Settings
Surah The winnowing winds [Adh-Dhariyat] in Turkish
وَٱلذَّٰرِيَٰتِ ذَرْوًۭا ﴿١﴾
Andolsun tozutup savuranlara.
Tozu dumana katıp savuran (rüzgar)lara,
veẕẕâriyâti ẕervâ.
Esip savuran rüzgarlara, yağmur yüklü bulutlara, kolayca süzülen gemiler ve işleri yöneten meleklere and olsun ki, size söz verilen kıyametin kopması şüphesiz gerçektir. Ödeşme günü gelecektir.
Tozdurup savuranlara,
Esip savuranlara,
O tozdurup savuranlara,
O tozutup savuranlara/o kırıp un-ufak edenlere,
O tozutup savuran (rüzgârlara)
Savurup kaldıranlara,
فَٱلْحَٰمِلَٰتِ وِقْرًۭا ﴿٢﴾
Derken ağır bir yük yüklenenlere.
Derken, ağır yük taşıyan (bulut)lara.
felḥâmilâti viḳrâ.
Esip savuran rüzgarlara, yağmur yüklü bulutlara, kolayca süzülen gemiler ve işleri yöneten meleklere and olsun ki, size söz verilen kıyametin kopması şüphesiz gerçektir. Ödeşme günü gelecektir.
Yükünü yüklenenlere,
Yük yüklenenlere,
Derken bir ağırlık taşıyanlara,
O ağırlık taşıyanlara,
Yağmur yüklenen bulutlara,
(Yağmur) Yüklü (bulut)lara,
فَٱلْجَٰرِيَٰتِ يُسْرًۭا ﴿٣﴾
Derken kolayca akıp gidenlere.
Sonra kolaylıkla akıp gidenlere,
felcâriyâti yüsrâ.
Esip savuran rüzgarlara, yağmur yüklü bulutlara, kolayca süzülen gemiler ve işleri yöneten meleklere and olsun ki, size söz verilen kıyametin kopması şüphesiz gerçektir. Ödeşme günü gelecektir.
Kolayca süzülenlere,
Kolayca akıp gidenlere,
Derken bir kolaylıkla akanlara,
O kolayca akıp gidenlere/o rahatça yüzenlere,
Kolayca akıp giden (yıldızlar, bulutlar vb.) şeylere,
Kolayca akıp gidenlere,
فَٱلْمُقَسِّمَٰتِ أَمْرًا ﴿٤﴾
Derken işi ayıranlara.
Sonra iş(ler)i taksim edenlere andolsun.
felmüḳassimâti emrâ.
Esip savuran rüzgarlara, yağmur yüklü bulutlara, kolayca süzülen gemiler ve işleri yöneten meleklere and olsun ki, size söz verilen kıyametin kopması şüphesiz gerçektir. Ödeşme günü gelecektir.
İşleri ayıranlara andolsun ki,
Ve işi bölümlere ayıranlara andolsun ki
Derken bir emir taksim edenlere andolsun ki,
O iş ve oluşu bölüştürenlere yemin olsun ki,
Emirleri, rızıkları, yağmurları vb. şeyleri taksim eden meleklere yemin ederim ki:
İş(ler)i taksim edenlere (rızıkları, yağmurları dağıtan güçlere) andolsun ki,
إِنَّمَا تُوعَدُونَ لَصَادِقٌۭ ﴿٥﴾
Gerçekten de size vaadedilen, doğrudur ancak.
Size va'dedilmekte olan, hiç tartışmasız doğrudur.
innemâ tû`adûne leṣâdiḳ.
Esip savuran rüzgarlara, yağmur yüklü bulutlara, kolayca süzülen gemiler ve işleri yöneten meleklere and olsun ki, size söz verilen kıyametin kopması şüphesiz gerçektir. Ödeşme günü gelecektir.
Size vadedilen, kesinlikle doğrudur.
Size söz verilen kuşkusuz bir gerçektir.
O size vaad edilen elbette doğrudur.
Hiç kuşkusuz, o size vaat olunan kesinlikle doğrudur.
Size vâd olunan diriliş elbette gerçektir.
Size va'dedilen, mutlaka doğrudur.
وَإِنَّ ٱلدِّينَ لَوَٰقِعٌۭ ﴿٦﴾
Ve ceza, mutlaka olacak.
Şüphesiz din (hesap ve ceza) da mutlaka gerçekleşecektir.
veinne-ddîne levâḳi`.
Esip savuran rüzgarlara, yağmur yüklü bulutlara, kolayca süzülen gemiler ve işleri yöneten meleklere and olsun ki, size söz verilen kıyametin kopması şüphesiz gerçektir. Ödeşme günü gelecektir.
Ve ceza mutlaka vuku bulacaktır.
Yargılama kesinlikle gerçekleşecektir.
Ceza ve hesap günü şüphesiz olacaktır.
Ve din, şaşmaz bir olgudur.
İşlerin karşılığı da mutlaka alınacaktır.
Ceza muhakkak olacaktır.
وَٱلسَّمَآءِ ذَاتِ ٱلْحُبُكِ ﴿٧﴾
Andolsun yolyol hareli göğe.
'Özen içinde yollar ve yörüngelerle donatılmış' göğe andolsun;
vessemâi ẕâti-lḥubük.
İçinde yörüngeler bulunan göğe and olsun ki, ey inkarcılar, siz, şüphesiz aykırı görüştesiniz.
İçinde yörüngeleri olan göğe andolsun ki,
Mükemmel çizilmiş yörüngelere sahip göğe andolsun ki
Yollara sahip göğe andolsun ki,
Yemin olsun o ahenkli yollar taşıyan göğe,
Yollarla, yörüngelerle dolu gök hakkı için! Siz tam bir çelişki içindesiniz.
(Çeşitli) yolları (yörüngeleri) bulunan göğe andolsun ki,
إِنَّكُمْ لَفِى قَوْلٍۢ مُّخْتَلِفٍۢ ﴿٨﴾
Şüphe yok ki siz, elbette çeşitli ve birbirini tutmaz sözler söylemektesiniz.
Siz, gerçekten birbirini tutmaz bir söz (çelişkili ve aykırı görüşler) içindesiniz.
inneküm lefî ḳavlim muḫtelif.
İçinde yörüngeler bulunan göğe and olsun ki, ey inkarcılar, siz, şüphesiz aykırı görüştesiniz.
Siz çelişkili sözler söylüyorsunuz.
Siz ihtilaf içindesiniz.
Siz elbette çelişkili sözler içindesiniz.
Ki siz gerçekten tartışmalarla dolu bir söz içindesiniz.
Yollarla, yörüngelerle dolu gök hakkı için! Siz tam bir çelişki içindesiniz.
Siz, çeşitli söz(ler) içindesiniz.
يُؤْفَكُ عَنْهُ مَنْ أُفِكَ ﴿٩﴾
Ondan saptırılan, saptırılmıştır.
Ondan çevrilen çevrilir,
yü'fekü `anhü men üfik.
Bundan, dönebilecek kimseler döndürülür.
Ondan (Kur'an'dan veya imandan) dönen döndürülür (engellenmez).
Çevrilen, ondan çevrilir.
Ondan çevrilen (imana) çevrilir.
Yüzgeri çevrilen onun yüzünden çevrilir.
Oysa bu dâvetten, ancak aklı çarpılmış olan kimse çevrilip vazgeçirilir.
Çevrilen, ondan çevriliyor.
قُتِلَ ٱلْخَرَّٰصُونَ ﴿١٠﴾
Lanet olsun geberesi yalancılara.
Kahrolsun, o 'zan ve tahminle yalan söyleyenler';
ḳutile-lḫarrâṣûn.
Yalancılığı itiyat edinenlerin, bilgisizliğe saplanıp kalanların canları çıksın!
Kahrolsun o koyu yalancılar!
Kahrolsun palavracılar,
Kahrolsun (o fikir adına) kendi tahminlerini ileri sürenler!
Kahrolsun o düzenbaz yalancılar,
O kahrolası yalancılar sarhoşluk ve cehalet içinde ne yaptıklarını bilmeden atıp tutarlar. Bir de alay ederek: “Ne zaman o hesap günü?” diye sorarlar.
O (çeşitli sözleri) atan yalancılar kahrolsun!
ٱلَّذِينَ هُمْ فِى غَمْرَةٍۢ سَاهُونَ ﴿١١﴾
Ki onlar, daldıkları gaflette habersiz bir halde bocalayıp dururlar.
Ki onlar, 'bilgisizliğin kuşatması' içinde habersizdirler.
elleẕîne hüm fî gamratin sâhûn.
Yalancılığı itiyat edinenlerin, bilgisizliğe saplanıp kalanların canları çıksın!
Onlar koyu bir cehalet içerisinde kalmış gafillerdir.
Ki şaşkınlıkları içinde umursamıyorlar.
Onlar bir sarhoşluk ve cehalet içinde şuursuzdurlar.
Ki onlar bir sersemlik içinde ne yaptıklarından habersizdirler.
O kahrolası yalancılar sarhoşluk ve cehalet içinde ne yaptıklarını bilmeden atıp tutarlar. Bir de alay ederek: “Ne zaman o hesap günü?” diye sorarlar.
Onlar aptallık içinde yanılıp durmaktadırlar.
يَسْـَٔلُونَ أَيَّانَ يَوْمُ ٱلدِّينِ ﴿١٢﴾
Sorarlar: Ne zaman gelecek ceza günü?
\"Hesap ve ceza (din) günü ne zaman?\" diye sorarlar.
yes'elûne eyyâne yevmü-ddîn.
İşlerin karşılık göreceği günün zamanını sorarlar.
Ceza gününün ne zaman olduğunu sorarlar.
Yargı Gününün zamanını sorarlar.
Onlar: \"Hesap ve ceza günü ne zaman?\" diye soruyorlar.
Sorarlar: \"Ne zaman o din günü?\"
O kahrolası yalancılar sarhoşluk ve cehalet içinde ne yaptıklarını bilmeden atıp tutarlar. Bir de alay ederek: “Ne zaman o hesap günü?” diye sorarlar.
Ceza günü ne zaman? diye sorarlar.
يَوْمَ هُمْ عَلَى ٱلنَّارِ يُفْتَنُونَ ﴿١٣﴾
O gün onlar, ateşe atılıp sınanırlar.
O gün onlar, ateşin üstünde tutulup-eritilecekler:
yevme hüm `ale-nnâri yüftenûn.
O, kendilerinin ateşte azap görecekleri gündür.
O gün onlar ateşe sokulacaklardır.
O gün onlar ateşe sunulacaklardır.
O gün, onların ateş üzerinde azap görecekleri gündür.
O gün onlar ateş üzerinde deneme ve elemeye tâbi tutulacaklardır.
O gün, onların ateşin üzerinde kıvrandırılacakları gündür!
O gün onlar ateş üzerinde yakılacaklardır.
ذُوقُوا۟ فِتْنَتَكُمْ هَٰذَا ٱلَّذِى كُنتُم بِهِۦ تَسْتَعْجِلُونَ ﴿١٤﴾
Tadın azabınızı; işte buydu çabucak gelmesini istediğiniz.
\"Tadın fitnenizi. Bu, sizin pek acele isteyip durduğunuz şeydir.\"
ẕûḳû fitneteküm. hâẕe-lleẕî küntüm bihî testa`cilûn.
Onlara: \"Azabınızı tadın; işte acele beklediğiniz bu idi\" denir.
Azabınızı tadın! Acele gelmesini beklediğiniz şey budur işte! (denir.)
Cezanızı tadın, meydan okumakta olduğunuz şey budur işte!
Onlara: \"Tadın inkarınızın cezasını, işte sizin acele istediğiniz budur!\" denecektir.
Tadın imtihan ve ıstırabınızı. İşte budur o çarçabuk gelmesini istediğiniz!
Onlara: “Tadın bakalım fitnenizi, tadın dünyada kaynattığınız fitne ateşinin neticesini! İşte gelmesini dört gözle beklediğiniz azap!” denilir.
(Kendilerine): \"Fitnenizi (fesadınızın cezasını) tadın! Acele isteyip durduğunuz şey budur işte!\" (denilecek).
إِنَّ ٱلْمُتَّقِينَ فِى جَنَّٰتٍۢ وَعُيُونٍ ﴿١٥﴾
Şüphe yok ki çekinenler, cennetlerdedir, pınar başlarında.
Şüphesiz muttaki olanlar, cennetlerde ve pınarlardadırlar;
inne-lmütteḳîne fî cennâtiv ve`uyûn.
Doğrusu, Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, Rablerinin kendilerine verdiğini almış olarak bahçelerde ve pınar başlarındadırlar. Çünkü onlar, bundan önce iyi davrananlardı.
Şüphesiz ki Allah'a isyandan sakınanlar, cennetlerde ve pınar başlarında bulunacaklar.
Erdemliler cennetlerdedir, pınar başlarındadır.
Şüphesiz ki takva sahipleri Rablerinin kendilerine verdiği sevabı almış olarak cennet bahçelerinde ve pınar başlarında bulunacaklardır. Çünkü onlar bundan önce iyilik yapıyorlardı.
Şu da bir gerçek ki, sakınıp korunanlar bahçelerde ve pınar başlarındadır;
Ama müttakiler bahçelerde, pınar başlarındadırlar.
Korunanlar, cennetlerde, çeşme başlarındadırlar;
ءَاخِذِينَ مَآ ءَاتَىٰهُمْ رَبُّهُمْ ۚ إِنَّهُمْ كَانُوا۟ قَبْلَ ذَٰلِكَ مُحْسِنِينَ ﴿١٦﴾
Alırlar Rablerinin, kendilerine verdiklerini; şüphe yok ki onlar, bundan önce, iyilik ederlerdi.
Rablerinin kendilerine verdiğini alanlar olarak. Çünkü onlar, bundan önce ihsanda (güzel davranışta) bulunanlardı.
âḫiẕîne mâ âtâhüm rabbühüm. innehüm kânû ḳable ẕâlike muḥsinîn.
Doğrusu, Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, Rablerinin kendilerine verdiğini almış olarak bahçelerde ve pınar başlarındadırlar. Çünkü onlar, bundan önce iyi davrananlardı.
Rablerinin kendilerine verdiğini alarak. Kuşkusuz onlar, bundan önce dünyada güzel davrananlardı.
Rab'lerinin kendilerine verdiğini alırlar. Çünkü onlar bundan önce güzel davranıyorlardı.
Şüphesiz ki takva sahipleri Rablerinin kendilerine verdiği sevabı almış olarak cennet bahçelerinde ve pınar başlarında bulunacaklardır. Çünkü onlar bundan önce iyilik yapıyorlardı.
Rablerinin kendilerine verdiğini almış kişiler olarak. Doğrusu, onlar bundan önce de iyilik ve güzellik sergilemekteydiler.
Rab'lerinin kendilerine verdiği mükâfatları almaktadırlar. Çünkü onlar, daha önce dünyada iyi davranan kimselerdi.
Rablerinin, kendilerine verdiğini alırlar. Çünkü onlar bundan önce güzel davranırlardı:
كَانُوا۟ قَلِيلًۭا مِّنَ ٱلَّيْلِ مَا يَهْجَعُونَ ﴿١٧﴾
Gecelerin az bir kısmında uyurlardı.
Gece-boyunca da pek az uyurlardı.
kânû ḳalîlem mine-lleyli mâ yehce`ûn.
Onlar, geceleri az uyuyanlardı.
Geceleri pek az uyurlardı.
Geceleri az uyurlardı.
Onlar geceleyin pek az uyurlardı.
Gecenin pek azında uyumaktaydılar.
Geceleri az uyurlardı.
Geceleri pek az uyurlardı,
وَبِٱلْأَسْحَارِ هُمْ يَسْتَغْفِرُونَ ﴿١٨﴾
Ve seher çağları, yarlıganma dilerlerdi.
Onlar, seher vakitlerinde istiğfar ederlerdi.
vebil'esḥâri hüm yestagfirûn.
Seher vakitlerinde bağışlanma dilerlerdi.
Seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi.
Seher vakitlerinde bağışlanma dilerlerdi.
Onlar seher vakitlerinde Allah'tan bağışlanma dilerlerdi.
Seher vakitlerinde af dilemekteydi onlar.
Seher vakitleri istiğfar ederlerdi.
Seherlerde onlar istiğfar ederlerdi,
وَفِىٓ أَمْوَٰلِهِمْ حَقٌّۭ لِّلسَّآئِلِ وَٱلْمَحْرُومِ ﴿١٩﴾
Ve mallarında, dileyene ve mahrum olana bir hak vardı.
Onların mallarında dilenip-isteyen (ve iffetinden dolayı istemeyip de) yoksul olan için de bir hak vardı.
vefî emvâlihim ḥaḳḳul lissâili velmaḥrûm.
Onların mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardı, onu verirlerdi.
Mallarında, muhtaç ve yoksullar için bir hak vardı.
Paralarında, isteyenler ve yoksullar için bir pay vardı.
Onların mallarında isteyen ve istemeyen yoksullar için bir hak vardı.
İhtiyaç sahibi için, yoksun için bir hak vardı mallarında onların.
Mallarında isteyenlerin ve yoksulların hakkını ayırırlardı.
Mallarında dilenci ve yoksul için hak vardı.
وَفِى ٱلْأَرْضِ ءَايَٰتٌۭ لِّلْمُوقِنِينَ ﴿٢٠﴾
Ve yeryüzünde deliller var iyideniyiye inanmış olanlara.
Yeryüzünde kesin bir bilgiyle inanacak olanlar için ayetler vardır.
vefi-l'arḍi âyâtül lilmûḳinîn.
Kesin olarak inananlara, yeryüzünde ve kendi içinizde Allah'ın varlığına nice deliller vardır; görmez misiniz?
Kesin olarak inananlar için yeryüzünde ayetler vardır.
Kesin inananlar için yerde ayetler (işaret ve deliller) vardır.
Kesin olarak inananlar için, yeryüzünde ve kendi nefislerinde nice ibretler vardır. Hiç görmüyor musunuz?
Yeryüzünde ayetler vardır görürcesine bilenler için.
Kesin inanmak isteyenler için yeryüzünde birçok deliller vardır. Bizzat kendi varlıklarınızda da böyle deliller vardır. Hâlâ görmeyecek misiniz? Gökte de hem rızkınız (rızkınızın vesileleri), hem de size vâd olunan cennet vardır.
Kesin inanacaklar için yerde nice ibretler vardır.
وَفِىٓ أَنفُسِكُمْ ۚ أَفَلَا تُبْصِرُونَ ﴿٢١﴾
Ve kendi özünüzde de, hala mı görmezsiniz?
Ve kendi nefislerinizde de. Yine de görmüyor musunuz?
vefî enfüsiküm. efelâ tübṣirûn.
Kesin olarak inananlara, yeryüzünde ve kendi içinizde Allah'ın varlığına nice deliller vardır; görmez misiniz?
Kendi nefislerinizde de öyle. Görmüyor musunuz?
Kendi içinizde de... Görmez misiniz?
Kesin olarak inananlar için, yeryüzünde ve kendi nefislerinde nice ibretler vardır. Hiç görmüyor musunuz?
Benliklerinizin içinde de. Hâlâ bakıp görmeyecek misiniz?
Kesin inanmak isteyenler için yeryüzünde birçok deliller vardır. Bizzat kendi varlıklarınızda da böyle deliller vardır. Hâlâ görmeyecek misiniz? Gökte de hem rızkınız (rızkınızın vesileleri), hem de size vâd olunan cennet vardır.
Kendi canlarınızda da öyle. Görmüyor musunuz?
وَفِى ٱلسَّمَآءِ رِزْقُكُمْ وَمَا تُوعَدُونَ ﴿٢٢﴾
Ve gökte de rızkınız ve size vaadedilen var.
Gökte rızkınız vardır ve size va'dolunmakta olan da.
vefi-ssemâi rizḳuküm vemâ tû`adûn.
Rızkınız da, size söz verilen azap da yukarıdan gelir.
Semada da rızkınız ve size vadedilen başka şeyler vardır.
Gökte rızkınız ve size söz verilenler vardır.
Sizin rızkınız da size vaad edilen sevap ve ceza da göktedir.
Sizin, rızkınız da göktedir, tehdit edildiğiniz şey de.
Kesin inanmak isteyenler için yeryüzünde birçok deliller vardır. Bizzat kendi varlıklarınızda da böyle deliller vardır. Hâlâ görmeyecek misiniz? Gökte de hem rızkınız (rızkınızın vesileleri), hem de size vâd olunan cennet vardır.
Gökte rızkınız da var, uyarıldığınız (azab)da var!
فَوَرَبِّ ٱلسَّمَآءِ وَٱلْأَرْضِ إِنَّهُۥ لَحَقٌّۭ مِّثْلَ مَآ أَنَّكُمْ تَنطِقُونَ ﴿٢٣﴾
Gerçekten de andolsun göğün ve yeryüzünün Rabbine ki hiç şüphe yok, gerçektir o, nasıl siz konuşup söylüyorsunuz.
İşte, göğün ve yerin Rabbine andolsun ki, şüphesiz, o (size va'dedilen) sizin (aranızda) konuştuklarınız kadar, elbette kesin bir gerçektir.
feverabbi-ssemâi vel'arḍi innehû leḥaḳḳum miŝle mâ enneküm tenṭiḳûn.
Göğün ve yerin Rabbine and olsun ki bu, sizin konuşmanız kadar kesin ve gerçektir.
Göğün ve yerin Rabbine andolsun ki bu vaad, sizin konuşmanız gibi kesin ve gerçektir.
Göğün ve yerin Rabbine andolsun ki sizin konuşmanız nasıl bir gerçek ise, bu da öylece bir gerçektir.
Gök ve yerin Rabbine andolsun ki size edilen o vaad, herhalde haktır. O tıpkı sizin konuşmanız gibi gerçektir.
Göğün ve yerin Rabbine yemin olsun ki, o tıpkı sizin konuşabildiğiniz gibi kesin bir gerçektir.
Göğün ve yerin Rabbine yemin olsun ki bu vaad, tıpkı sizin konuşmanızın sabit olduğu gibi bir gerçektir.
Göğün ve yerin Rabbine andolsun ki o, sizin konuştuğunuz gibi gerçektir.
هَلْ أَتَىٰكَ حَدِيثُ ضَيْفِ إِبْرَٰهِيمَ ٱلْمُكْرَمِينَ ﴿٢٤﴾
İbrahim'in, ağırlanan konuklarına ait haber, geldi mi sana?
Sana İbrahim'in ağırlanan konuklarının haberi geldi mi?
hel etâke ḥadîŝü ḍayfi ibrâhîme-lmükramîn.
İbrahim'in ikram edilmiş konuklarının haberi sana geldi mi?
İbrahim'in ağırlanan misafirlerinin haberi sana geldi mi? (Bunlar meleklerdi.)
İbrahim'in ağırlanan konuklarının haberini aldın mı?
Ey Muhammed! İbrahim'in şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi?
Geldi mi sana İbrahim'in ikram edilen konuklarının haberi?
Sahi! İbrâhimin şerefli misafirlerinin gelişlerinden haberin oldu mu?
İbrahim'in ağırlanan konuklarının haberi sana geldi mi?
إِذْ دَخَلُوا۟ عَلَيْهِ فَقَالُوا۟ سَلَٰمًۭا ۖ قَالَ سَلَٰمٌۭ قَوْمٌۭ مُّنكَرُونَ ﴿٢٥﴾
Hani, tapısına girmişlerdi de esenlik sana demişlerdi; o da esenlik size demişti, ey yabancılar.
Hani, yanına girdiklerinde: \"Selam\" demişlerdi. O da: \"Selam\" demişti. \"(Haklarında bilgim olmayan) Yabancı bir topluluk.\"
iẕ deḫalû `aleyhi feḳâlû selâmâ. ḳâle selâm. ḳavmüm münkerûn.
Onlar, İbrahim'in yanına girip: \"Selam sana\" demişlerdi, İbrahim de: \"Selam size\" demişti; içinden de, onların \"tanınmamış bir topluluk\" olduğunu geçirmişti.
Onlar İbrahim'in yanına girmişler, selam vermişlerdi. İbrahim de selamı almış, içinden, \"Bunlar, yabancılar\" demişti.
Onun huzuruna girmişlerdi ve \"Selam (barış)\" demişlerdi. O da, \"Selam size, yabancılar!\" demişti.
Hani onlar İbrahim'in huzuruna girmişlerdi de \"Selam sana!\" demişlerdi. İbrahim: \"Size de selam\" demiş, ve içinden: \"Bunlar tanınmamış bir topluluk!\" diye geçirmişti.
Hani, İbrahim'in yanına girmişlerdi de \"Selam!\" demişlerdi. İbrahim: \"Selam! Tanınmayan bir topluluk bu.\" demişti.
Onlar yanına varınca: “Selâm!” dediler. O da: “Size de Selâm!” diye cevap verdi, ama içinden: “Bunlar tanımadığım kimseler, hayırdır inşaallah!” dedi. [15,51; 4,86; 11,69]
Bir zaman onun yanına girmişler: \"Selam\" demişlerdi. \"Selam, dedi, (siz) tanınmamış bir topluluk(sunuz).\"
فَرَاغَ إِلَىٰٓ أَهْلِهِۦ فَجَآءَ بِعِجْلٍۢ سَمِينٍۢ ﴿٢٦﴾
Derken bir bahaneyle ailesinin yanına gitmişti de bir semiz dana getirmişti.
Hemen (onlara) sezdirmeden ailesine gidip, çok geçmeden semiz bir buzağı ile (geri) geldi.
ferâga ilâ ehlihî fecâe bi`iclin semîn.
Hemen ailesine giderek semiz bir buzağı getirmiş, onların önüne sürüp: \"Yemez misiniz?\" demişti.
Hemen ailesinin yanına giderek semiz bir dana (kebabını) getirmiş,
Ailesine yöneldi ve sonra semiz bir buzağı ile geldi.
İbrahim, sonra ailesine giderek semiz bir buzağı (eti) getirdi.
Hemen ailesinin yanına gitti; semiz bir dana getirdi.
Onlara yemek getirmek için gizlice ailesinin yanına geçti ve semiz bir dana kebabı getirdi. Önlerine koyup “buyurmaz mısınız?” diye ikram etti. [11,69] {KM, Tekvin 18. bölüm}
(Konuklarına yemek hazırlamak için) gizlice ailesinin yanına gitti, semiz bir buzağı getirdi.
فَقَرَّبَهُۥٓ إِلَيْهِمْ قَالَ أَلَا تَأْكُلُونَ ﴿٢٧﴾
Onların önüne koymuştu da yemez misiniz demişti.
Derken onlara yaklaştırıp (ikram etti); \"Yemez misiniz?\" dedi.
feḳarrabehû ileyhim ḳâle elâ te'külûn.
Hemen ailesine giderek semiz bir buzağı getirmiş, onların önüne sürüp: \"Yemez misiniz?\" demişti.
Onların önüne koyup \"Yemez misiniz?\" demişti.
Onu onların önüne sürüp, \"Yemez misiniz?\" dedi.
Onu önlerine sürerek: \"Yemez misiniz?\" dedi.
Danayı misafirlerin önüne sürdü. \"Yemez misiniz?\" dedi.
Onlara yemek getirmek için gizlice ailesinin yanına geçti ve semiz bir dana kebabı getirdi. Önlerine koyup “buyurmaz mısınız?” diye ikram etti. [11,69] {KM, Tekvin 18. bölüm}
Onu, önlerine yaklaştırdı, \"Yemez misiniz?\" dedi.
فَأَوْجَسَ مِنْهُمْ خِيفَةًۭ ۖ قَالُوا۟ لَا تَخَفْ ۖ وَبَشَّرُوهُ بِغُلَٰمٍ عَلِيمٍۢ ﴿٢٨﴾
Derken onlardan, içine bir korkudur düşmüştü de korkma demişlerdi, ve ona, bilgi sahibi bir oğlu olacağını müjdelemişlerdi.
(Onlar yemeyince) Bunun üzerine içine bir tür korku düştü. \"Korkma\" dediler ve ona bilgin bir erkek çocuk müjdesini verdiler.
feevcese minhüm ḫîfeh. ḳâlû lâ teḫaf. vebeşşerûhü bigulâmin `alîm.
(Yemediklerini görünce) onlardan endişeye düştü; \"Korkma\" dediler ve ona bilgin bir oğul sahibi olacağını müjdelediler.
Derken onlardan korkmaya başladı. \"Korkma\" dediler ve ona bilgin bir oğlan çocuğu müjdelediler.
Onlardan bir korku duydu. Bunun üzerine onlar, \"Korkma\" dediler ve ona bilgin bir oğul müjdelediler.
Yemediklerini görünce onlardan içine bir korku düştü. Onlar İbrahim'e: \"Korkma!\" dediler ve onu çok bilgili bir oğul ile müjdelediler.
O arada, içine bunlardan bir kuşku düştü. \"Korkma!\" dediler. Ve ona bilgin bir oğlan müjdelediler.
O sırada onlardan yana içine bir korku düştü. “Korkma!” dediler ve ona büyüdüğünde âlim olacak bir çocuklarının dünyaya geleceğini müjdelediler. [11,70-73; 15,53]
(Yemediklerini görünce) Onlardan içine bir korku düşürdü. \"Korkma\" dediler ve ona bilgin bir oğlan çocuğu müjdelediler.
فَأَقْبَلَتِ ٱمْرَأَتُهُۥ فِى صَرَّةٍۢ فَصَكَّتْ وَجْهَهَا وَقَالَتْ عَجُوزٌ عَقِيمٌۭ ﴿٢٩﴾
Derken karısı, onlara dönmüştü de bir çığlık atıp eliyle yüzüne vurmuştu ve ben kısır bir kocakarıyım demişti.
Böylece karısı çığlıklar kopararak geldi ve yüzüne vurarak: \"Kısır, yaşlı bir kadın (mı doğum yapacakmış)? dedi.
feaḳbeleti-mraetühû fî ṣarratin feṣakket vechehâ veḳâlet `acûzün `aḳîm.
Bunun üzerine karısı hayretle seslenerek geldi, elleriyle yüzünü kapayarak: \"kısır bir kocakarı!\" dedi.
Karısı çığlık atarak geldi. Elini yüzüne çarparak: \"Ben kısır bir kocakarıyım!\" dedi.
Karısı hayret içinde, (hayretten) yüzüne vurarak, \"Kısır bir yaşlı kadın!\" dedi.
Bunun üzerine karısı (Sâre) bir çığlık atarak geldi ve elini yüzüne vurarak: \"Ben kısır bir kocakarıyım, nasıl çocuğum olur?\" dedi.
Derken, karısı bir çığlık içinde döndü; yüzüne vurarak şöyle dedi: \"Ben, doğurma yaşını geçmiş bir kocakarıyım!\"
Evin öbür köşesinden bunu duyan eşi, elini yüzüne vurarak: “Vay başıma gelene! Ben kısır bir kocakarı iken mi doğuracağım!” diye çığlık attı.
Karısı (Sare) çığlık içinde geldi (hayretten elini) yüzüne vurarak: \"(Ben) Kısır bir koca karı(yım, benden nasıl çocuk olur)?\" dedi.
قَالُوا۟ كَذَٰلِكِ قَالَ رَبُّكِ ۖ إِنَّهُۥ هُوَ ٱلْحَكِيمُ ٱلْعَلِيمُ ﴿٣٠﴾
Onlar, bu, böyle dediler, Rabbin böyle dedi; şüphe yok ki o, bir hüküm ve hikmet sahibidir ki her şeyi bilir.
Dediler ki: \"Öyle. (Bunu) Senin Rabbin buyurdu. Çünkü O, hüküm ve hikmet sahibidir, bilendir.\"
ḳâlû keẕâliki ḳâle rabbük. innehû hüve-lḥakîmü-l`alîm.
Melekler: \"Bu böyledir, Rabbin söylemiştir; doğrusu O, Hakim olandır, bilendir\" dediler.
Onlar: \"Bu böyledir. Rabbin söylemiştir. O, hikmet sahibidir, bilendir\" dediler.
Dediler ki, \"Rabbin böyle söylemiştir. O Bilgedir, Bilendir.\"
Misafir melekler: \"Evet bu böyledir. Rabbin böyle buyurdu. Gerçekten O hüküm ve hikmet sahibidir. Herşeyi hakkıyla bilir.\" dediler.
Dediler ki: \"Rabbin öyle buyurmuştur. Hüküm ve hikmet sahibi O'dur, en iyisini bilen de O'dur.
Onlar, hanımına: “Evet, Rabbin böyle buyurdu, dediler. O, tam hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyi hakkıyla bilir.”
Dediler ki: \"Rabbin böyle dedi. O, hüküm ve hikmet sahibidir, bilendir.\"
۞ قَالَ فَمَا خَطْبُكُمْ أَيُّهَا ٱلْمُرْسَلُونَ ﴿٣١﴾
İbrahim, işiniz nedir ey elçiler demişti.
(İbrahim) dedi ki: \"Şu halde sizin asıl isteğiniz nedir, ey elçiler?\"
ḳâle femâ ḫaṭbüküm eyyühe-lmürselûn.
İbrahim: \"Ey Elçiler! Göreviniz nedir?\" dedi.
(İbrahim:) O halde işiniz nedir, ey elçiler? dedi.
(İbrahim:) \"Ey elçiler asıl göreviniz nedir?\" dedi.
İbrahim, kendisine misafir olarak gelen meleklere: \"Acaba sizin asıl önemli işiniz nedir ey elçiler?\" dedi.
İbrahim sordu: \"Amacınız ne, ey elçiler?\"
İbrâhim: “Peki sizin gelişinizin asıl sebebini öğrenebilir miyim ey değerli elçiler?” dedi.
(İbrahim): \"O halde göreviniz nedir ey elçiler?\" dedi.
قَالُوٓا۟ إِنَّآ أُرْسِلْنَآ إِلَىٰ قَوْمٍۢ مُّجْرِمِينَ ﴿٣٢﴾
Onlar, şüphe yok ki biz demişlerdi, mücrim bir topluluğa gönderildik.
\"Doğrusu biz, suçlu-günahkar bir kavme gönderildik\" dediler.
ḳâlû innâ ürsilnâ ilâ ḳavmim mücrimîn.
Elçiler: \"Suçlu bir milletin üzerine, Rabbinin katından işaretli olarak, aşırı gidenlere mahsus sert taşlar göndermekle görevlendirildik\" dediler.
\"Biz, dediler, suçlu bir kavme gönderildik.\"
Dediler ki, \"Biz suçlu bir topluluğa gönderildik.\"
Onlar: \"Gerçekten biz günahkâr bir kavim (olan Lût kavmine) gönderildik.
Dediler: \"Biz, suçlulardan oluşan bir topluma gönderildik.\"
“Biz” dediler, “Suçlu bir güruhun, haddini aşanların tepelerine, çamurdan pişirilip de Rabbinin nezdinde damgalanmış taşları indirmek için görevlendirildik.”
Dediler: \"Biz suçlu bir kavme gönderildik.\"
لِنُرْسِلَ عَلَيْهِمْ حِجَارَةًۭ مِّن طِينٍۢ ﴿٣٣﴾
Üstlerine balçıktan taşlar yağdırmak için.
\"Üzerlerine çamurdan (iyice sertleşip kaskatı kesilmiş) taşlar yağdırmak için.\"
linürsile `aleyhim ḥicâratem min ṭîn.
Elçiler: \"Suçlu bir milletin üzerine, Rabbinin katından işaretli olarak, aşırı gidenlere mahsus sert taşlar göndermekle görevlendirildik\" dediler.
\"Üzerlerine çamurdan taş yağdırmaya (geldik).\"
\"Üzerlerine balçıktan taşlar göndermek için...\"
Onların üzerine çamurdan pişirilmiş sert taşlar yağdıracağız.
\"Üzerlerine çamurdan taş atalım diye.\"
“Biz” dediler, “Suçlu bir güruhun, haddini aşanların tepelerine, çamurdan pişirilip de Rabbinin nezdinde damgalanmış taşları indirmek için görevlendirildik.”
Ki onların üzerine çamurdan taş(lar) salalım.
مُّسَوَّمَةً عِندَ رَبِّكَ لِلْمُسْرِفِينَ ﴿٣٤﴾
Öyle taşlar ki Rabbinin katında damgalanmış, haddi aşanlar için.
\"(Ki bu taşların her biri,) Rabbinin Katında ölçüyü taşıranlar için (herkese ayrı ayrı) işaretlenmiştir.\"
müsevvemeten `inde rabbike lilmüsrifîn.
Elçiler: \"Suçlu bir milletin üzerine, Rabbinin katından işaretli olarak, aşırı gidenlere mahsus sert taşlar göndermekle görevlendirildik\" dediler.
(Bu taşlar,) aşırı gidenler için Rabbinin katında işaretlenmiş (taşlardır).
\"Rabbin tarafından taşkınlar için işaretlenmiş olarak.\"
O taşlardan herbirinin haddi aşanlardan kime isabet edeceği Rabbin katında işaretlenmiştir.\" dediler.
\"Rabbin katında, sınır tanımazlar için işaretlenmiş taşlar.\"
“Biz” dediler, “Suçlu bir güruhun, haddini aşanların tepelerine, çamurdan pişirilip de Rabbinin nezdinde damgalanmış taşları indirmek için görevlendirildik.”
Rabbinin katında, haddi aşanlar için işaretlenmiş (taşlar).
فَأَخْرَجْنَا مَن كَانَ فِيهَا مِنَ ٱلْمُؤْمِنِينَ ﴿٣٥﴾
Derken, orada inananlardan kim varsa çıkarmıştık.
Bu arada, mü'minlerden orda kim varsa çıkardık.
feaḫracnâ men kâne fîhâ mine-lmü'minîn.
Bunun üzerine, suçlu milletin arasında bulunan müminleri çıkardık.
Bunun üzerine orada bulunan müminleri çıkardık.
Sonra, orada inananlardan kim varsa çıkardık.
Nihayet biz müminlerden orada bulunan kimseleri çıkardık.
Orada, müminlerden kim varsa çıkardık.
Derken, oradaki müminleri şehirden çıkarma emrini verdik.
Orada bulunan mü'minleri çıkardık.
فَمَا وَجَدْنَا فِيهَا غَيْرَ بَيْتٍۢ مِّنَ ٱلْمُسْلِمِينَ ﴿٣٦﴾
Gerçekten de bir ev halkından başka Müslüman da bulamamıştık orada.
Ne var ki, orda Müslümanlardan olan bir evden başkasını bulmadık.
femâ vecednâ fîhâ gayra beytim mine-lmüslimîn.
Zaten orada, kendini Allah'a vermiş sadece bir tek ev halkı bulduk.
Zaten orada müslümanlardan, bir ev halkından başka kimse bulmadık.
Zaten orada bir evin dışında hiç bir müslüman bulmadık.
Fakat biz orada müslümanlardan bir ev halkından başka kimseyi de bulamadık.
Artık orada, bir ev dışında, müslümanlardan/Allah'a teslim olanlardan hiç kimse bulamıyorduk.
Ama orada, bir hane dışında, Biz'e itaat eden aile bulamadık.
Zaten orada bir ev(halkın)dan başka müslüman da bulmadık.
وَتَرَكْنَا فِيهَآ ءَايَةًۭ لِّلَّذِينَ يَخَافُونَ ٱلْعَذَابَ ٱلْأَلِيمَ ﴿٣٧﴾
Ve orada, elemli azaptan korkanlara bir delil bırakmıştık.
Ve orada, acı bir azaptan korkanlar için bir ayet bıraktık.
veteraknâ fîhâ âyetel lilleẕîne yeḫâfûne-l`aẕâbe-l'elîm.
Can yakıcı azabdan korkanlar için, o beldede bir işaret, bir kalıntı bıraktık.
Acı azaptan korkanlar için orada bir işaret bıraktık.
Acı azaptan korkacaklar için orada bir ders bıraktık.
Biz orada acı bir azabdan korkan kimseler için bir ibret nişanesi bıraktık.
Acıklı azaptan korkanlar için orada bir işaret bıraktık;
Ve öyle acı bir azaptan korkanlar için, orada bir alâmet bıraktık.
Acı azabdan korkanlar için orada bir ibret bıraktık.
وَفِى مُوسَىٰٓ إِذْ أَرْسَلْنَٰهُ إِلَىٰ فِرْعَوْنَ بِسُلْطَٰنٍۢ مُّبِينٍۢ ﴿٣٨﴾
Ve Musa'da da; hani onu apaçık bir delille Firavun'a göndermiştik.
Musa (olayın)da da (düşündürücü ayetler vardır). Hani Biz onu açık bir delille Firavun'a göndermiştik;
vefî mûsâ iẕ erselnâhü ilâ fir`avne bisülṭânim mübîn.
Musa'nın başından geçenlerde de ibret vardır: Onu apaçık delille Firavun'a gönderdik.
Musa'da da (ibretler vardır). Onu apaçık bir delil ile Firavun'a göndermiştik.
Musa'da da (bir ders vardır). Onu Firavun'a apaçık bir delil ile göndermiştik.
Musa'nın kıssasında da ibret vardır. Hani biz onu apaçık bir delille Firavun'a göndermiştik.
Mûsa'da da. Biz onu açık bir kanıtla Firavun'a gönderdik.
Mûsâ'nın olayında da alınacak dersler vardır. Onu âşikâr bir delille (mûcize ile) Firavun’a göndermiştik.
Musa'da da (ibret alınacak şeyler vardır). Onu açık bir delil ile Fir'avn'e göndermiştik.
فَتَوَلَّىٰ بِرُكْنِهِۦ وَقَالَ سَٰحِرٌ أَوْ مَجْنُونٌۭ ﴿٣٩﴾
Derken bütün kuvvetiyle dönmüştü de ya büyücü demişti, yahut da deli.
Fakat o, 'bütün kişisel ve askeri gücüyle' yüz çevirdi ve: \"(Bu,) Ya bir büyücü veya bir delidir\" dedi.
fetevellâ biruknihî veḳâle sâḥirun ev mecnûn.
Firavun, erkaniyle birlikte hakdan yüz çevirdi; \"sihirbazdır veya delidir\" dedi.
Firavun ordusuyla birlikte yüz çevirmiş: \"O, bir büyücüdür veya bir delidir\" demişti.
Erkanıyla birlikte yüz çevirdi ve \"Ya bir büyücüdür, ya da bir deli,\" dedi.
Firavun ise ordusuyla birlikte yüz çevirmiş, onun hakkında: \"Bu bir sihirbazdır, ya da bir delidir.\" demişti.
O tüm gücüyle/tüm seçkin adamlarıyla birlikte yüz çevirdi ve şöyle dedi: \"Bir büyücü yahut mecnun.\"
O var gücüyle ve bütün ordusuyla sırtını çevirdi ve “Mûsâ, ya bir büyücü, ya da bir delidir!” dedi.
(Fir'avn ona) Yanını çevirdi ve: \"Bu, ya büyücü veya cinlidir\" dedi.
فَأَخَذْنَٰهُ وَجُنُودَهُۥ فَنَبَذْنَٰهُمْ فِى ٱلْيَمِّ وَهُوَ مُلِيمٌۭ ﴿٤٠﴾
Derken onu ve ordusunu helak etmiş, onları denize atıvermiştik de o kendisini kınayıp durmadaydı.
Bunun üzerine, Biz onu ve ordularını yakalayıp denize attık; (ki o,) 'kınanacak işler yapıyordu.'
feeḫaẕnâhü vecünûdehû fenebeẕnâhüm fi-lyemmi vehüve mülîm.
Sonunda onu ve ordularını yakalayıp denize attık. O, kınanmayı haketmişti.
Nihayet onu da ordularını da yakalayıp denize attık, bu sırada kendini kınayıp duruyordu.
Onu ve askerlerini yakalayıp denize attık. Bu sonucu haketmişti.
Nihayet biz onu ve ordularını yakalayıp hepsini denize attık. Firavun ise o sırada (inadından dolayı pişmanlık duyarak) kendi kendini kınıyordu.
Bunun üzerine, onu da ordusunu da yakalayıp suyun ortasına fırlattık. Kendi kendini kınayıp duruyordu.
Biz de hem onu, hem ordularını yakalayıp denizin dibine geçiriverdik. Boğulurken, pişmanlıkla kendi kendini kınıyordu.
Biz de onu ve askerlerini yakaladık, onları denize attık. (O boğulurken pişmanlıkla) Kendi kendini kınıyordu.
وَفِى عَادٍ إِذْ أَرْسَلْنَا عَلَيْهِمُ ٱلرِّيحَ ٱلْعَقِيمَ ﴿٤١﴾
Âd kavminde de bir delil var; hani onlara, her şeyi kasıp kavuran bir fırtına göndermiştik.
Ad (kavmin)de de (ayetler vardır). Hani onların üzerine köklerini kesen (akim) bir rüzgar gönderdik.
vefî `âdin iẕ erselnâ `aleyhimü-rrîḥa-l`aḳîm.
Ad milletinin başından geçende de ibret vardır: Onların üzerine, uğradığı her şeyi bırakmayıp toza çeviren kuru bir rüzgar gönderdik.
Ad kavminde de (ibretler vardır). Onlara kasıp kavuran rüzgarı göndermiştik.
Ad halkında da (bir ders vardır). Üzerlerine korkunç bir rüzgar gönderdik.
Âd kavminin helâkinde de bir ibret vardır. Hani biz onların üzerine köklerini kesecek bir rüzgar göndermiştik.
Âd kavminde de bir ibret var. Onlar üzerine, her şeyi yerinden söken rüzgârı göndermiştik.
Âd halkında da alınacak dersler vardır. Onlara da ortalığı kasıp kavuran köklerini kurutan bir kasırga gönderdik.
Ad(kavmin)de de (ibret alınacak şeyler vardır). Onlara, köklerini kesen bir rüzgar gönderdik.
مَا تَذَرُ مِن شَىْءٍ أَتَتْ عَلَيْهِ إِلَّا جَعَلَتْهُ كَٱلرَّمِيمِ ﴿٤٢﴾
Nereden geçmiş, neye dokunmuşsa orasını ve o şeyi çürümüş kemiğe döndürmüştü.
Üzerinden geçtiği hiçbir şeyi bırakmıyor, mutlaka çürütüp-kül gibi dağıtıyordu.
mâ teẕeru min şey'in etet `aleyhi illâ ce`alethü kelramîm.
Ad milletinin başından geçende de ibret vardır: Onların üzerine, uğradığı her şeyi bırakmayıp toza çeviren kuru bir rüzgar gönderdik.
Üzerinden geçtiği şeyi canlı bırakmıyor, onu kül edip savuruyordu.
Rastgeldiği her şeyi toz toprağa çeviriyordu.
O rüzgar üzerine uğradığı hiçbir şeyi bırakmıyor, mutlaka onu kül gibi dağıtıyordu.
Üzerinden geçtiği her şeyi kül haline getirmeden bırakmıyordu.
Bu rüzgâr, uğradığı her şeyi derhal kül gibi savuruyordu.
Üzerinden geçtiği hiçbir şeyi bırakmıyor, onu kül gibi ediyordu.
وَفِى ثَمُودَ إِذْ قِيلَ لَهُمْ تَمَتَّعُوا۟ حَتَّىٰ حِينٍۢ ﴿٤٣﴾
Ve Semud'da da delil var; hani, muayyen bir zamanadek geçinin demiştik.
Semud (kavmin)de de (ayetler vardır). Hani onlara: \"Belli bir süreye kadar yararlanın\" denmişti.
vefî ŝemûde iẕ ḳîle lehüm temette`û ḥattâ ḥîn.
Semud milletinin başına gelende de ibret vardır: Onlara, \"Bir süreye kadar zevklenin\" denmişti.
Semud kavminde de (ibretler vardır). Onlara: Bir süreye kadar faydalanın, denmişti.
Semud'da da (bir ders vardır). Onlara, \"Belli bir süreye kadar keyfinize bakın\" denmişti.
Semud kavminin helâkinde de bir ibret vardır. Hani onlara: \"Belirli bir süreye kadar dünyadan yararalanıp, geçinin!\" denmişti.
Semûd'da da bir ibret var. Onlara şöyle denmişti: \"Bir vakte kadar yiyip içip eğlenin.\"
Semûd ahalisinde de böyle alınacak ibretler vardır. Onlara da “Bir süre hayattan zevk alın bakalım!” denilmişti.
Semud(kavmin)de de (ibret alınacak şeyler vardır). Onlara: \"Bir süreye kadar sefa sürün\" denmişti.
فَعَتَوْا۟ عَنْ أَمْرِ رَبِّهِمْ فَأَخَذَتْهُمُ ٱلصَّٰعِقَةُ وَهُمْ يَنظُرُونَ ﴿٤٤﴾
Derken Rablerinin emrine karşı azgınlıkta bulunmuşlardı da onları bir yıldırımdır, gelip helak edivermişti ve onlar da bakıp duruyorlardı.
Ancak Rablerinin emrine baş kaldırdılar; böylece bakıp-dururlarken, onları yıldırım çarpıp-yakaladı.
fe`atev `an emri rabbihim feeḫaẕethümu-ṣṣâ`iḳatü vehüm yenżurûn.
Onlar Rablerinin buyruğundan çıkmışlardı; bunun üzerine kendilerini gözleri göre göre yıldırım çarptı.
Rablerinin emrine karşı geldiler. Bu yüzden, bakıp dururlarken onları yıldırım çarpıverdi.
Rab'lerinin emrine karşı geldiler. Bunun üzerine bakınırlarken onları bir yıldırım çarptı.
Onlarsa Rablerinin emrine karşı büyüklük tasladılar. Bunun üzerine kendilerini, bakıp dururlarken yıldırım yakalayıp, çarptı.
Daha sonra onlar, Rablerinin emrine kafa tuttular da gözleri baka baka yıldırım kendilerini yakaladı.
Onlar Rab'lerinin emrinden uzaklaşıp azıtınca kendileri baka baka, o müthiş yıldırım onları çarpıverdi.
Rablerinin buyruğuna başkaldırdılar, bu yüzden onlar bakıp dururlarken, onları yıldırım yakaladı.
فَمَا ٱسْتَطَٰعُوا۟ مِن قِيَامٍۢ وَمَا كَانُوا۟ مُنتَصِرِينَ ﴿٤٥﴾
Derken ne ayakta durmıya güçleri kalmıştı, ne de bir yardım görmüşlerdi.
Artık ne ayağa kalkmaya güç yetirebildiler, ne yardım bulabildiler.
feme-steṭâ`û min ḳiyâmiv vemâ kânû münteṣirîn.
Ayağa kalkacak güçleri kalmadı, yardım da görmediler.
Ayağa kalkacak güçleri kalmamış, yardım edenleri de olmamıştı.
Ne kalkabildiler, ne de yardım görebildiler.
Artık onlar, ne kendi kendilerine ayağa kalkabildiler, ne de yardım gördüler.
Ne kalkıp kaçabildiler ne de kendilerine yardım eden oldu.
Oldukları yerde çöke kaldılar, ne doğrulabildiler, ne de yardım gördüler.
(Yurtlarında çöküverdiler) Ne kalkabildiler, ne de (bu duruma) engel olabildiler.
وَقَوْمَ نُوحٍۢ مِّن قَبْلُ ۖ إِنَّهُمْ كَانُوا۟ قَوْمًۭا فَٰسِقِينَ ﴿٤٦﴾
Ve daha önce de Nuh kavmi ki şüphe yok, onlar, buyruktan çıkmış bir topluluktu.
Bundan önce Nuh kavmini de (yıkıma uğrattık). Çünkü onlar da fasık bir kavim idi.
veḳavme nûḥim min ḳabl. innehüm kânû ḳavmen fâsiḳîn.
Daha önce de Nuh milletini cezalandırmıştık. Çünkü onlar da yoldan çıkmış bir milletti.
Bunlardan önce de Nuh kavmini helak etmiştik. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir toplum idiler.
Daha önce de Nuh halkını... Onlar yoldan çıkmış bir topluluktu.
Daha önce de Nuh kavmini helâk etmiştik. Çünkü onlar yoldan çıkmış fâsık bir kavimdiler.
Daha önce de Nûh kavmini batırmıştık. Çünkü onlar da doğruluktan ayrılmış bir topluluktu.
Daha önceleri de Nûh'un halkını helâk etmiştik. Çünkü onlar da din yolundan çıkmış kimselerdi.
Daha önce de Nuh kavmini helak etmiştik. Çünkü onlar da yoldan çıkmış bir toplum idiler.
وَٱلسَّمَآءَ بَنَيْنَٰهَا بِأَيْي۟دٍۢ وَإِنَّا لَمُوسِعُونَ ﴿٤٧﴾
Ve biz, gökleri kurduk kudretle, onlardan daha üstününü, daha büyüğünü kurmaya da gücümüz yeter.
Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz Biz, (onu) genişleticiyiz.
vessemâe beneynâhâ bieydiv veinnâ lemûsi`ûn.
Göğü, gücümüzle Biz kurduk; şüphesiz biz onu genişleticiyiz.
Göğü kendi ellerimizle biz kurduk ve biz (onu) elbette genişleticiyiz.
Göğü gücümüzle biz kurduk ve onu biz genişletmekteyiz.
Biz göğü kudretimizle bina ettik. Hiç şüphesiz biz, çok genişlik ve kudret sahibiyiz.
Göğe gelince, onu biz ellerimizle kurduk. Hiç kuşkusuz, biz, genişleticileriz.
Göğü Biz çok sağlam bir şekilde bina ettik, onu genişleten Biziz. Çünkü Biz geniş kudret ve hakimiyet sahibiyiz.
Göğü sağlam yaptık, biz genişleticiyiz (kudretimiz geniştir, göğü öyle genişleten biziz).
وَٱلْأَرْضَ فَرَشْنَٰهَا فَنِعْمَ ٱلْمَٰهِدُونَ ﴿٤٨﴾
Ve yeryüzünü yayıp döşedik, daha da güzel döşeriz.
Yeri de Biz döşeyip-yaydık; ne güzel döşeyici(yiz).
vel'arḍa feraşnâhâ feni`me-lmâhidûn.
Yeryüzünü biz yayıp döşedik: Ne güzel döşeyiciyiz!
Yeri de döşedik. (Bak) ne güzel döşeyiciyiz!
Yeri biz döşedik; ne güzel döşeyiciyiz.
Yeryüzünü de biz döşedik. Bakın biz onu ne güzel döşüyoruz!
Yeri de biz döşedik. Ne güzel döşeyicileriz!
Yeryüzünü de Biz döşedik, bakınız Biz ne de güzel döşedik!
Yeri biz döşedik, (biz) ne güzel döşeyiciyiz.
وَمِن كُلِّ شَىْءٍ خَلَقْنَا زَوْجَيْنِ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ ﴿٤٩﴾
Ve anar, ibret alırsınız diye her şeyi çift yarattık.
Ve Biz, herşeyi iki çift yarattık. Umulur ki, öğüt alıp-düşünürsünüz.
vemin külli şey'in ḫalaḳnâ zevceyni le`alleküm teẕekkerûn.
İbret alasınız diye her şeyi çift çift yaratmışızdır.
Her şeyden de çift çift yarattık ki, düşünüp öğüt alasınız.
Öğüt almanız için de herşeyi çiftler halinde yarattık.
Biz herşeyden iki çift yarattık. Umulur ki, iyice düşünürsünüz.
Herşeyden iki çift yarattık ki düşünüp anlayabilesiniz.
Her şeyi de çift yarattık ki düşünüp ders alasınız. [36,36; 43,12]
Her şeyden iki çift (erkek-dişi) yarattık ki düşünüp öğüt alasınız.
فَفِرُّوٓا۟ إِلَى ٱللَّهِ ۖ إِنِّى لَكُم مِّنْهُ نَذِيرٌۭ مُّبِينٌۭ ﴿٥٠﴾
Artık kaçın Allah'a, şüphe yok ki ben size, onun tarafından, apaçık bir korkutucuyum.
Öyleyse, Allah'a doğru (yönelip, şirkten ve bozulmalardan) kaçın. Gerçekten Ben sizi, O'ndan yana açıkça uyarıyorum.
fefirrû ile-llâh. innî leküm minhü neẕîrum mübîn.
De ki: \"Öyleyse Allah'a koşusun; doğrusu ben sizi O'nun azabı ile açıkça uyaranım.\"
O halde Allah'a koşun. Çünkü ben, size O'nun katından (gelmiş) açık bir uyarıcıyım.
Öyleyse ALLAH'a kaçınız. Ben, O'nun tarafından size gönderilmiş bir uyarıcıyım.
Ey Muhammed! de ki: \"Öyleyse Allah'a koşun, gerçekten ben size O'nun tarafından gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım.
O halde Allah'a kaçın/sığının! Ben size O'ndan gelmiş açıklayıcı bir uyarıcıyım.
“O halde, Allah'a kaçın, çabuk Allah’ın himayesine koşun. Zira ben O’nun tarafından, sizi uyarmak için gönderilen âşikâr bir elçiyim.”
O halde Allah'a kaçın, ben size O'nun tarafından görevlendirilmiş apaçık bir uyarıcıyım.
وَلَا تَجْعَلُوا۟ مَعَ ٱللَّهِ إِلَٰهًا ءَاخَرَ ۖ إِنِّى لَكُم مِّنْهُ نَذِيرٌۭ مُّبِينٌۭ ﴿٥١﴾
Ve Allah'la beraber bir başka mabut kabul etmeyin; şüphe yok ki ben size, onun tarafından, apaçık bir korkutucuyum.
Allah ile beraber başka bir İlah(ı ortak) kılmayın. Gerçekten sizi, O'ndan yana açıkça uyarıyorum.
velâ tec`alû me`a-llâhi ilâhen âḫar. innî leküm minhü neẕîrum mübîn.
\"Allah'ın yanında başkasını tanrı kılmayın; doğrusu ben sizi O'nun azabı ile açıkça uyaranım.\"
Allah ile beraber başka bir tanrı edinmeyin. Zira ben size O'nun tarafından (gelmiş) açık bir uyarıcıyım.
ALLAH ile birlikte başka tanrılar edinmeyin. Ben O'nun tarafından size gönderilmiş bir uyarıcıyım.
Allah'la beraber başka bir tanrı uydurmayın (O'na ortak koşmayın). Gerçekten ben size O'nun tarafından gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım.\"
Allah'ın yanına başka bir ilah koymayın! Ben size O'ndan gelmiş açıklayıcı bir uyarıcıyım.
Sakın Allah'ın yanı sıra başka mâbud icad etmeyin. İşte ben O’nun tarafından, sizi uyarmak için gönderilen aydınlatıcı bir elçiyim.
Allah ile beraber başka tanrılar uydurmayın. Ben size O'nun tarafından görevlendirilmiş apaçık bir uyarıcıyım.
كَذَٰلِكَ مَآ أَتَى ٱلَّذِينَ مِن قَبْلِهِم مِّن رَّسُولٍ إِلَّا قَالُوا۟ سَاحِرٌ أَوْ مَجْنُونٌ ﴿٥٢﴾
Böylece onlardan önce de hiçbir peygamber gelmedi ki ona büyücü, yahut da deli demesinler.
İşte böyle; onlardan öncekiler de bir elçi gelmeyiversin, mutlaka: \"Büyücü ve cinlenmiş\" demişlerdir.
keẕâlike mâ ete-lleẕîne min ḳablihim mir rasûlin illâ ḳâlû sâḥirun ev mecnûn.
Onlardan öncekilere, herhangi bir peygamber gelince: \"sihirbazdır\" veya \"Delidir\" derlerdi.
İşte böylece, onlardan öncekilere her hangi bir peygamber geldiğinde hemen: O, bir büyücüdür veya delidir, dediler.
İşte böyle, onlardan öncekilere her ne zaman bir elçi geldiyse, \"Bu, bir büyücüdür,\" yahut \"Bu bir delidir,\" derlerdi.
Böylece onlardan öncekilere de herhangi bir peygamber gelince, onun hakkında da mutlaka: \"Bir sihirbazdır veya bir delidir.\" dediler.
İşte böyle! Onlardan önce herhangi bir resul geldiğinde, mutlaka şöyle dediler: \"Ya büyücüdür ya deli.\"
İşte böyle... Senin hemşehrilerinden önceki ümmetlere ne zaman bir elçi geldiyse mutlaka ona muhatapları büyücü veya deli dediler.
İşte böyle, onlardan önce de ne kadar elçi geldiyse mutlaka: \"Büyücü veya cinlenmiş\" dediler.
أَتَوَاصَوْا۟ بِهِۦ ۚ بَلْ هُمْ قَوْمٌۭ طَاغُونَ ﴿٥٣﴾
Onlar, bunu birbirlerine tavsiye mi ettiler? Hayır, onlar, azgın bir topluluktu.
Onlar bunu (tarih boyunca) birbirlerine vasiyet mi ettiler? Hayır; onlar, 'azgın ve taşkın (tağiy)' bir kavimdirler.
etevâṣav bih. bel hüm ḳavmün ṭâgûn.
Öncekiler sonrakilere böyle mi vasiyet ettiler? Hayır; bunlar azgın bir millettir.
Bunu (nesilden nesile) birbirlerine vasiyet mi ettiler? Doğrusu onlar azgın bir topluluktur.
Bunu (söylemeyi) birbirlerine öğütlediler mi? Doğrusu, onlar sınırı aşan bir topluluktur.
Onlar birbirlerine bunu mu tavsiye ettiler? Hayır onlar azgın bir kavimdir.
Bunu aralarında vasiyetleştiler mi? Hayır, azıp sapmış bir topluluk bunlar.
Birbirlerine tavsiye mi ettiler, aralarında anlaştılar mı ki hep aynı şeyleri söylediler? Hayır, böyle bir tavsiye yok ama, onlar azgınlıkta müşterekler. İşte ondan, böyle söylerler.
Bunu birbirlerine tavsiye mi ettiler (ki hep aynı şeyi söylüyorlar)? Doğrusu, onlar azgın bir topluluktur.
فَتَوَلَّ عَنْهُمْ فَمَآ أَنتَ بِمَلُومٍۢ ﴿٥٤﴾
Artık yüz çevir onlardan, bundan dolayı da kınanmazsın sen.
Öyleyse sen, onlardan yüz çevir; artık kınanacak değilsin.
fetevelle `anhüm femâ ente bimelûm.
Onlardan yüz çevir; sen kınanacak değilsin.
Artık onlara aldırma. (Davete uymamalarından dolayı) sen kınanacak değilsin.
Onlardan yüz çevir; sen kınanacak değilsin.
Ey Muhammed! Sen onlardan yüz çevir. Artık sen kınanacak değilsin.
Artık onlardan yüz çevir. Sen bu yüzden kınanmayacaksın.
Sen de onlardan yüz çevir, yeterince onlara hakkı anlatmaya çalıştığından artık bundan ötürü seni kimse ayıplayamaz.
Onlardan yüz çevir, sen kınanacak değilsin.
وَذَكِّرْ فَإِنَّ ٱلذِّكْرَىٰ تَنفَعُ ٱلْمُؤْمِنِينَ ﴿٥٥﴾
Ve öğüt ver, gerçekten de öğüt, inananlara fayda verir.
Sen öğüt verip-hatırlat; çünkü gerçekten öğütle-hatırlatma, mü'minlere yarar sağlar.
veẕekkir feinne-ẕẕikrâ tenfe`u-lmü'minîn.
Öğüt ver; doğrusu öğüt inananlara fayda verir.
Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt müminlere fayda verir.
Hatırlat, çünkü hatırlatmak inananlara yarar sağlar.
Sen öğüt verip hatırlat. Çünkü, hatırlatmak müminlere fayda verir.
Hatırlat/öğüt ver; çünkü hatırlatıp öğüt vermek müminlere yarar sağlar.
Bununla beraber yine de hatırlatıp öğüt ver! Zira gerçeği hatırlatıp nasihatte bulunma, inananlara ve inanacaklara fayda verir.
Ama yine de hatırlat, çünkü hatırlatmak inananlara yararlıdır.
وَمَا خَلَقْتُ ٱلْجِنَّ وَٱلْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ ﴿٥٦﴾
Ve ben, cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.
Ben, cinleri ve insanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım.
vemâ ḫalaḳtü-lcinne vel'inse illâ liya`büdûn.
Cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etmeleri için yaratmışımdır.
Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.
Cinleri ve insanları ancak bana kulluk etmeleri için yarattım.
Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.
Ben, cinleri ve insanları bana ibadet etmeleri/benim için iş yapıp değer üretmeleri dışında bir şey için yaratmadım.
Ben cinleri ve insanları sırf Beni tanıyıp yalnız Bana ibadet etsinler diye yarattım.
Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.
مَآ أُرِيدُ مِنْهُم مِّن رِّزْقٍۢ وَمَآ أُرِيدُ أَن يُطْعِمُونِ ﴿٥٧﴾
Onlardan ne bir rızık istiyorum ve ne beni doyurmalarını istiyorum.
Ben, onlardan bir rızık istemiyorum ve onların beni doyurup-beslemelerini de istemiyorum.
mâ ürîdü minhüm mir rizḳiv vemâ ürîdü ey yuṭ`imûn.
Onlardan bir rızık istemem; Beni doyurmalarını da istemem.
Ben onlardan rızık istemiyorum. Beni doyurmalarını da istemiyorum.
Onlardan ne bir rızık istiyorum, ne de beni beslemelerini.
Ben onlardan herhangi bir rızık istemiyorum. Beni yedirmelerini de istemiyorum.
Ben onlardan rızık istemiyorum. Beni yedirip doyurmalarını da istemiyorum.
Onlardan nafaka istemiyorum, beni yedirip beslemelerini de istemiyorum. Asıl bütün mahlûkların rızıklarını veren, kâmil kuvvet ve tam iktidar sahibi olan Allah Teâlâdır.
Ben onlardan rızık istemiyorum, beni beslemelerini de istemiyorum.
إِنَّ ٱللَّهَ هُوَ ٱلرَّزَّاقُ ذُو ٱلْقُوَّةِ ٱلْمَتِينُ ﴿٥٨﴾
Şüphe yok ki Allah'tır rızık veren kuvvet sahibi ve kuvvetine aciz gelmesi mümkün olmayan.
Hiç şüphesiz, rızık veren O, metin kuvvet sahibi olan Allah'tır.
inne-llâhe hüve-rrazzâḳu ẕü-lḳuvveti-lmetîn.
Şüphesiz rızıklandıran da, güç ve kuvvet sahibi olan da Allah'tır.
Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır.
Kuşkusuz Rızık veren, Kuvvet sahibi ve Güçlü olan ancak ALLAH'tır.
Şüphesiz ki, rızık veren O sağlam kuvvet sahibi olan Allah'tır.
Hiç kuşkusuz, Allah Rezzâk'tır, bol bol rızık verir. Kuvvet sahibidir, Metîn'dir, güçlü ve dayanıklıdır.
Onlardan nafaka istemiyorum, beni yedirip beslemelerini de istemiyorum. Asıl bütün mahlûkların rızıklarını veren, kâmil kuvvet ve tam iktidar sahibi olan Allah Teâlâdır.
Şüphesiz rızık veren, sağlam kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır.
فَإِنَّ لِلَّذِينَ ظَلَمُوا۟ ذَنُوبًۭا مِّثْلَ ذَنُوبِ أَصْحَٰبِهِمْ فَلَا يَسْتَعْجِلُونِ ﴿٥٩﴾
Kendilerine zulmedenlere, arkadaşlarının payı, gibi bir azap payı var, artık acele etmesinler.
Artık gerçekten, zulmedenler için, (geçmişteki) arkadaşlarının günahlarına benzer bir günah vardır. Şu halde acele etmesinler.
feinne lilleẕîne żalemû ẕenûbem miŝle ẕenûbi aṣḥâbihim felâ yesta`cilûn.
Zulmedenlerin, geçmiş arkadaşlarının suçlarına benzer suçları vardır; cezalarını Benden acele istemesinler.
Muhakkak ki bu zulmedenlerin de, geçmişlerinin payı gibi (azaptan) bir payları vardır! O halde acele etmesinler!
Elbette, bu zulmedenlerin de (geçmiş) yoldaşlarının payına benzer bir payları vardır.
Şüphsiz ki, zulmedenlerin geçmiş arkadaşlarının payı gibi, dolgun bir azab payı vardır. Ama şimdi onu acele istemesinler.
Şu bir gerçek ki, zulmedenlerin, tıpkı arkadaşlarının günahları gibi günahları vardır. O halde acele etmesinler.
Muhakkak ki şimdiki zalimlerin de, daha önceki meslekdaşlarının payı gibi, bir azap payı vardır. Acele etmelerine hiç gerek yok, nasılsa ona kavuşacaklar!
Muhakkak ki, bu zulmedenlerin de (geçmiş) arkadaşlarının payı gibi bir azab payı vardır, (ötekilerin başına gelen azab gibi bir azab bunların da başına gelecektir), acele etmesinler.
فَوَيْلٌۭ لِّلَّذِينَ كَفَرُوا۟ مِن يَوْمِهِمُ ٱلَّذِى يُوعَدُونَ ﴿٦٠﴾
Yazık kafirlere, kendilerine vaadedilen günden.
Kendilerine va'dedilen o (azap) günlerinden dolayı vay o inkar edenlere.
feveylül lilleẕîne keferû miy yevmihimü-lleẕî yû`adûn.
Söz verilen günün azabından vay o inkar edenlere!
Başlarına gelecek (acı) günlerinden dolayı vay o kafirlerin haline!
Kendilerine söz verilen günden dolayı vay haline şu inkarcıların!
Kendilerine vaad edilen günlerinde uğrayacakaları azabdan dolayı vay inkâr edenlerin haline!.
O vaat edildikleri günlerinden dolayı vay kâfirlerin haline!
Ama tehdit olundukları o gün de gelince, çekeceklerinden dolayı vay o kâfirlerin haline!
Uyarıldıkları günlerinden dolayı vay o kafirlerin haline!