Settings
Surah The moon [Al-Qamar] in Turkish
ٱقْتَرَبَتِ ٱلسَّاعَةُ وَٱنشَقَّ ٱلْقَمَرُ ﴿١﴾
Yaklaştı kıyamet ve yarıldı ay.
Saat (kıyamet vakti) yakınlaştı ve ay yarıldı.
iḳterabeti-ssâ`atü venşeḳḳa-lḳamer.
Kıyamet saati yaklaşır, ay yarılır; onlar bir delil görünce hala yüz çevirirler ve: \"Süregelen bir sihir\" derler.
Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı.
Saat (dünyanın sonu) yaklaştı ve ay yarıldı.
Kıyamet saati yaklaştı, Ay yarıldı.
Saat yaklaştı, Ay yarıldı.
Kıyamet saati yaklaştı, Ay bölündü.
O sa'at yaklaştı, ay yarıldı.
وَإِن يَرَوْا۟ ءَايَةًۭ يُعْرِضُوا۟ وَيَقُولُوا۟ سِحْرٌۭ مُّسْتَمِرٌّۭ ﴿٢﴾
Ve onlar, bir delil gördüler mi yüz çevirirler de sürüp giden bir büyü derler.
Onlar bir ayet (mucize) görseler, sırt çevirirler ve: \"(Bu,) Süregelen bir büyüdür\" derler.
veiy yerav âyetey yü`riḍû veyeḳûlû siḥrum müstemirr.
Kıyamet saati yaklaşır, ay yarılır; onlar bir delil görünce hala yüz çevirirler ve: \"Süregelen bir sihir\" derler.
Onlar bir mucize görürlerse hemen yüz çevirirler ve: Eskiden beri devam edegelen bir büyüdür, derler.
Bir mucize görseler yüz çevirirler ve, \"Süregelen bir büyüdür\" derler.
Bir mucize görseler hemen yüz çevirirler ve \"süregelen bir büyüdür\" derler.
Bir ayet-alâmet görseler yüz çeviriyorlar ve şöyle diyorlar: \"Sürüp giden bir büyüdür bu!\"
Ama o müşrikler her ne zaman bir mûcize görseler sırtlarını döner: “Bu, kuvvetli ve devamlı bir büyüdür!” derler.
Bir mu'cize görecek olsalar yüz çevirirler ve \"Süregelen bir büyüdür\" derler.
وَكَذَّبُوا۟ وَٱتَّبَعُوٓا۟ أَهْوَآءَهُمْ ۚ وَكُلُّ أَمْرٍۢ مُّسْتَقِرٌّۭ ﴿٣﴾
Ve yalanlarlar ve dileklerine uyarlar ve her iş, kararlaştırılmıştır.
Yalanladılar ve kendi heva (istek ve tutku)larına uydular; oysa her iş 'sonunda kendi amacına varıp karar kılacaktır.'
vekeẕẕebû vettebe`û ehvâehüm veküllü emrim müsteḳirr.
Yalanlarlar da kendi heveslerine uyarlar. Ama her işin karar kılacağı bir sonucu vardır.
Yalanladılar ve kendi heveslerine uydular. Halbuki her işin ulaşacağı yeri vardır.
Yalanladılar; arzularına ve tümüyle statükoya uydular.
Yalanladılar, nefislerinin arzularına uydular. Halbuki her iş yerini bulacaktır.
Yalanladılar; kendi heves ve kuruntularına uydular. Oysaki her iş ve oluş karara, ölçüye ve düzene bağlanmıştır.
Onlar hakkı yalan saydılar, heva ve heveslerine uydular. Halbuki her iş gibi bu nübüvvetin de kararlaştırılmış bir sonu elbette vardır.
Yalanladılar, nefislerinin heveslerine uydular. Halbuki her iş, yerini bulacaktır (Allah'ın kararına kimse engel olamaz).
وَلَقَدْ جَآءَهُم مِّنَ ٱلْأَنۢبَآءِ مَا فِيهِ مُزْدَجَرٌ ﴿٤﴾
Ve andolsun, öyle haberler geldi onlara ki o haberlerde onları vazgeçirecek, onlara öğüt verecek şeyler vardı.
Andolsun, onlara (kendilerini şirkten ve bozulmalardan) caydırıp vazgeçirtecek nice haberler geldi.
veleḳad câehüm mine-l'embâi mâ fîhi müzdecer.
And olsun ki, onları bu hallerinden vazgeçirecek nice haberler gelmiştir.
Andolsun onlara, kötülükten önleyecek nice önemli haberler gelmiştir.
Oysa, kötülüklerini engelleyecek uyarılar dolu haberler kendilerine gelmiş bulunuyor.
Andolsun ki onlara (kötülükten) vazgeçirecek nice önemli haberler gelmiştir.
Yemin olsun ki, onlara haberlerden, içinde ihtar, sakındırma ve tehdit bulunanı gelmiştir.
Oysa onlara kendilerini inkârdan vazgeçirecek ibretler ihtiva eden nice olaylar bildirilmişti!
Andolsun, onlara, (batılda kalmalarını) önleyecek (ibret verici olayları anlatan) haberler geldi.
حِكْمَةٌۢ بَٰلِغَةٌۭ ۖ فَمَا تُغْنِ ٱلنُّذُرُ ﴿٥﴾
Yüksek hikmet vardı, derken korkutuşlar fayda vermedi gitti.
(Ki her biri) Doruğunda-olgunlaşmış hikmettir. Fakat uyarmalar bir yarar sağlamıyor.
ḥikmetüm bâligatün femâ tugni-nnüẕür.
Bu haberlerin her birinde üstün hikmet vardır; ama uyarmalar fayda vermiyor.
Bu büyük bir hikmettir. Fakat (yüz çevirene) uyarılar ne fayda verir!
Bu üstün bir hikmettir; ancak uyarılar yarar sağlamıyor.
Bunlar üstün bir hikmettir fakat uyarılar fayda vermiyor.
Doruk noktaya çıkmış, isabeti tartışmasız bir hikmettir o. Ama uyarılar yarar sağlamıyor.
Bunlar son derece üstün hikmettir. Ama ne fayda! Uyarmalar kâr etmiyor. [6,149; 10,101]
Bunlar üstün hikmettir! Ama uyarılar fayda vermiyor.
فَتَوَلَّ عَنْهُمْ ۘ يَوْمَ يَدْعُ ٱلدَّاعِ إِلَىٰ شَىْءٍۢ نُّكُرٍ ﴿٦﴾
Artık yüz çevir onlardan; o gün çağıran, hoşlanılmayan birşeye çağırır.
Öyleyse sen onlardan yüz çevir. O çağırıcının 'ne tanınmış, ne görülmüş' bir şeye çağıracağı gün...
fetevelle `anhüm. yevme yed`u-ddâ`i ilâ şey'in nükür.
Öyleyse onlardan yüz çevir; çağıran, görülmemiş ve tanınmamış bir şeye çağırdığı gün;
Çağıranın görülmemiş bir şeye çağırdığı gün, sen de onlardan yüz çevir.
Onlara aldırma; çağırıcının, görülmemiş ve tanınmamış bir şeye çağıracağı gün,
Sen de onlardan yüz çevir ki, o gün çağırıcı, görülmedik müthiş bir şeye çağırır.
O halde yüz çevir onlardan sen de; o çağırıcının alışılmadık/ürpertirci şeye çağırdığı günde,
Sen de şimdi onları kendi hallerine terk et. Gün gelir bir münâdî, hiç de hoşa gitmeyen, insanın görür görmez kaçacağı bir yere çağırır.
Öyleyse sen de onlardan yüz çevir; o çağırıcının görülmemiş, tanınmamış bir şeye çağıracağı gün,
خُشَّعًا أَبْصَٰرُهُمْ يَخْرُجُونَ مِنَ ٱلْأَجْدَاثِ كَأَنَّهُمْ جَرَادٌۭ مُّنتَشِرٌۭ ﴿٧﴾
Gözleri yerde, kabirlerden çıkarlar, sanki onlar, dağılmış çekirgelerdir.
Gözleri 'zillet ve dehşetten düşmüş olarak', sanki 'yayılan' çekirgeler gibi kabirlerinden çıkarlar.
ḫuşşe`an ebṣâruhüm yaḫrucûne mine-l'ecdâŝi keennehüm cerâdüm münteşir.
Gözleri dalgın dalgın, çekirgeler gibi yayılmış, o çağırana koşarak kabirlerden çıkarlar. İnkarcılar: \"Bu, zorlu bir gündür\" derler.
Sanki etrafa yayılmış çekirge sürüsü gibi bakışları perişan (utançtan yere bakar) bir halde kabirlerden çıkarlar.
Gözleri zillet içinde mezarlardan çıkarlar; tıpkı saçılmış çekirgeler gibi...
Gözleri düşkün düşkün (zelil ve hakir) kabirlerinden çıkarlar, sanki yayılan çekirgeler gibidirler.
Kaymış olarak gözleri, çıkarlar kabirlerden. Sanki çekirgelerdir, çıvgın mı çıvgın!
Gözleri korkudan önlerine eğildikçe eğilmiş, dehşet içinde mezarlarından çıkar, yayılmış çekirgeler gibi her tarafı dalga dalga kaplarlar.
Gözleri düşkün düşkün (zillet ve dehşet içinde) kabirlerden çıkarlar; tıpkı yayılan çekirgeler gibidirler.
مُّهْطِعِينَ إِلَى ٱلدَّاعِ ۖ يَقُولُ ٱلْكَٰفِرُونَ هَٰذَا يَوْمٌ عَسِرٌۭ ﴿٨﴾
Yönelirler çağırana; kafirler, bugün derler, ne de zorlu gün.
Boyunlarını çağırana doğru uzatmış olarak koşarlarken, kafirler derler ki: \"Bu, zorlu bir gün.\"
mühti`îne ile-ddâ`. yeḳûlü-lkâfirûne hâẕâ yevmün `asir.
Gözleri dalgın dalgın, çekirgeler gibi yayılmış, o çağırana koşarak kabirlerden çıkarlar. İnkarcılar: \"Bu, zorlu bir gündür\" derler.
Davetçiye koşarlarken o esnada kafirler: Bu, çok çetin bir gündür! derler.
Çağırıcıya doğru koşarlarken, inkarcılar, \"Bu zorlu bir gündür,\" derler.
O çağırana koşarak, kâfirler: \"Bu çetin bir gündür.\" derler.
Boyunları büküktür çağıranın önünde. Derler ki o küfre saplananlar: \"Çok zorlu bir gün bu!\"
Boyunlarını, çağıran münâdîye doğru uzatmış vaziyette, kâfirler: “Bugün çok zorlu bir gün, işimiz bitik!” derler.
Boyunlarını, çağırana doğru uzatmış koşarlarken, kafirler: \"Bu çetin bir gündür!\" derler.
۞ كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍۢ فَكَذَّبُوا۟ عَبْدَنَا وَقَالُوا۟ مَجْنُونٌۭ وَٱزْدُجِرَ ﴿٩﴾
Onlardan önce Nuh kavmi de kulumuzu yalanlamıştı ve delil dediler ona, pek fena incittiler onu.
Kendilerinden önce Nuh kavmi de yalanlamıştı; böylece kulumuz (Nuh)u yalanladılar ve: \"Delidir\" dediler. O 'baskı altına alınıp engellenmişti.'
keẕẕebet ḳablehüm ḳavmü nûḥin fekeẕẕebû `abdenâ veḳâlû mecnûnüv vezdücira.
Bu ortak koşanlardan önce Nuh milleti de yalanlamış, kulumuzu yalanlayarak: \"Delidir\" demişlerdi, yolu kesilmişti.
Onlardan önce Nuh'un kavmi de yalanladı, hem de kulumuzun yalancı olduğunda ısrar ederek: O, delirdi, dediler. Ve (Nuh, davetten vazgeçmeye) zorlandı.
Onlardan önce de Nuh'un halkı yalanlamıştı. Kulumuzu yalanlayıp, \"Delidir\" dediler. Nitekim o engellendi.
Onlardan önce Nuh'un kavmi de yalanlamıştı. Kulumuzu yalanladılar ve: \"Cinlenmiştir.\" dediler. Ve (Nuh davetten vazgeçmeye) zorlandı.
Onlardan önce Nûh kavmi yalanlamıştı. Yalanladılar kulumuzu ve \"Mecnundur bu!\" dediler. Ve durduruldu kulumuz.
Kendilerinden önce Nûh kavmi de Peygamberi yalancı saydı ve: “Bu delinin teki!” dediler. Onu incittiler, tebliğini engellediler.
Onlardan önce Nuh'un kavmi de yalanlamıştı. Kulumuzu yalanladılar ve: \"Cinlenmiştir\" dediler. Ve o(na çeşitli eziyetler yapılarak tebliğden) menedildi.
فَدَعَا رَبَّهُۥٓ أَنِّى مَغْلُوبٌۭ فَٱنتَصِرْ ﴿١٠﴾
Derken Rabbine dua etti: Şüphe yok ki altoldum ben, artık sen yardım et bana.
Sonunda Rabbine dua etti: \"Gerçekten ben, yenik düşmüş durumdayım. Artık Sen (bu kafir toplumdan) intikam al.\"
fede`â rabbehû ennî maglûbün fenteṣir.
O da: \"Ben yenildim, bana yardım et\" diye Rabbine yalvarmıştı.
Bunun üzerine, Rabbine: Ben yenik düştüm, bana yardım et! diyerek yalvardı.
Rabbini çağırdı, \"Ben yenildim; bana yardım et.\"
Bunun üzerine Rabbine: \"Ben yenik düştüm, bana yardım et!\" diyerek yalvardı.
Bunun üzerine yakardı Rabbine, \"Yenilgiye uğradım işte, yardım et!\" diye...
O da: “Ya Rabbî, ben mağlubum, artık Sen bana yardım et!” dedi.
Bunun üzerine Rabbine: \"Ben yenik düştüm, yardım et!\" diye yalvardı.
فَفَتَحْنَآ أَبْوَٰبَ ٱلسَّمَآءِ بِمَآءٍۢ مُّنْهَمِرٍۢ ﴿١١﴾
Derken açtık göklerin kapılarını da şarıl şarıl ardı gelmez yağmurlar yağdırdık.
Biz de 'bardaktan boşanırcasına akan' bir su ile göğün kapılarını açtık.
fefetaḥnâ ebvâbe-ssemâi bimâim münhemir.
Biz de bunun üzerine gök kapılarını boşanan sularla açtık.
Biz de derhal nehir gibi devamlı akan bir su ile göğün kapılarını açtık.
Bunun üzerine göğün kapılarını boşanan sularla açtık.
Biz de boşalan bir su ile göğün kapılarını açtık.
Biz de açtık gök kapılarını seller gibi akan bir su ile.
Biz de derhal, boşalan bir su ile göğün kapılarını açtık.
Biz de boşalan bir su ile göğün kapılarını açtık.
وَفَجَّرْنَا ٱلْأَرْضَ عُيُونًۭا فَٱلْتَقَى ٱلْمَآءُ عَلَىٰٓ أَمْرٍۢ قَدْ قُدِرَ ﴿١٢﴾
Ve yerden de sular fışkırttık, derken sular, mukadder bir emre göre birleşti.
Yeri de 'coşkun kaynaklar' halinde fışkırttık. Derken su, takdir edilmiş bir işe karşı (hükmümüzü gerçekleştirmek üzere) birleşti.
vefeccerne-l'arḍa `uyûnen felteḳe-lmâü `alâ emrin ḳad ḳudir.
Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık; her iki su, takdir edilen bir ölçüye göre birleşti.
Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık. (Her iki) su, takdir edilmiş bir işin olması için birleşmişti.
Yerden de pınarlar fışkırttık. Nihayet sular, daha önce belirlenmiş seviyeye ulaştılar.
Yeri de kaynaklar halinde fışkırttık, derken sular takdir edilmiş bir iş için birleşti.
Ve yardık/fışkırttık yeryüzünü pınar pınar. Sonunda kesin ölçülere bağlanmış bir oluş üzere birleşti sular.
Yeri pınar pınar fışkırttık. Öyle ki her iki su kütlesi, takdir edilen o işin olması için birleşti.
Yeri kaynaklar halinde fışkırttık, (göğün ve yerin) su(ları) takdir edilmiş bir işin olması için birleşti.
وَحَمَلْنَٰهُ عَلَىٰ ذَاتِ أَلْوَٰحٍۢ وَدُسُرٍۢ ﴿١٣﴾
Ve onu, tahtalardan yapılmış ve mıhlarla kenetlenmiş bir gemide taşıdık.
Ve onu da tahtalar ve çiviler(le inşa edilmiş gemi) üzerinde taşıdık;
veḥamelnâhü `alâ ẕâti elvâḥiv vedüsür.
Onu, tahtadan yapılmış, mıhla çakılmış bir gemiye bindirdik; inkar edilmiş olan Nuh'a mükafat olarak verdiğimiz gemi nezaretimiz altında yüzüyordu.
Nuh'u da tahtalardan yapılmış, çivilerle çakılmış gemiye bindirdik.
Onu ağaç lifleri ile (bağlanmış) kütükler üzerinde taşıdık.
Nuh'u da tahtalardan yapılmış, çivilerle (çakılmış gemi) üzerinde taşıdık.
Ve taşıdık onu levhalar ve çivilerden oluşturulan şey üstünde.
Biz Nuh'u, levha halindeki tahtalar ve çivilerle yapılmış gemiye bindirdik. [7,64] {KM, Tekvin 6,14}
Nuh'u da tahtalar ve çiviler(le yapılmış gemi) üzerinde taşıdık.
تَجْرِى بِأَعْيُنِنَا جَزَآءًۭ لِّمَن كَانَ كُفِرَ ﴿١٤﴾
Gözümüzün önünde akıp giderdi; bir mükafattı nankörlük görene.
Gözlerimiz önünde akıp-gitmekteydi. (Kendisi ve getirdikleri) İnkar edilmiş-nankörlük edilmiş olan (Nuh)a bir mükafaat olmak üzere.
tecrî bia`yüninâ. cezâel limen kâne küfira.
Onu, tahtadan yapılmış, mıhla çakılmış bir gemiye bindirdik; inkar edilmiş olan Nuh'a mükafat olarak verdiğimiz gemi nezaretimiz altında yüzüyordu.
İnkar edilmiş olana (Nuh'a) bir mükafat olmak üzere gemi, gözlerimizin önünde akıp gidiyordu.
Reddedilmiş olan kişiye bir ödül olarak gözetimimiz altında akıp gidiyordu.
Nankörlük edilen (kulumuz)e bir mükafat olmak üzere (gemi), gözlerimizin önünde akıp gidiyordu.
Akıp gidiyordu gözlerimizin önünde, bir ödül olarak nankörlüğe uğratılan kişi için.
O kadri bilinmemiş değerli insana, bir mükâfat olarak gemi, Bizim inayetimiz altında akıp gidiyordu.
(Kendisine karşı) Nankörlük edilen(kulumuz)a (bizden) bir mükafat olmak üzere (gemi), gözlerimizin önünde akıp gidiyordu.
وَلَقَد تَّرَكْنَٰهَآ ءَايَةًۭ فَهَلْ مِن مُّدَّكِرٍۢ ﴿١٥﴾
Ve andolsun ki bir delil olarak bıraktık onu, fakat bir ibret alan mı var?
Andolsun, Biz bunu bir ayet olarak bıraktık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?
veleḳat teraknâhâ âyeten fehel mim müddekir.
And olsun ki Biz, o gemiyi bir ibret olarak bıraktık; öğüt alan yok mudur?
Andolsun ki onu bir ibret olarak bıraktık, ibret alan yok mudur?
Bunu bir ders olarak bıraktık. Öğüt alan yok mudur?
Bunu bir ibret olarak bıraktık, ibret alan yok mudur?
Yemin olsun ki, biz onu bir ibret ve işaret olarak arkaya bıraktık. Yok mu araştırıp öğüt alacak?
Biz bir ibret olsun diye, o gemiyi geriye bıraktık. Haydi, var mı ibret alan? [36,41-42]
Bunu bir ibret olarak bıraktık, ibret alan yok mudur?
فَكَيْفَ كَانَ عَذَابِى وَنُذُرِ ﴿١٦﴾
Derken nasıldı azabım benim ve korkutuşlarım?
Şu halde Benim azabım ve uyarıp-korkutmam nasılmış?
fekeyfe kâne `aẕâbî venüẕür.
Benim azabım ve uyarmam nasılmış?
Benim azabım ve uyarılarım nasılmış!
Cezalandırmam ve uyarılarım nasılmış!
Benim azabım ve uyarılarım nasılmış (görsünler)
Nasılmış benim azabım ve uyarılarım!
Nasılmış Benim cezalandırmam ve tehdidim! Görsünler bakalım!
Benim azabım ve uyarılarım nasılmış (görsünler diye).
وَلَقَدْ يَسَّرْنَا ٱلْقُرْءَانَ لِلذِّكْرِ فَهَلْ مِن مُّدَّكِرٍۢ ﴿١٧﴾
Ve andolsun öğüt ve ibret için Kur'an'ı kolaylaştırdık, fakat bir ibret alan mı var?
Andolsun Biz Kur'an'ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?
veleḳad yesserne-lḳur'âne liẕẕikri fehel mim müddekir.
And olsun ki Kuran'ı, öğüt olsun diye kolaylaştırdık; öğüt alan yok mudur?
Andolsun biz Kur'an'ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. (Ondan) öğüt alan yok mu?
Kuran'ı mesaj için kolaylaştırdık; öğüt alan yok mudur?
Andolsun biz Kur'ân'ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?
Yemin olsun ki, biz, Kur'an'ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık. Fakat düşünen mi var?!
Yemin olsun: Biz, ders alınsın diye Kur'ân’ın anlaşılmasını kolaylaştırdık. Haydi var mı düşünen ve ibret alan? [38,29; 19,97]
Andolsun biz, Kur'an'ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?
كَذَّبَتْ عَادٌۭ فَكَيْفَ كَانَ عَذَابِى وَنُذُرِ ﴿١٨﴾
Âd da yalanlamıştı, derken nasıldı azabım benim ve korkutuşlarım?
Ad (kavmi) de yalanladı. Şu halde Benim azabım ve uyarmam nasılmış?
keẕẕebet `âdün fekeyfe kâne `aẕâbî venüẕür.
Ad milleti peygamberini yalanlamıştı; Benim azabım ve uyarmam nasılmış?
Ad kavmi (Peygamberleri Hud'u) yalanladı da azabım ve tehdidim nasılmış (gördüler).
Ad da yalanladı. Cezalandırmam ve uyarılarım nasılmış!
Âd (kavmi) da yalanladı, azabım ve uyarılarım nasıl oldu?
Âd da yalanlamıştı. Ama nasıl oldu azabım ve uyarılarım!
Âd kavmi de Peygamberlerini yalancı saydı. Nasılmış Benim cezalandırmam ve tehdidim! Görsünler bakalım!
Ad da yalanladı, ama azabım ve uyarılarım nasıl oldu?
إِنَّآ أَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًۭا صَرْصَرًۭا فِى يَوْمِ نَحْسٍۢ مُّسْتَمِرٍّۢ ﴿١٩﴾
Şüphe yok ki sürüp giden uğursuz bir günde onlara bir kasırgadır yolladık.
Biz, o uğursuz (felaket yüklü ve) sürekli bir günde üzerlerine 'kulakları patlatan bir kasırga' gönderdik.
innâ erselnâ `aleyhim rîḥan ṣarṣaran fî yevmi naḥsim müstemirr.
Nitekim üzerlerine, insanları, sökülmüş hurma kütüğü gibi kopararak yere seren, dondurucu bir rüzgarı uğursuzluğu devam eden bir günde gönderdik.
Biz onların üstüne, uğursuzluğu devamlı bir günde dondurucu bir rüzgar gönderdik.
Uğursuzluk üstüne uğursuzluğa sahip bir günde üzerlerine vahşi bir rüzgar gönderdik.
Biz onların üstüne, uğursuzluğu devam eden bir günde dondurucu bir rüzgar gönderdik.
Biz onların üzerine uğursuzluğu kesiksiz bir günde, dondurucu/uğultulu bir kasırga gönderdik.
Biz onların üstüne o pek talihsiz günde, her şeyi söküp atan bir kasırga gönderdik.
Biz onların üstüne uğursuz mu uğursuz bir günde uğultulu bir kasırga saldık.
تَنزِعُ ٱلنَّاسَ كَأَنَّهُمْ أَعْجَازُ نَخْلٍۢ مُّنقَعِرٍۢ ﴿٢٠﴾
Onları kökünden koparmadaydı, sanki köklerinden kopup baş aşağı devrilen hurma kütükleriydi onlar.
İnsanları söküp atıyordu; sanki onlar, kökünden sökülüp-kopmuş hurma kütükleriymiş gibi.
tenzi`u-nnâse keennehüm a`câzü naḫlim münḳa`ir.
Nitekim üzerlerine, insanları, sökülmüş hurma kütüğü gibi kopararak yere seren, dondurucu bir rüzgarı uğursuzluğu devam eden bir günde gönderdik.
O rüzgar, insanları, sökülmüş hurma kütükleri gibi yere seriyordu.
İnsanları, sanki köklerinden koparılmış hurma kötükleriymiş gibi yıkıyordu.
(O rüzgar) insanları, sökülmüş hurma kütükleri gibi yere seriyordu.
İnsanları, köklerinden sökülmüş hurma kütükleri gibi kaldırıp atıyordu.
Öyle ki insanları, kökü sökülmüş, içi boş hurma kütükleri gibi fırlatıp atıyordu.
İnsanları sanki köklerinden sökülmüş hurma kütükleri imişler gibi koparıp deviriyordu.
فَكَيْفَ كَانَ عَذَابِى وَنُذُرِ ﴿٢١﴾
Derken nasıldı azabım benim ve korkutuşlarım?
Şu halde Benim azabım ve uyarmam nasılmış?
fekeyfe kâne `aẕâbî venüẕür.
Benim azabım ve uyarmam nasılmış?
Nasılmış benim azabım ve uyarılarım!
Cezalandırmam ve uyarılarım nasılmış!
Nasılmış benim azabım ve uyarım?
Nasılmış benim azabım ve uyarılarım!
Nasılmış Benim cezalandırmam ve tehdidim, görsünler bakalım!
Benim azabım ve uyarılarım nasıl oldu?
وَلَقَدْ يَسَّرْنَا ٱلْقُرْءَانَ لِلذِّكْرِ فَهَلْ مِن مُّدَّكِرٍۢ ﴿٢٢﴾
Ve andolsun ki öğüt ve ibret için Kur'an'ı kolaylaştırdık, fakat bir ibret alan mı var?
Andolsun Biz Kur'an'ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?
veleḳad yesserne-lḳur'âne liẕẕikri fehel mim müddekir.
And olsun ki, Kuran'ı öğüt olsun diye kolaylaştırdık; öğüt alan yok mudur?
Andolsun biz Kur'an'ı düşünüp öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mu?
Kuran'ı mesaj için kolaylaştırdık; öğüt alan yok mudur?
Andolsun biz Kur'ân'ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?
Yemin olsun ki, biz, Kur'an'ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık. Fakat düşünen mi var?
Yemin olsun: Biz ders alınsın diye Kur'ân’ın anlaşılmasını kolaylaştırdık. Haydi var mı düşünen ve ibret alan?
Andolsun biz Kur'an'ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?
كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِٱلنُّذُرِ ﴿٢٣﴾
Semud da korkutucuları yalanladı.
Semud (kavmi) de uyarıları yalanladı.
keẕẕebet ŝemûdü binnüẕür.
Semud milleti uyaran peygamberleri yalanladı.
Semud kavmi de uyarıcıları yalanladı.
Semud da uyarıları yalanladı.
Semûd da o uyarıları yalanladılar.
Semûd da uyarıları yalanlamıştı.
Semûd kavmi de Peygamberlerini yalancı saydılar ve: “Yani biz,” dediler, “içimizden bir adamın peşinden mi gideceğiz? Böyle yaparsak doğrusu sapıtmış ve çıldırmış oluruz! Ne o, yani bu kitap, içimizden bula bula onu mu buldu, o mu buna lâyık görülmüş? Hiç de öyle değil, bilakis o, yalancının, küstahın tekidir!”
Semud da uyarıları yalandı:
فَقَالُوٓا۟ أَبَشَرًۭا مِّنَّا وَٰحِدًۭا نَّتَّبِعُهُۥٓ إِنَّآ إِذًۭا لَّفِى ضَلَٰلٍۢ وَسُعُرٍ ﴿٢٤﴾
Derken bizden bir adama mı uyacağız dediler, gerçekten de o zaman elbette sapıklığa düşeriz, ateşlere yanarkavruluruz.
Dediler ki: \"Bizden biri olan bir beşere mi uyacağız? Bu durumda gerçekten biz bir sapıklık (delalet) ve çılgınlık içinde kalmış oluruz.\"
feḳâlû ebeşeram minnâ vâḥiden nettebi`uhû innâ iẕel lefî ḍalâliv vesü`ur.
\"İçimizden bir insana mı uyacağız? O zaman biz sapıklık ve delilik etmiş oluruz. Kitap, aramızda, ona mı verilmiş? Hayır, o pek yalancı ve şımarığın biridir\" dediler.
\"Aramızdan bir beşere mi uyacağız? O takdirde biz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık etmiş oluruz\" dediler.
Dediler ki, \"Bizden bir insana mı uyalım? O zaman biz sapar ve cehenneme gireriz.\"
\"Bizden bir insana mı uyacağız? O takdirde biz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık içine düşmüş oluruz.\" dediler.
Şöyle demişlerdi: \"İçimizden bir tek insana mı uyacağız? Vallahi böyle bir durumda biz, sapıklık ve çılgınlık içine düşeriz.\"
Semûd kavmi de Peygamberlerini yalancı saydılar ve: “Yani biz,” dediler, “içimizden bir adamın peşinden mi gideceğiz? Böyle yaparsak doğrusu sapıtmış ve çıldırmış oluruz! Ne o, yani bu kitap, içimizden bula bula onu mu buldu, o mu buna lâyık görülmüş? Hiç de öyle değil, bilakis o, yalancının, küstahın tekidir!”
Bizden bir insana mı uyacağız? O takdirde biz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık içine düşmüş oluruz dediler.
أَءُلْقِىَ ٱلذِّكْرُ عَلَيْهِ مِنۢ بَيْنِنَا بَلْ هُوَ كَذَّابٌ أَشِرٌۭ ﴿٢٥﴾
Vahiy, içimizden gelegele ona mı geliyor? Hayır, o, yalancı kendini beğenmiş birisi.
\"Zikr (vahy) içimizden ona mı bırakıldı? Hayır, o çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarıktır.\"
eülḳiye-ẕẕikru `aleyhi mim beyninâ bel hüve keẕẕâbün eşir.
\"İçimizden bir insana mı uyacağız? O zaman biz sapıklık ve delilik etmiş oluruz. Kitap, aramızda, ona mı verilmiş? Hayır, o pek yalancı ve şımarığın biridir\" dediler.
\"Vahiy, aramızda ona mı verildi? Hayır o, yalancı ve şımarığın biridir\" (dediler.)
\"Mesaj aramızdan ona mı verildi? O, yalancı küstahın biridir.\"
\"Zikir, aramızdan ona mı bırakıldı? Hayır o, yalancı, küstahın biridir\" (dediler).
\"Aramızdan öğüt ona mı verildi? Hayır, o yalancı küstahın biridir.\"
Semûd kavmi de Peygamberlerini yalancı saydılar ve: “Yani biz,” dediler, “içimizden bir adamın peşinden mi gideceğiz? Böyle yaparsak doğrusu sapıtmış ve çıldırmış oluruz! Ne o, yani bu kitap, içimizden bula bula onu mu buldu, o mu buna lâyık görülmüş? Hiç de öyle değil, bilakis o, yalancının, küstahın tekidir!”
Zikir, aramızdan ona mı bırakıldı? Hayır o, yalancı küstahın biridir!
سَيَعْلَمُونَ غَدًۭا مَّنِ ٱلْكَذَّابُ ٱلْأَشِرُ ﴿٢٦﴾
Yarın bilirler kimmiş yalancı kendini beğenmiş.
Onlar yarın, kimin çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarık olduğunu bilip-öğreneceklerdir.
seya`lemûne gadem meni-lkeẕẕâbü-l'eşir.
Yarın, kimin pek yalancı ve şımarık olduğunu bileceklerdir.
Yarın onlar, yalancı ve şımarığın kim olduğunu bileceklerdir.
Yalancı küstahın kim olduğunu yarın öğreneceklerdir.
Yarın onlar, yalancı, küstahın kim olduğunu bilecekler.
Yarın bilecekler, kimmiş yalancı küstah!
Biz de Peygamberleri Salih'e dedik ki: “Sen hiç üzülme! Asıl kimin yalancı ve küstah olduğunu yarın öğrenirler!”
(Salih'e dedik ki): Yarın onlar, yalancı, küstahın kim olduğunu bilecekler.
إِنَّا مُرْسِلُوا۟ ٱلنَّاقَةِ فِتْنَةًۭ لَّهُمْ فَٱرْتَقِبْهُمْ وَٱصْطَبِرْ ﴿٢٧﴾
Şüphe yok ki onları sınamak için dişi deveyi gönderiyoruz, artık gözetle onları ve dayan.
Gerçek şu ki Biz, bir fitne (imtihan ve deneme konusu) olarak o dişi deveyi kendilerine göndereniz. Şu halde sen onları gözleyip-bekle ve sabret.
innâ mürsilü-nnâḳati fitnetel lehüm ferteḳibhüm vaṣṭabir.
Doğrusu, onları denemek üzere dişi deveyi gönderen Biziz. Salih'e şöyle demiştik: \"Onları gözetle ve sabret;
Gerçekten onları imtihan etmek için dişi deveyi gönderen biziz. Sen onları gözetle ve sabret.
Deveyi bir sınav olarak göndereceğiz. Onları gözetle, sabırlı ol.
Biz onlara, kendilerini imtihan etmek için dişi deveyi göndereceğiz. Onun için sen onları gözet ve sabırlı ol.
Bir imtihan aracı olarak kendilerine dişi deveyi göndereceğiz. Artık gözetle onları ve sabret!
“Biz imtihan etmek için onlara bir deve göndereceğiz. Şimdi sen onların ne yapacağını bekle ve eziyetlerine sabret.”
Biz onlara, kendilerini sınamak için dişi deveyi göndereceğiz. Hele sen onları gözetle, sabret.
وَنَبِّئْهُمْ أَنَّ ٱلْمَآءَ قِسْمَةٌۢ بَيْنَهُمْ ۖ كُلُّ شِرْبٍۢ مُّحْتَضَرٌۭ ﴿٢٨﴾
Ve haber ver onlara, su, aralarında paylaştırılmıştır, her bölük, nöbetinde hazır olur, su alır.
\"Ve onlara, suyun aralarında kesin olarak pay edildiğini haber ver. Su alış sırası (kiminse, o) hazır bulunsun.\"
venebbi'hüm enne-lmâe ḳismetüm beynehüm. küllü şirbim muḥteḍar.
Onlara, sıralarına göre suyun kendileriyle o deve aralarında pay edilmiş olunduğunu söyle.\"
Onlara, suyun aralarında paylaştırıldığını haber ver. Her biri kendi içme sırasında gelsin.
Onlara, suyun (deveyle) aralarında paylaşılacağını bildir. Her içim sırayla sunulacaktır.
Onlara suyun aralarında paylaştırılacağını haber ver; her içene düşen miktar, hazır kılınmıştır.
Suyun, aralarında bölüştürüleceğini onlara bildir. Her su alış/içiş nöbetledir/içilecek her miktar hazırlanmıştır.
“Hem onlara bildir ki su, aralarında nöbetleşe olacak, her su nöbetinde, sahibi hazır bulunacaktır.” [26,155]
Onlara, suyun aralarında paylaştırılacağını, (bir gün devenin, bir gün de kendilerinin su içme nöbeti olacağını) haber ver; içme sırası kiminse o gelip suyunu alsın.
فَنَادَوْا۟ صَاحِبَهُمْ فَتَعَاطَىٰ فَعَقَرَ ﴿٢٩﴾
Derken arkadaşlarına seslendiler, derken kılıcını çekti de devenin ayaklarını kesti, öldürdü.
Derken arkadaşlarını çağırdılar, o da bıçağını kapıp 'hayvanı ayağından biçip yere devirdi.'
fenâdev ṣâḥibehüm fete`âṭâ fe`aḳara.
Ama bir arkadaşlarını çağırdılar, o da kılıcını alarak deveyi kesti.
Arkadaşlarını çağırdılar, o da (bundan cür'et alarak) kılıcını kaptı ve deveyi kesti.
Bir arkadaşlarını çağırdılar, o da çekip (deveyi) kesti.
Bunun üzerine arkadaşlarına bağırdılar. O da (bıçağı) çekerek (deveyi) kesti.
Arkadaşlarını çağırdılar, o da hançerini kapıp deveyi boğazladı.
Onlar en yakın arkadaşlarını çağırdılar, o da bıçağı çıkarıp deveyi kesti.
Bir arkadaşlarını çağırdılar, o da bıçağı çekip (deveyi) kesti.
فَكَيْفَ كَانَ عَذَابِى وَنُذُرِ ﴿٣٠﴾
Derken nasıldı azabım benim ve korkutuşlarım?
Şu halde Benim azabım ve uyarmam nasılmış?
fekeyfe kâne `aẕâbî venüẕür.
Benim azabım ve uyarmam nasılmış?
(Bu azgınlara) azabım ve uyarılarım nasıl oldu!
Cezalandırmam ve uyarılarım nasılmış!
Ama azabım ve uyarılarım nasıl oldu.
Nasılmış benim azabım ve uyarılarım!
Nasılmış Benim cezalandırmam ve tehdidim! Görsünler bakalım!
Ama azabım ve uyarılarım nasıl oldu?
إِنَّآ أَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ صَيْحَةًۭ وَٰحِدَةًۭ فَكَانُوا۟ كَهَشِيمِ ٱلْمُحْتَظِرِ ﴿٣١﴾
Gerçekten de bir bağırış gönderdik onlara, derken hayvan ağılına konan çalıya çırpıya döndüler.
Çünkü Biz onların üzerine bir tek çığlık gönderdik. Böylece onlar, ağıldaki çalı-çırpı olan kuru ot gibi oluverdiler.
innâ erselnâ `aleyhim ṣayḥatev vâḥideten fekânû keheşîmi-lmuḥteżir.
Nitekim üzerlerine bir çığlık gönderdik de, ağılcıların kullandığı kurumuş ot gibi oldular.
Biz onların üzerlerine korkunç bir ses gönderdik. Hemen hayvan ağılına konan kuru ot gibi oluverdiler.
Üzerlerine bir tek patlama gönderdik ve onlar ağılcının topladığı saman yığınına döndüler.
Biz onların üzerine tek sayha (korkunç bir ses) gönderdik; ağılcının topladığı çalı çırpı kırıntıları gibi kırılıp dökülüverdiler.
Biz, onlar üzerine bir tek ses gönderdik de ağılcının serptiği kuru ot gibi kırılıp ufalandılar.
Biz onlara bir sayha, müthiş bir ses gönderdik, davar ağılındaki kuru ot ve çırpı gibi oldular.
Biz onların üzerine tek sayha (korkunç bir ses) gönderdik; ağılcının topladığı kuru ot gibi kırılıp döküldüler.
وَلَقَدْ يَسَّرْنَا ٱلْقُرْءَانَ لِلذِّكْرِ فَهَلْ مِن مُّدَّكِرٍۢ ﴿٣٢﴾
Ve andolsun ki öğüt ve ibret için Kur'an'ı kolaylaştırdık, fakat bir ibret alan mı var?
Andolsun Biz Kur'an'ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?
veleḳad yesserne-lḳur'âne liẕẕikri fehel mim müddekir.
And olsun ki, Kuran'ı öğüt olsun diye kolaylaştırdık; öğüt alan yok mudur?
Andolsun biz Kur'an'ı, anlaşılıp öğüt alınması için kolaylaştırdık. O halde düşünüp öğüt alan yok mu?
Kuran'ı mesaj için kolaylaştırdık; öğüt alan yok mudur?
Andolsun biz Kur'ân'ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?
Yemin olsun ki, biz, Kur'an'ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık. Fakat düşünen mi var?!
Yemin olsun, Biz, ders alınsın diye Kur'ân’ın anlaşılmasını kolaylaştırdık. Haydi var mı düşünen ve ibret alan?
Andolsun Biz Kur'an'ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?
كَذَّبَتْ قَوْمُ لُوطٍۭ بِٱلنُّذُرِ ﴿٣٣﴾
Lut kavmi de korkutucuları yalanladılar.
Lut kavmi de uyarıları yalanladı.
keẕẕebet ḳavmü lûṭim binnüẕür.
Lut milleti uyaran peygamberleri yalanladı.
Lut'un kavmi de uyarıcı peygamberleri yalanladı.
Lut halkı da uyarıları yalanlamıştı.
Lût kavmi de uyarıları yalanladı.
Lût kavmi de uyarıları yalanladı.
Lût kavmi de peygamberlerini yalancı saydılar.
Lut'un kavmi de uyarıları yalanladı.
إِنَّآ أَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ حَاصِبًا إِلَّآ ءَالَ لُوطٍۢ ۖ نَّجَّيْنَٰهُم بِسَحَرٍۢ ﴿٣٤﴾
Gerçekten de, Lut'un ailesi müstesna, onlara taş yağdıran bir yel gönderdik, Lut'un ailesini de bir seher çağı kurtardık.
Biz de onların üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Yalnız Lut ailesini (bu azaptan ayrı tuttuk;) onları seher vakti kurtardık;
innâ erselnâ `aleyhim ḥâṣiben illâ âle lûṭ. necceynâhüm biseḥar.
Biz de üzerlerine taş yağdıran bir rüzgar gönderdik. Ancak, Lut'un taraftarlarını, katımızdan bir nimet olarak seher vakti kurtardık. Şükredene işte böyle mükafat veririz.
Biz de üstlerine taş (yağdıran bir fırtına) gönderdik. Ancak Lut ailesini seher vakti kurtardık.
Üzerlerine taş yağdıran bir fırtına gönderdik, yalnız Lut'un ailesini seher vakti kurtardık.
Biz de onların üzerlerine (taşlar savuran) bir fırtına gönderdik. Yalnız Lût ailesini seher vakti kurtardık,
Biz de üzerlerine çakıl taşları fırlatan bir rüzgâr gönderdik. Sadece Lût'un ailesini, seher vakti kurtarmıştık,
Biz de Lût'un ailesi dışında, hepsinin üzerine taş savuran bir fırtına gönderdik. Onları ise, tarafımızdan bir nimet olarak seher vakti kurtardık. İşte şükredenleri Biz böyle ödüllendiririz.
Biz de üstlerine (taşlar savuran) bir fırtına gönderdik, yalnız Lut ailesini seher vakti kurtardık;
نِّعْمَةًۭ مِّنْ عِندِنَا ۚ كَذَٰلِكَ نَجْزِى مَن شَكَرَ ﴿٣٥﴾
Katımızdan bir nimet olarak; işte böyle mükafatlandırırız şükredeni.
Tarafımızdan bir nimet olarak. İşte Biz, şükredenleri böyle ödüllendiririz.
ni`metem min `indinâ. keẕâlike neczî men şekera.
Biz de üzerlerine taş yağdıran bir rüzgar gönderdik. Ancak, Lut'un taraftarlarını, katımızdan bir nimet olarak seher vakti kurtardık. Şükredene işte böyle mükafat veririz.
Katımızdan bir nimet olarak. Biz şükredeni işte böyle mükafatlandırırız.
Katımızdan bir iyilik olarak. Şükredeni işte böyle ödüllendiririz.
Katımızdan bir nimet olarak. Biz şükredeni böyle mükafatlandırırız.
Katımızdan bir nimet olarak. Şükredeni işte böyle ödüllendiririz biz.
Biz de Lût'un ailesi dışında, hepsinin üzerine taş savuran bir fırtına gönderdik. Onları ise, tarafımızdan bir nimet olarak seher vakti kurtardık. İşte şükredenleri Biz böyle ödüllendiririz.
Katımızdan bir ni'met olarak. Biz şükredeni böyle mükafatlandırırız.
وَلَقَدْ أَنذَرَهُم بَطْشَتَنَا فَتَمَارَوْا۟ بِٱلنُّذُرِ ﴿٣٦﴾
Ve andolsun ki o, bizim helakimizle korkutmuştu onları da onlar, bu korkutuşlardan şüpheye düşmüşlerdi.
Oysa andolsun, zorlu yakalamamıza karşı onları uyarmıştı. Fakat onlar, bu uyarıları kuşkuyla karşılayıp-yalanlamakta direttiler.
veleḳad enẕerahüm baṭşetenâ fetemârav binnüẕür.
Lut, and olsun ki, onları Bizim yakalamamızla uyarmıştı, ama onlar uyarmaları şüphe ile karşılayarak dinlemediler.
Andolsun ki, Lut onları bizim şiddetli azabımızla uyardı. Fakat onlar bu tehditleri kuşkuyla karşıladılar.
Onları bu yakalayışımıza karşı uyarmıştı; ancak onlar uyarıları kuşkuyla karşıladılar.
(Lût), onları bizim yakalamamıza karşı uyarmıştı. Fakat ikazlara karşı kuşku duydular,
Yemin olsun, Lût onları bizim yakalayışımız hakkında uyarmıştı da onlar, uyarılarla ilgili olarak kuşkulanıp çekişmişlerdi.
Lût onları Bizim yakalarından tutup azaba çarptıracağımızı söyleyerek tehdit etmişti. Ama onlar uyarmalara karşı şüpheye düştüler.
Lut, onları bizim yakalamamıza karşı uyarmıştı, fakat uyarılara karşı kuşku duydular.
وَلَقَدْ رَٰوَدُوهُ عَن ضَيْفِهِۦ فَطَمَسْنَآ أَعْيُنَهُمْ فَذُوقُوا۟ عَذَابِى وَنُذُرِ ﴿٣٧﴾
Ve gerçekten de onun konuklarını istemişlerdi de biz, kör edivermiştik gözlerini, artık tadın azabımı ve korkutuşlarımın sonucunu.
Andolsun onlar, onun konuklarından da murad almak için baskı yaptılar. Biz de onların gözlerini silip kör ettik. \"İşte azabımı ve uyarmamı tadın.\"
veleḳad râvedûhü `an ḍayfihî feṭamesnâ a`yünehüm feẕûḳû `aẕâbî venüẕür.
And olsun ki, onlar Lut'un konukları olan melekleri elde etmeye kalkıştılar, bunun üzerine gözlerini kör ettik. \"Azabımı ve uyarmalarımı dinlememenin sonucunu tadın\" dedik.
Onlar Lut'un misafirlerine karşı kötülük yapmayı planlamışlardı. Hemen biz onların gözlerini silme kör ettik. \"Haydi azabımı ve uyarılarımı tadın!\" (dedik).
Onun konuklarına göz diktiler, biz de onları kör ettik. Azabımı ve uyarılarımı tadın bakalım.
Onun konuklarından murad almaya kalkıştılar. Biz de gözlerini siliverdik. \"Haydi azabımı ve uyarılarımı tadın!\" (dedik).
Yemin olsun, Lût'un misafirlerinden nefislerini tatmin etmek istemişlerdi de onların gözlerini silme kör etmiştik. Hadi, tadın azabımı ve uyarılarımı?
Onlar Lût'un misafirlerine karşı niyetlerini bozdular, onlarla yalnız kalmak için gidip gidip geldiler. Biz de gözlerini silme kör ettik. Haydi tadın Benim cezalandırmamı ve tehditlerimi! [11,77-83; 15,61-74] {KM, Tekvin 19,11}
Onun (güzel delikanlılar şeklinde görünen melek) konuklarından murad almağa kalkıştılar. Biz de gözlerini siliverdik: \"Haydi azabımı ve uyarılarımı tadın!\"
وَلَقَدْ صَبَّحَهُم بُكْرَةً عَذَابٌۭ مُّسْتَقِرٌّۭ ﴿٣٨﴾
Ve andolsun ki bir sabah çağı üstlerine bir azap çöküvermişti onların.
Andolsun onları bir sabah vakti erkenden, üzerlerinde kararını kılmış bir azap yakalayıp-bastırıverdi.
veleḳad ṣabbeḥahüm bükraten `aẕâbüm müsteḳirr.
And olsun ki, sabah erken, önü alınmaz bir azap başlarına geldi.
Bir sabah kendilerine, yakalarını bir daha bırakmayacak olan bir azap gelip çattı.
Ertesi gün, yaman bir azap sabahlarını kutladı.
Sabah erken, onları kararlı bir azab yakaladı.
Yemin olsun, sabahleyin erkenden, kararlı ve oturaklı bir azap yakaladı onları.
Bir sabah kendilerini, yakalarını hiç bırakmayacak bir azap bastırıverdi.
Sabah erken, onları kararlı bir azab yakaladı.
فَذُوقُوا۟ عَذَابِى وَنُذُرِ ﴿٣٩﴾
Artık tadın azabımı ve korkutuşlarımı.
Şimdi azabımı ve uyarmamı tadın.
feẕûḳû `aẕâbî venüẕür.
\"Azabımı ve uyarmalarımı dinlememenin sonucunu tadın\" dedik.
İşte azabımı ve uyanlarımı tadın! (denildi).
Azabımı ve uyarılarımı tadın bakalım.
\"Azabımı ve uyarılarımı tadın!\" (dedik).
Hadi, tadın azabımı ve uyarılarımı!
Haydi tadın Benim cezalandırmamı ve tehditlerimi!
Azabımı ve uyarılarımı(n akıbetini) tadın!
وَلَقَدْ يَسَّرْنَا ٱلْقُرْءَانَ لِلذِّكْرِ فَهَلْ مِن مُّدَّكِرٍۢ ﴿٤٠﴾
Ve andolsun ki öğüt ve ibret için Kur'an'ı kolaylaştırdık, fakat bir ibret alan mı var?
Andolsun Biz Kur'an'ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?
veleḳad yesserne-lḳur'âne liẕẕikri fehel mim müddekir.
And olsun ki, Kuran'ı öğüt olsun diye kolaylaştırdık; öğüt alan yok mudur?
Andolsun biz Kur'an'ı, öğüt almak için kolaylaştırdık. O halde düşünüp ibret alan yok mu?
Kuran'ı mesaj için kolaylaştırdık; öğüt alan yok mudur?
Andolsun biz Kur'ân'ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?
Yemin olsun ki, biz, Kur'an'ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık. Fakat düşünen mi var?!
Yemin olsun: Biz, ders alınsın diye Kur'ân’ın anlaşılmasını kolaylaştırdık. Haydi, var mı düşünen ve ibret alan?
Andolsun biz Kur'an'ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?
وَلَقَدْ جَآءَ ءَالَ فِرْعَوْنَ ٱلنُّذُرُ ﴿٤١﴾
Ve andolsun ki Firavun soyuna da korkutucular gelmişti.
Andolsun Firavun ailesi (ve çevresi ile kavmi)ne de uyarılar geldi.
veleḳad câe âle fir`avne-nnüẕür.
And olsun ki, Firavun erkanına uyaranlar geldi.
Şüphesiz Firavun'un kavmine de uyarıcılar gelmişti.
Firavun'un erkanına da uyarıcılar gitmişti.
Şüphesiz Firavun ailesine de uyarıcı peygamberler geldi.
Yemin olsun, Firavun hanedanına da uyarılar gelmişti.
Firavun hanedanına da uyaran peygamberler geldi.
Fir'avn'ın kavmine de uyarılar gelmiştir.
كَذَّبُوا۟ بِـَٔايَٰتِنَا كُلِّهَا فَأَخَذْنَٰهُمْ أَخْذَ عَزِيزٍۢ مُّقْتَدِرٍ ﴿٤٢﴾
Bütün delillerimizi yalanladılar, derken onları üstün ve mutlak kudretli bir helak edişle helak ediverdik.
Onlar Bizim ayetlerimizin tümünü yalanladılar. Biz de onları üstün ve güçlü, kudretli olanın yakalayışıyla yakalayıverdik.
keẕẕebû biâyâtinâ küllihâ feeḫaẕnâhüm aḫẕe `azîzim muḳtedir.
Mucizelerimizin hepsini yalanladılar. Bunun üzerine onları güç ve kuvvet sahibi olana yakışır bir şekilde yakaladık.
Lakin onlar bütün ayetlerimizi yalanladılar. Biz de onları güç ve kudretimize layık bir şekilde yakaladık.
Tüm mucizelerimizi yalanladılar ve biz de onları En üstün ve her şeye gücü yetenin yakalayışı gibi yakaladık.
Lakin onlar bütün âyetlerimizi yalanladılar. Biz de onları çok kuvvetli ve kudretli bir yakalayışla yakaladık. Bu kıssalardan hisseye gelince;
Ayetlerimizin tümünü yalanladılar da biz de onları onurlu ve güçlü birine yaraşır bir yakalayışla yakaladık.
Onlar âyet ve delillerimizin hepsini yalan saydılar. Biz de onları mutlak galip, tam muktedir olan Allah'ın şanına yaraşır tarzda cezalandırdık.
Bütün ayetlerimizi yalanladılar. Biz de onları, galib ve güçlü(padişah)ın yakalaması gibi yakaladık.
أَكُفَّارُكُمْ خَيْرٌۭ مِّنْ أُو۟لَٰٓئِكُمْ أَمْ لَكُم بَرَآءَةٌۭ فِى ٱلزُّبُرِ ﴿٤٣﴾
Sizin kafirleriniz, onlardan hayırlı mı, yoksa kitaplarda bir kurtuluş mu var size?
Sizin kafirleriniz onlardan daha hayırlı mıdır? Yoksa sizin için kitaplarda bir beraat mi var?
eküffâruküm ḫayrum min ülâiküm em leküm berâetün fi-zzübür.
Sizin inkarcılarınız bunlardan daha mı üstündür? Yoksa Kitablarda size bir kurtuluş belgesi mi var?
Şimdi sizin kafirleriniz, onlardan daha mı iyidirler? Yoksa kitaplarda sizin için bir berat mı var?
Sizin inkarcılarınız onlarınkinden daha mı iyi? Yoksa kitaplarda kendiniz için bir af ilanına mı rastladınız?
Şimdi sizin kâfirleriniz, onlardan hayırlı mı? Yoksa kitaplarda sizin için bir beraet mi var?
Sizin kâfirleriniz, ötekilerden hayırlı mı? Yoksa zübürlerinde/kutsallaştırılmış hizip kitaplarında sizin için bir beraat/dokunulmazlık mı var?
Şimdi söyleyin (ey Mekkeliler!) Sizin kâfirleriniz onlardan daha mı güçlüdür! Yoksa ilahî kitaplarda sizin ebedî olan âhirette kurtulacağınıza dair berat senedi mi var?
Şimdi sizin kafirleriniz, ötekilerinizden hayırlı mı? Yoksa Kitaplarda sizin için bir beraet (inkarınızdan dolayı size sorumsuzluk) mu var?
أَمْ يَقُولُونَ نَحْنُ جَمِيعٌۭ مُّنتَصِرٌۭ ﴿٤٤﴾
Yoksa biz, birbirine yardım eden bir topluluğuz mu derler?
\"Biz, 'birbiriyle yardımlaşıp öcünü alan' bir toplumuz\" mu diyorlar?
em yeḳûlûne naḥnü cemî`um münteṣir.
Yoksa: \"Biz öç alabilecek bir topluluğuz\" mu diyorlar?
Yoksa \"Biz, intikam almağa gücü yeten bir topluluğuz\" mu diyorlar?
Yoksa, \"Biz, zafere ulaşacak bir cemaatiz\" mi diyorlar?
Yoksa \"Biz birbirimize yardım eden bir topluluğuz.\" mu diyorlar?
Yoksa, \"Biz, yardımlaşan/yenilmez bir topluluğuz\" mu diyorlar?
Ne o, “Biz tam dayanışma halinde olan, muzaffer bir topluluğuz” mu diyorlar?
Yoksa \"Biz muzaffer (yenilmez) bir topluluğuz\" mu diyorlar?
سَيُهْزَمُ ٱلْجَمْعُ وَيُوَلُّونَ ٱلدُّبُرَ ﴿٤٥﴾
O topluluk, yakında bozguna uğrayacak ve ardını dönüp kaçacak.
Yakında o toplum bozguna uğratılacak ve arkalarını dönüp kaçacaklardır.
seyühzemü-lcem`u veyüvellûne-ddübüra.
Toplulukları dağıtılacak, yüzgeri edileceklerdir.
O topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır.
O cemaat bozguna uğratılacak; dönüp kaçacaklar.
Her halde o topluluk bozulacak ve geriye dönüp kaçacaklardır.
O topluluk, bozguna uğratılacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar.
İyi bilsinler: Onların toplu kuvvetleri bozguna uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklardır.
O topluluk bozulacak ve geriye dönüp kaçacaklardır.
بَلِ ٱلسَّاعَةُ مَوْعِدُهُمْ وَٱلسَّاعَةُ أَدْهَىٰ وَأَمَرُّ ﴿٤٦﴾
Onlara vaadedilen azabın mukadder zamanı kıyamettir ve kıyametin azabı, daha da zararlıdır ve daha da acı.
Daha doğrusu onlara va'dedilen (asıl azap) (kıyamet) saatidir. O saat, 'kurtuluş olmayan daha korkunç bir bela' ve daha acıdır.
beli-ssâ`atü mev`idühüm vessâ`atü edhâ veemerr.
Kıyamet onların azap ile vadedildikleri gündür. O ne korkunç, ne acı bir gündür!
Bilakis kıyamet onlara vadedilen asıl saattir ve o saat daha belalı ve daha acıdır.
Saat onları beklemektedir, daha korkunç ve acıdır.
Bilakis kıyamet onlara vaad edilen asıl saattir. Saat cidden çok feci ve acıdır.
Hayır, buluşma zamanları kıyamet saatidir. Ne korkunç, ne acıdır o saat!
Daha doğrusu, onların asıl buluşma zamanları, kıyamet saatidir.Kıyamet saatinin dehşeti ise tarif edilemeyecek kadar müthiş ve acıdır!
Hayır, buluşma zamanları o (uyarıldıkları) sa'attir. O sa'at cidden çok feci ve acıdır;
إِنَّ ٱلْمُجْرِمِينَ فِى ضَلَٰلٍۢ وَسُعُرٍۢ ﴿٤٧﴾
Şüphe yok ki suçlular, sapıklık içinde ve yakıp kavuran ateşlerdedir.
Hiç şüphesiz suçlular-günahkarlar, bir sapmışlık (dalalet) ve çılgınlık içindedirler.
inne-lmücrimîne fî ḍalâliv vesü`ur.
Doğrusu suçlular sapıklık ve çılgınlık içindedirler.
Şüphesiz suçlular sapıklık ve çılgınlık içindedirler.
Suçlular bir sapıklık ve cehennem içindedir.
Muhakkak ki suçlular sapıklık ve çılgınlık içindedirler.
Kuşkusuz, suçlular, şaşkınlık ve çılgınlık içindedir.
Mücrimler tam bir şaşkınlık ve çılgınlık içindedirler.
Suçlular bir sapıklık ve çılgınlık içindedir.
يَوْمَ يُسْحَبُونَ فِى ٱلنَّارِ عَلَىٰ وُجُوهِهِمْ ذُوقُوا۟ مَسَّ سَقَرَ ﴿٤٨﴾
O gün, yüzüstü ateşe sürüklenip atılırlar; tadın bakalım, cehennemin yakışını.
Ateşin içinde yüzükoyun sürüklenecekleri gün cehennemin dokunuşunu tadın\" (denecek)
yevme yüsḥabûne fi-nnâri `alâ vucûhihim. ẕûḳû messe seḳara.
Ateşe yüzüstü sürüldükleri gün, onlara: \"Cehennemin dokunan azabını tadın\" denir.
O gün yüzüstü ateşe sürüklendiklerinde \"Cehennemin elemini tadın!\" denir.
Yüzükoyun ateşe sürüklenecekleri gün: \"Cehennemin dokunuşunu tadın.\"
O gün yüzleri üstü ateşte sürüklenecekler, \"Cehennemin dokunuşunu tadın!\" (denilecek).
O gün yüzleri üstüne ateşe sürüklenirler. \"Cehennemin dokunuşunu tadın bakalım!\"
O gün cehennemde yüzleri üstü süründürülürler ve kendilerine: “Tadın cehennemin temâsını!” denilir.
O gün yüzükoyun ateşe sürüklenecekler: \"Cehennemin dokunuşunu tadın!\" diye.
إِنَّا كُلَّ شَىْءٍ خَلَقْنَٰهُ بِقَدَرٍۢ ﴿٤٩﴾
Şüphe yok ki biz; her şeyi, bilgimizde mukadder olduğu gibi ve zamanında yarattık.
Hiç şüphesiz, Biz herşeyi kader ile yarattık.
innâ külle şey'in ḫalaḳnâhü biḳader.
Şüphesiz Biz her şeyi bir ölçüye göre yaratmışızdır.
Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.
Biz her şeyi belli bir ölçüyle yaratmışızdır.
Haberiniz olsun ki, biz her şeyi bir kadere göre yarattık.
Şu bir gerçek ki, biz herşeyi bir ölçüye göre/bir kaderle yarattık.
Muhakkak ki Biz her şeyi bir kaderle, bir ölçü ile yarattık. [25,2; 87,1-3]
Biz her şeyi bir kadere (bir düzene, ölçüye, plana) göre yarattık.
وَمَآ أَمْرُنَآ إِلَّا وَٰحِدَةٌۭ كَلَمْحٍۭ بِٱلْبَصَرِ ﴿٥٠﴾
Ve bizim emrimiz, birdir, ancak bir göz kırpış, bir göz yumup açış gibi tezdir.
Bizim emrimiz, bir göz kırpma gibi yalnızca 'bir keredir.'
vemâ emrunâ illâ vâḥidetün kelemḥim bilbeṣar.
Bizim buyruğumuz bir göz kırpması gibi anidir.
Bizim buyruğumuz, bir anlık bakış gibi, bir tek sözden başka bir şey değildir.
Buyruğumuz göz kırpması gibi anidir.
Buyruğumuz yalnız bir tekdir, göz açıp yumma gibidir.
Emrimiz bir tektir, bir göz kırpma gibidir.
Bizim emrimiz sadece bir kere, hem de göz açıp kapama gibi pek hızlıdır.
Bizim buyruğumuz yalnız bir tektir, göz açıp yumma gibidir.
وَلَقَدْ أَهْلَكْنَآ أَشْيَاعَكُمْ فَهَلْ مِن مُّدَّكِرٍۢ ﴿٥١﴾
Ve andolsun ki taraftarlarınızı da helak ettik, fakat bir ibret alan mı var?
Andolsun Biz sizin benzerlerinizi yıkıma uğrattık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?
veleḳad ehleknâ eşyâ`aküm fehel mim müddekir.
And olsun ki, benzerlerinizi yok etti, öğüt alan yok mudur?
Andolsun biz, sizin benzerlerinizi hep helak ettik. Düşünüp ibret alan yok mu?
Sizin benzerlerinizi yok etmiştik. Yok mu öğüt alan?
Andolsun biz, sizin benzerlerinizi hep helak ettik. Öğüt alan yok mudur?
Yemin olsun, biz sizin benzerlerinizi hep yok ettik. Fakat düşünen mi var?
Gerçekten Biz sizin nice benzerlerinizi imha ettik! Haydi var mı düşünen ve ibret alan?
Andolsun biz sizin benzerlerinizi hep helak ettik. Öğüt alan yok mudur?
وَكُلُّ شَىْءٍۢ فَعَلُوهُ فِى ٱلزُّبُرِ ﴿٥٢﴾
Ve işledikleri her şey, kitaplardadır.
Onların işlemiş oldukları herşey kitaplarda (yazılı)dır.
veküllü şey'in fe`alûhü fi-zzübür.
İnsanların yaptıkları her şey kitablarda kayıtlıdır.
Yaptıkları her şey kitaplarda (amel defterlerinde) mevcuttur.
Tüm yaptıkları kitaplarda kayıtlıdır.
İşledikleri her şey, kitaplarda mevcuttur.
Onların yapmış oldukları her şey defterlerdedir.
Onların yaptıkları her şey, defterlerde kayıtlıdır.Küçük, büyük her şey, satır satır yazılıdır. [82,10-11]
İşledikleri her şey, Kitaplarda mevcuttur.
وَكُلُّ صَغِيرٍۢ وَكَبِيرٍۢ مُّسْتَطَرٌ ﴿٥٣﴾
Ve küçük, büyük, hepsi de yazılıdır.
Küçük, büyük herşey satır satır (yazılı)dır.
veküllü ṣagîriv vekebîrim müsteṭar.
Küçük ve büyük, hepsi satır satırdır.
Küçük büyük her şey satır satır yazılmıştır.
Küçük ve büyük hepsi yazılmıştır.
Küçük, büyük hepsi satır satır yazılmıştır.
Küçük-büyük tümü, satır satır yazılmıştır.
Onların yaptıkları her şey, defterlerde kayıtlıdır.Küçük, büyük her şey, satır satır yazılıdır. [82,10-11]
Küçük, büyük hepsi satır satır yazılmıştır.
إِنَّ ٱلْمُتَّقِينَ فِى جَنَّٰتٍۢ وَنَهَرٍۢ ﴿٥٤﴾
Şüphe yok ki çekinenler, cennetlerdedir, ırmakların başlarında.
Hiç şüphesiz muttakiler, cennetlerde ve nehir (çevresin)dedirler.
inne-lmütteḳîne fî cennâtiv veneher.
Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, güçlü hükümdarın katında, yüksek bir derecede, cennetlerde ferahlık ve aydınlık içindedirler.
Takva sahipleri cennetlerde ve ırmakların kenarlarındadır.
Erdemliler, cennetler (bahçeler) ve ırmaklar içindedir.
Takva sahipleri cennetlerde, nur içindedirler.
Korunup sakınanlar; bahçelerde, nehir kıyılarındadır.
Ama müttakiler ise cennetlerde, bahçelerde ve ırmak kenarındadırlar.
Korunanlar cennetlerde ırmaklar(ın kenarın)dadırlar.
فِى مَقْعَدِ صِدْقٍ عِندَ مَلِيكٍۢ مُّقْتَدِرٍۭ ﴿٥٥﴾
Gerçeklik makamında, çok kudretli bir büyük padişah katında.
Çok kudretli, mülkünün sonu olmayan (Allah)ın yanında doğruluk makamındadırlar.
fî maḳ`adi ṣidḳin `inde melîkim muḳtedir.
Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, güçlü hükümdarın katında, yüksek bir derecede, cennetlerde ferahlık ve aydınlık içindedirler.
Güçlü ve Yüce Allah'ın huzurunda hak meclisindedirler.
Güçlü Kralın yanında onurlu makamlardadırlar.
Güçlü padişahın huzurunda doğruluk koltuklarındadırlar.
Güçlü bir padişahın/bir Melîk'in katında, özü-sözü birlere has oturma yerlerinde...
Son derece kuvvetli o Hükümdarın, hak ve dürüstlük meclisinde yerlerini alırlar.
Güçlü padişahın huzurunda doğruluk koltuklarında(memnunluk içinde)dirler.