰٓئِكَةُ كُلُّهُمْ أَجْمَعُونَ ﴿٧٣﴾
Meleklerin hepsi birden secde etmişti.
Meleklerin hepsi topluca secde etti;
fesecede-lmelâiketü küllühüm ecme`ûn.
Bütün melekler secde etmişlerdi, fakat İblis; o, büyüklük taslamış ve inkarcılardan olmuştu.
Bütün melekler toptan secde ettiler.
Tüm melekler ona secdeye kapandı;
Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde ettiler.
Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde etmişlerdi.
Meleklerin hepsi secde ettiler.
Meleklerin hepsi tüm olarak secde ettiler.
إِلَّآ إِبْلِيسَ ٱسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ ٱلْكَٰفِرِينَ ﴿٧٤﴾
Ancak İblis secde etmemişti, ululanmıştı ve o, kafirlerden olmuştu.
Yalnız İblis hariç. O büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu.
illâ iblîs. istekbera vekâne mine-lkâfirîn.
Bütün melekler secde etmişlerdi, fakat İblis; o, büyüklük taslamış ve inkarcılardan olmuştu.
Yalnız İblis secde etmedi. O büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu.
Ancak İblis hariç. Büyüklük tasladı ve nankör oldu.
Yalnız İblis etmedi, büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.
İblis etmemişti. O, kibre sapmış ve inkârcılardan olmuştu.
Lâkin İblis secde etmedi. O kibirlendi ve kâfirlerden oldu.
Yalnız İblis etmedi, büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu.
قَالَ يَٰٓإِبْلِيسُ مَا مَنَعَكَ أَن تَسْجُدَ لِمَا خَلَقْتُ بِيَدَىَّ ۖ أَسْتَكْبَرْتَ أَمْ كُنتَ مِنَ ٱلْعَالِينَ ﴿٧٥﴾
Ey İblis demişti, kudret ellerimle yarattığıma, ne mani oldu da secde etmedin? Ululuk mu satmadasın, yoksa yücelerden misin sen?
(Allah) Dedi ki: \"Ey İblis, iki elimle yarattığıma seni secde etmekten alıkoyan neydi? Büyüklendin mi, yoksa yüksekte olanlardan mı oldun?\"
ḳâle yâ iblîsü mâ mene`ake en tescüde limâ ḫalaḳtü biyedeyy. estekberte em künte mine-l`âlîn.
Allah: \"Ey İblis, ellerimle (kudretimle) yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Böbürlendin mi? Yoksa gururlananlardan mısın?\" dedi.
Allah! Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni meneden nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden misin? dedi.
\"Ey İblis, ellerimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Büyüklük mü tasladın? Yoksa baş mı kaldırdın?\" dedi.
Allah: \"Ey İblis! O benim kudretimle yarattığıma secde etmene ne engel oldu? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun?\" dedi.
Allah dedi: \"Ey İblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan neydi? Burnu büyüklük mü ettin, yoksa yücelenlerden mi oldun?\"
Allah buyurdu: “İblis! Benim ellerimle yarattığım mahlûkuma neden secde etmedin? Gururlandın mı, yoksa kendini çok yükseklerde mi görüyorsun? {KM, Mezmurlar 119,73}
(Rabbin ona) Dedi ki: \"Ey İblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Büyüklük mü tasladın, yoksa yücelerden mi oldun?\"
قَالَ أَنَا۠ خَيْرٌۭ مِّنْهُ ۖ خَلَقْتَنِى مِن نَّارٍۢ وَخَلَقْتَهُۥ مِن طِينٍۢ ﴿٧٦﴾
O, ben demişti, ondan hayırlıyım, ateşten yarattın beni ve onuysa balçıktan halkettin.
Dedi ki: \"Ben ondan daha hayırlıyım; sen beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.\"
ḳâle ene ḫayrum minh. ḫalaḳtenî min nâriv veḫalaḳtehû min ṭîn.
İblis: \"Ben ondan daha üstünüm. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın\" dedi.
İblis: Ben ondan hayırlıyım! Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi.
\"Ben ondan daha üstünüm,\" dedi, \"Beni ateşten yarattın, onu ise balçıktan yarattın.\"
İblis dedi ki: \"Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.\"
İblis dedi: \"Ben ondan hayırlıyım! Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.\"
İblis: “Ben ondan üstünüm, çünkü beni ateşten, onu ise topraktan yarattın.” dedi.
Dedi: \"Ben ondan iyiyim. Beni ateşten, onu çamurdan yarattın.\"
قَالَ فَٱخْرُجْ مِنْهَا فَإِنَّكَ رَجِيمٌۭ ﴿٧٧﴾
Çık git buradan hemen demişti, gerçekten de taşlanmışsın sen.
(Allah) Dedi ki: \"Öyleyse ordan (cennetten) çık, artık sen kovulmuş bulunmaktasın.\"
ḳâle faḫruc minhâ feinneke racîm.
Allah: \"Defol oradan, sen artık kovulmuş birisin. Din (kıyamet/ceza) gününe kadar lanetim senin üzerinedir\" dedi.
Allah: Çık oradan (cennetten)! Sen artık kovulmuş birisin.
\"Çık oradan,\" dedi, \"Sen kovuldun.\"
Allah: \"Hemen çık oradan, artık sen kovuldun.\"
Buyurdu: \"Hadi, çık oradan! Sen kovulmuş birisin.\"
Allah: “Defol oradan! Sen artık kovulmuş birisin. Lânetim de, hesap gününe kadar senin üstündedir.”
Buyurdu ki: \"Haydi çık oradan, sen kovuldun!\"
وَإِنَّ عَلَيْكَ لَعْنَتِىٓ إِلَىٰ يَوْمِ ٱلدِّينِ ﴿٧٨﴾
Ve şüphe yok ki ceza gününedek benden lanet sana.
\"Ve şüphesiz, din (kıyametteki hesap) gününe kadar Benim lanetim senin üzerinedir.\"
veinne `aleyke la`netî ilâ yevmi-ddîn.
Allah: \"Defol oradan, sen artık kovulmuş birisin. Din (kıyamet/ceza) gününe kadar lanetim senin üzerinedir\" dedi.
VE ceza gününe kadar lanetim senin üzerindedir! buyurdu.
\"Yargı Gününe kadar lanetimi hakettin.\"
\"Ve elbette lanetim ceza gününe kadar senin üzerindedir.\" buyurdu.
\"Din gününe kadar lanetim üzerinedir.\"
Allah: “Defol oradan! Sen artık kovulmuş birisin. Lânetim de, hesap gününe kadar senin üstündedir.”
Ta ceza gününe kadar lanetim üzerinedir!
قَالَ رَبِّ فَأَنظِرْنِىٓ إِلَىٰ يَوْمِ يُبْعَثُونَ ﴿٧٩﴾
Rabbim demişti, ölüleri dirilteceğin günedek öldürme beni.
Dedi ki: \"Rabbim, öyleyse onların dirilecekleri güne kadar bana süre tanı.\"
ḳâle rabbi feenżirnî ilâ yevmi yüb`aŝûn.
\"Rabbim! Dirilecekleri güne kadar beni (canımı almayı) ertele\" dedi.
İblis: Ey Rabbim! O halde tekrar diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver, dedi.
Dedi ki, \"Rabbim, dirilecekleri güne dek beni ertele.\"
İblis: \"Ya Rab! O halde insanların diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver.\" dedi.
Dedi: \"Rabbim, o halde insanların diriltileceği güne kadar bana süre ver.\"
“Ya Rabbî, bana insanların dirileceği güne kadar mühlet verir misin?” dedi.
Rabbim, dedi, öyleyse yeniden dirilecekleri güne kadar bana süre ver.
قَالَ فَإِنَّكَ مِنَ ٱلْمُنظَرِينَ ﴿٨٠﴾
Gerçekten de demişti, sen, ölmeyenlere katıl.
Dedi ki: \"O halde, süre tanınanlardansın.\"
ḳâle feinneke mine-lmünżarîn.
Allah: \"Sen bilinen güne kadar erteye bırakılanlardansın\" dedi.
Allah: \"Haydi, sen mühlet verilenlerdensin.\"
Dedi ki, \"Sana süre verilmiştir;\"
Allah: \"Haydi belirli bir vakte kadar mühlet verilenlerdensin\" buyurdu.
Buyurdu: \"Peki, süre verilenlerdensin.\"
Allah: “Haydi sana mühlet verildi!”
Buyurdu: \"Haydi sen süre verilenlerdensin.\"
إِلَىٰ يَوْمِ ٱلْوَقْتِ ٱلْمَعْلُومِ ﴿٨١﴾
Bilinen vaktin gününe dek.
\"Bilinen vaktin gününe kadar.\"
ilâ yevmi-lvaḳti-lma`lûm.
Allah: \"Sen bilinen güne kadar erteye bırakılanlardansın\" dedi.
\"O bilinen güne kadar\" buyurdu.
\"Bilinen vaktin gününe kadar.\"
Allah: \"Haydi belirli bir vakte kadar mühlet verilenlerdensin\" buyurdu.
\"O bilinen güne kadar.\"
“Sen belirli bir vakte kadar izinlisin.”
O belli vaktin gününe kadar. Until the day of the time appointed.
قَالَ فَبِعِزَّتِكَ لَأُغْوِيَنَّهُمْ أَجْمَعِينَ ﴿٨٢﴾
Gerçek demişti, yüceliğine andolsun ki onların hepsini azdıracağım.
Dedi ki: \"Senin izzetin adına andolsun, ben, onların tümünü mutlaka azdırıp-kışkırtacağım.\"
ḳâle febi`izzetike leugviyennehüm ecme`în.
İblis: \"Senin kudretine and olsun ki, onlardan, sana içten bağlı olan kulların bir yana, hepsini azdıracağım\" dedi.
İblis: Senin mutlak kudretine andolsun ki, onların hepsini mutlaka azdıracağım.\"
Dedi ki, \"Büyüklüğüne andolsun, tümünü azdıracağım.\"
İblis: \"Öyle ise izzet ve şerefine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka aldatır, saptırırım.\"
Dedi: \"Kudret ve şerefine yemin olsun ki, onların tümünü azdıracağım.\"
İblis: “Öyle ise, senin izzetine yemin ederim ki ben de onların hepsini şaşırtacağım. Ancak Senin ihlâsa erdirdiğin kullar bundan müstesnadır.” dedi. [17,62-65]
(İblis) Dedi: \"Senin izzet ve şerefine and olsun ki, onların tümünü azdıracağım.\"
إِلَّا عِبَادَكَ مِنْهُمُ ٱلْمُخْلَصِينَ ﴿٨٣﴾
Ancak içlerinden, ihlasa eren kulların müstesna.
\"Ancak onlardan, muhlis olan kulların hariç.\"
illâ `ibâdeke minhümü-lmuḫleṣîn.
İblis: \"Senin kudretine and olsun ki, onlardan, sana içten bağlı olan kulların bir yana, hepsini azdıracağım\" dedi.
\"Ancak onlardan ihlaslı kulların hariç\" dedi.
\"Ancak onlardan kendilerini sadece sana adayan kulların hariç.\"
\"Ancak içlerinden ihlas ile seçilmiş has kulların müstesna\" dedi.
\"İçlerinden sadece samimi, seçkin kullar dışta kalacaktır.\"
İblis: “Öyle ise, senin izzetine yemin ederim ki ben de onların hepsini şaşırtacağım. Ancak Senin ihlâsa erdirdiğin kullar bundan müstesnadır.” dedi. [17,62-65]
Yalnız onlardan ihlaslı kulların(a dokunmayacağım).
قَالَ فَٱلْحَقُّ وَٱلْحَقَّ أَقُولُ ﴿٨٤﴾
Bu gerçek demişti ve ben de gerçek olarak söylüyorum ki.
(Allah) \"İşte bu haktır ve Ben hakkı söylerim\" dedi.
ḳâle felḥaḳḳ. velḥaḳḳa eḳûl.
Allah: \"Doğrudur; işte Ben hakikati söylüyorum, sen ve sana uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım\" dedi.
Allah buyurdu ki, \"O doğru ben hep doğruyu söylerim.\"
Dedi ki, \"Bu gerçektir ve ben sadece gerçeği söylerim:\"
Allah buyurdu ki: \"O doğru, ben hep doğruyu söylerim.\"
Buyurdu: \"İşte bu doğru! Ben de yalnız doğruyu söylerim.\"
Allah buyurdu: “İşte bu doğru! Ben de şu hakikati söyleyeyim ki cehennemi, sen ve sana uyanlarla dolduracağım.”
Buyurdu ki: \"Gerçektir (sen benim halis kullarımı kandıramazsın), ve ben gerçek olarak diyorum ki:
لَأَمْلَأَنَّ جَهَنَّمَ مِنكَ وَمِمَّن تَبِعَكَ مِنْهُمْ أَجْمَعِينَ ﴿٨٥﴾
Andolsun, dolduracağım cehennemi seninle ve sana uyanların hepsiyle.
\"Andolsun, senden ve içlerinde sana tabi olacak olanlardan tümüyle cehennemi dolduracağım.\"
leemleenne cehenneme minke vemimmen tebi`ake minhüm ecme`în.
Allah: \"Doğrudur; işte Ben hakikati söylüyorum, sen ve sana uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım\" dedi.
\"Mutlaka sen ve sana uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım!.\"
\"Cehennemi seninle ve onlardan seni izliyenlerle topluca dolduracağım.\"
\"Andolsun ki, cehennemi mutlaka senden ve onların sana uyanlarından, topunuzdan tıka basa dolduracağım.\"
\"Gerçek şu ki, ben cehennemi seninle ve onlardan sana uyanlarla tamamen dolduracağım.\"
Allah buyurdu: “İşte bu doğru! Ben de şu hakikati söyleyeyim ki cehennemi, sen ve sana uyanlarla dolduracağım.”
Senden ve onlar içinde sana uyan kimselerden (gelenler ile) cehennemi dolduracağım!
قُلْ مَآ أَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍۢ وَمَآ أَنَا۠ مِنَ ٱلْمُتَكَلِّفِينَ ﴿٨٦﴾
De ki: Ben, tebliğime karşılık, sizden bir ücret istemiyorum ve ben, kendiliğimden bir şey de istememekteyim.
(Ey Peygamber) De ki: \"Ben, buna karşı sizden bir ücret istemiyorum ve (kendiliğinden) bir yükümlülük getirenlerden de değilim.\"
ḳul mâ es'elüküm `aleyhi min ecriv vemâ ene mine-lmütekellifîn.
De ki: \"Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Kendiliğimden bir şey iddia eden kimselerden de değilim.\"
(Resulüm!) De ki: Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Ve ben olduğundan başka türlü görünenlerden de değilim.
De ki, \"Buna karşılık olarak sizden bir ücret istemiyorum. Ben bir sahtekar değilim.\"
Ey Muhammed! De ki: \"Ben o Kur'ân'a karşı sizden bir ücret istemiyorum. Ve ben kendiliğimden bir şey de teklif etmiyorum.\"
De ki: \"Tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ben size kendiliğimden/zorlamayla yükümlülük getirenlerden de değilim.\"
De ki: Ben de irşad ve risalet hizmetinden dolayı sizden bir ücret istemiyorum ve ben size kendiliğinden bir iddia içinde bulunan biri de değilim!” [32,13; 17,63]
De ki: \"Ben sizden buna karşı bir ücret istemiyorum. Ve ben yapmacık yapanlardan, (uydurma şeylerle peygamberlik taslayanlardan) değilim.\"
إِنْ هُوَ إِلَّا ذِكْرٌۭ لِّلْعَٰلَمِينَ ﴿٨٧﴾
O, ancak alemlere bir öğüt.
\"O (Kur'an), alemler için yalnızca bir zikir (öğüt ve hatırlatma)dir.\"
in hüve illâ ẕikrul lil`âlemîn.
\"Bu Kuran, ancak dünyalar için bir öğüttür.\"
Bu Kur'an, ancak alemler için bir öğüttür.
\"Bu, tüm dünyaya bir mesajdır.\"
\"O Kur'ân, bütün âlemler için bir zikir, bir öğüttür. \"
Bu, âlemler için bir Zikir'den başka şey değildir.
Bu Kur'ân, ancak bütün milletler için bir derstir.
O (Kur'an), ancak bütün alemlere öğüttür.
وَلَتَعْلَمُنَّ نَبَأَهُۥ بَعْدَ حِينٍۭ ﴿٨٨﴾
Onun doğruluğunu, bir müddet sonra mutlaka bilip anlayacaksınız.
\"Gerçekten onun haberini bir zaman sonra öğreneceksiniz.\"
veleta`lemünne nebeehû ba`de ḥîn.
\"Onun verdiği haberin doğruluğunu bir zaman sonra öğreneceksiniz.\"
Onun verdiği haberin doğruluğunu bir zaman sonra çok iyi öğreneceksiniz.
\"Ve onun haberlerini bir süre sonra öğreneceksiniz.\"
\"Herhalde onun haberini bir zaman sonra bileceksiniz.\"
Yemin olsun, bir süre sonra onun haberini bileceksiniz.
Onun verdiği haberin doğruluğunu bir süre sonra siz de pek iyi öğrenirsiniz. [6,19; 11,17]
Bir süre sonra \"Onun haberi(nin doğruluğu)nu gayet iyi bileceksiniz!\"