Settings
Surah The Event, The Inevitable [Al-Waqia] in Turkish
إِذَا وَقَعَتِ ٱلْوَاقِعَةُ ﴿١﴾
Ansızın kopacak kıyamet kopunca.
Vakıa (kesin bir gerçek olan kıyamet) vuku bulduğu zaman,
iẕâ veḳa`ati-lvâḳi`ah.
Kıyamet koptuğunda kimini alçaltacak ve kimini yükseltecek olan o hadisenin yalan olmadığı ortaya çıkacaktır.
Kıyamet koptuğu zaman,
Kaçınılmaz olay gerçekleştiği zaman,
Olacak vak'a olduğu zaman
O beklenen müthiş olay olduğunda,
O gerçek olan kıyamet gerçekleşince neler olacak neler!..
Olacak vak'a olduğu (kıyamet koptuğu) zaman,
لَيْسَ لِوَقْعَتِهَا كَاذِبَةٌ ﴿٢﴾
Kopacağına dair söylenen sözlerde yalan yok.
Onun vukuuna (gerçekleşmesine artık) yalan diyecek yoktur.
leyse livaḳ`atihâ kâẕibeh.
Kıyamet koptuğunda kimini alçaltacak ve kimini yükseltecek olan o hadisenin yalan olmadığı ortaya çıkacaktır.
Ki onun oluşunu yalanlayacak hiçbir kimse yoktur;
Onun gerçekleşmesini artık yalanlayan çıkmaz.
Onun oluşunu yalanlayacak kimse yoktur.
Yoktur onun oluşunu yalanlayacak.
Zaten onun olmasını yalanlayacak hiçbir delil olamaz. [70,1-2; 6,73]
Onun oluşunu yalanlayacak yoktur.
خَافِضَةٌۭ رَّافِعَةٌ ﴿٣﴾
Halkı alçaltır, yüceltir.
O aşağılatıcı, yücelticidir.
ḫâfiḍatür râfi`ah.
Kıyamet koptuğunda kimini alçaltacak ve kimini yükseltecek olan o hadisenin yalan olmadığı ortaya çıkacaktır.
O, alçaltıcı, yükselticidir.
O alçaltıcıdır, yücelticidir.
O, alçaltıcıdır, yükselticidir.
Kimini alçaltır, kimini yükseltir.
O kimini alçaltır, kimini yüceltir.
O alçaltıcı, yükselticidir (yerleri alt üst eder),
إِذَا رُجَّتِ ٱلْأَرْضُ رَجًّۭا ﴿٤﴾
Yeryüzü şiddetli bir sarsıntıyla sarsılınca.
Yer, şiddetli bir sarsıntıyla sarsıldığı,
iẕâ rucceti-l'arḍu raccâ.
Ey insanlar! Yer sarsıldıkça sarsıldığı, dağlar ufalandıkça ufalanıp da toz duman haline geldiği zaman, siz de üç sınıf olursunuz.
Yer şiddetle sarsıldığı,
Yerin sallanıp sarsılacağı,
Yer şiddetle sarsıldığı
Yerküre bir sarsılışla sarsıldığında,
Yer şiddetle sarsıldığı, [99,1; 22,1]
Yer şiddetliesarsıldığı,
وَبُسَّتِ ٱلْجِبَالُ بَسًّۭا ﴿٥﴾
Ve dağlar, paramparça olunca.
Ve dağlar darmadağın olup ufalandığı,
vebüsseti-lcibâlü bessâ.
Ey insanlar! Yer sarsıldıkça sarsıldığı, dağlar ufalandıkça ufalanıp da toz duman haline geldiği zaman, siz de üç sınıf olursunuz.
Dağlar parçalandığı,
Ve dağların paramparça edileceği zaman,
Dağlar serpildikçe serpildiği
Dağlar bir serpilişle serpildiğinde,
Dağlar darmadağın edilip parçalandığı,
Dağlar serpildikçe serpildiği,
فَكَانَتْ هَبَآءًۭ مُّنۢبَثًّۭا ﴿٦﴾
Dağılmış zerre zerre toz haline gelince.
Derken toz duman halinde dağılıp-savrulduğu,
fekânet hebâem mümbeŝŝâ.
Ey insanlar! Yer sarsıldıkça sarsıldığı, dağlar ufalandıkça ufalanıp da toz duman haline geldiği zaman, siz de üç sınıf olursunuz.
Dağılıp toz duman haline geldiği,
Artık o toz duman haline gelmiştir.
Dağılıp toz duman haline geldiği
Hepsi un-ufak olup dağılmıştır.
Uçuşan toz zerreleri haline geldiği zaman...
Dağılan toz duman haline geldiği
وَكُنتُمْ أَزْوَٰجًۭا ثَلَٰثَةًۭ ﴿٧﴾
Artık üç bölük olursunuz siz.
Ve sizler de üç sınıf olduğunuz zaman;
veküntüm ezvâcen ŝelâŝeh.
Ey insanlar! Yer sarsıldıkça sarsıldığı, dağlar ufalandıkça ufalanıp da toz duman haline geldiği zaman, siz de üç sınıf olursunuz.
Ve sizler de üç sınıf olduğunuz zaman,
Sizler de üç bölüme ayrılırsınız.
Ve sizler üç sınıf olduğunuz zaman
Ve sizler, üç çift/sınıf oluvermişsinizdir.
Sizler de üç sınıfa ayrılırsınız:
Ve sizler üç sınıf olduğunuz zaman;
فَأَصْحَٰبُ ٱلْمَيْمَنَةِ مَآ أَصْحَٰبُ ٱلْمَيْمَنَةِ ﴿٨﴾
Sağ taraf ehli, ama ne de sağ taraf ehli.
İşte o \"Ashab-ı Meymene\", ne (kutludur o) \"Ashab-ı Meymene\".
feaṣḥâbü-lmeymeneti mâ aṣḥâbü-lmeymeneh.
İyi işler işlediklerini belirtmek için, amel defterleri sağdan verilenler; ne mutlu o sağcılara!
Sağdakiler, ne mutlu o sağdakilere!
Mutlular ne kadar da mutludurlar!
Sağın adamları (var ya) ne mutludurlar onlar!
İşte uğur ve mutluluk yâranı. Nedir uğur ve mutluluk yâranı?
Ashab-ı yemin ki ne ashab-ı yemin! Ne mutludur onlar!
Sağın adamları (amel defterleri sağ tarafından verilenler), ne uğurlulardır onlar!
وَأَصْحَٰبُ ٱلْمَشْـَٔمَةِ مَآ أَصْحَٰبُ ٱلْمَشْـَٔمَةِ ﴿٩﴾
Ve sol taraf ehli, ama ne de sol taraf ehli.
\"Ashab-ı Meş'eme\" ne (mutsuz ve uğursuzdur o) \"Ashab-ı Meş'eme\".
veaṣḥâbü-lmeş'emeti mâ aṣḥâbü-lmeş'emeh.
Kötülük işlediklerini belirtmek üzere, amel defterleri soldan verilenler; ne yazık o solculara!
Soldakiler, ne bahtsızdırlar onlar!
Mutsuzlar ne kadar da mutsuzdurlar!
Solun adamları ise ne uğursuzdurlar onlar!
İşte şomluk ve bunalım yâranı. Nedir şomluk ve bunalım yâranı?
Ashab-ı şimal ki ne ashab-ı şimal! Ne bedbahttır onlar!
Solun adamları (amel defterleri sol tarafından verilenler), ne uğursuzlardır onlar!
وَٱلسَّٰبِقُونَ ٱلسَّٰبِقُونَ ﴿١٠﴾
Ve bir de ileri geçenler ki herkesi geçmişlerdir.
Yarışıp öne geçenler de, öne geçmiş öncülerdir.
vessâbiḳûne-ssâbiḳûn.
İyilik işlemekte önde olanlar, karşılıklarını almakta da önde olanlardır.
(Hayırda) önde olanlar, (ecirde de) öndedirler.
Bir de ileri geçen öncü elitler vardır.
Önde olanlar (var ya), onlar öncüdürler.
Ve oluşta önde gidenler, yarışta önde gidenler...
İmanda, fazilette öncüler ki ne öncüler! Onlar herkesi geçerler. [35,32; 3,133; 57,21]
Ve o sabıklar, sabıklar!
أُو۟لَٰٓئِكَ ٱلْمُقَرَّبُونَ ﴿١١﴾
Onlardır mabutlarına yaklaştırılanlar.
İşte onlar, yakınlaştırılmış (mukarreb) olanlardır.
ülâike-lmüḳarrabûn.
Naim cennetlerinde Allah'a en çok yaklaştırılmış olanlar işte bunlardır.
İşte bunlar, (Allah'a) en yakın olanlardır,
Onlar (Tanrı'ya) yaklaştırılanlardır.
İşte o yaklaştırılanlar,
İşte onlardır yaklaştırılanlar.
İşte onlardır Allah'a en yakın olanlar. Naîm cennetlerindedir onlar.
İşte, onlardır (Allah'a) yaklaştırılanlar,
فِى جَنَّٰتِ ٱلنَّعِيمِ ﴿١٢﴾
Naim cennetlerinde.
Nimetlerle-donatılmış cennetler içinde;
fî cennâti-nne`îm.
Naim cennetlerinde Allah'a en çok yaklaştırılmış olanlar işte bunlardır.
Naim cennetlerinde.
Nimet cennetlerinde (bahçelerinde)...
Nimet cennetlerindedirler.
Nimetlerle dolu bahçelerdedirler.
İşte onlardır Allah'a en yakın olanlar. Naîm cennetlerindedir onlar.
Ni'met cennetlerinde.
ثُلَّةٌۭ مِّنَ ٱلْأَوَّلِينَ ﴿١٣﴾
Öncekilerin birçoğu.
Birçoğu geçmiş (ümmet)lerden,
ŝülletüm mine-l'evvelîn.
Onların büyük kısmı eski ümmetlerden, bir kısmı da sonrakilerdendir.
(Onların) çoğu önceki ümmetlerden,
Onların büyük bir kısmı önceki nesillerden,
Çoğu önceki ümmetlerden,
Büyük kısmı öncekilerden,
Çoğu önceki ümmetlerden, biraz da sonrakilerden.
Çoğu öncekilerden,
وَقَلِيلٌۭ مِّنَ ٱلْءَاخِرِينَ ﴿١٤﴾
Sonra gelenlerdense azı onlardan.
Birazı da sonrakilerden.
veḳalîlüm mine-l'âḫirîn.
Onların büyük kısmı eski ümmetlerden, bir kısmı da sonrakilerdendir.
Birazı da sonrakilerdendir.
Küçük bir kısmı da sonraki nesillerdendir.
Birazı da sonrakilerden.
Az bir kısmı da sonrakilerden.
Çoğu önceki ümmetlerden, biraz da sonrakilerden.
Birazı da sonrakilerden (olan bu insanlar),
عَلَىٰ سُرُرٍۢ مَّوْضُونَةٍۢ ﴿١٥﴾
Altınlarla, mücevherlerle bezenmiş tahtlarda otururlar.
'Özenle işlenmiş mücevher' tahtlar üzerindedirler.
`alâ sürurim mevḍûneh.
Mücevheratla işlenmiş tahtlara karşılıklı olarak yaslanırlar.
Cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler,
Lüks mobilyalar üzerinde,
(Onlar) cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler.
Süslü, nakışlı tahtlar üzerinde,
Mücevheratla işlenmiş tahtlara yaslanarak karşılıklı otururlar.
Altın ve cevahirle işlenmiş tahtlar üzerindedirler.
مُّتَّكِـِٔينَ عَلَيْهَا مُتَقَٰبِلِينَ ﴿١٦﴾
Onlara yaslanırlar, birbirlerine karşı.
Karşılıklı yaslanmışlardır.
müttekiîne `aleyhâ müteḳâbilîn.
Mücevheratla işlenmiş tahtlara karşılıklı olarak yaslanırlar.
Onların üzerlerinde karşılıklı olarak oturup yaslanırlar.
Karşılıklı yaslanmışlardır.
Karşılıklı olarak onların üzerinde yaslanırlar.
Onlar üstünde karşılıklı yan gelip yaslanırlar.
Mücevheratla işlenmiş tahtlara yaslanarak karşılıklı otururlar.
Onların üzerinde karşılıklı yaslanırlar.
يَطُوفُ عَلَيْهِمْ وِلْدَٰنٌۭ مُّخَلَّدُونَ ﴿١٧﴾
İhtiyarlamıyan delikanlı hizmetçiler dolaşır etraflarında.
Çevrelerinde ölümsüzlüğe ulaşmış gençler dönüp dolaşır;
yeṭûfü `aleyhim vildânüm müḫalledûn.
Ölümsüz gençler yanlarında, baş ağrısı ve dönmesi vermeyen bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kaseler, ibrikler, kadehler; seçecekleri meyveler, arzulayacakları kuş eti ile dolaşırlar.
Çevrelerinde, (hizmet için) ölümsüz gençler dolaşır;
Onlara ölümsüz gençler servis yaparlar.
Çevrelerinde, ölümsüzlüğe ulaşmış gençler dolaşırlar.
Gencecik uşaklar dolanır çevrelerinde. Sürekli hizmete adanmışlardır.
Etraflarında, cennet şarabından dolu testiler, sürahiler, kadehlerle, ebedîliğe ermiş çocuklar dolaşıp hizmet ederler.
Çevrelerinde, ebedi yaşamağa erdirilmiş gençler dolaşır;
بِأَكْوَابٍۢ وَأَبَارِيقَ وَكَأْسٍۢ مِّن مَّعِينٍۢ ﴿١٨﴾
Kaynağından doldurulmuş şaraplarla dolu taslarla ve ibriklerle ve kadehlerle.
Kaynağından (doldurulmuş) testiler, ibrikler ve kadehler,
biekvâbiv veebârîḳa veke'sim mim me`în.
Ölümsüz gençler yanlarında, baş ağrısı ve dönmesi vermeyen bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kaseler, ibrikler, kadehler; seçecekleri meyveler, arzulayacakları kuş eti ile dolaşırlar.
Main çeşmesinden doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle.
Kaynaktan doldurulmuş bardaklar, sürahiler ve kadehlerle.
Kaynağından doldurulmuş, testiler, ibrikler ve kadehlerle.
Sürahiler, ibrikler ve öz kaynağından içkilerle doldurulmuş kadehler eşliğinde.
Etraflarında, cennet şarabından dolu testiler, sürahiler, kadehlerle, ebedîliğe ermiş çocuklar dolaşıp hizmet ederler.
Akıp giden şarap kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle.
لَّا يُصَدَّعُونَ عَنْهَا وَلَا يُنزِفُونَ ﴿١٩﴾
O şaraptan başları da ağrımaz ve sarhoş da olmazlar.
Ki bundan ne başlarını bir ağrı tutar, ne de kendilerinden geçip akılları çelinir.
lâ yüṣadde`ûne `anhâ velâ yünzifûn.
Ölümsüz gençler yanlarında, baş ağrısı ve dönmesi vermeyen bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kaseler, ibrikler, kadehler; seçecekleri meyveler, arzulayacakları kuş eti ile dolaşırlar.
Bu şaraptan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir.
Ne ara verirler ne de yorulurlar.
Ondan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir.
Ne başları döner ondan ne de akılları karışır.
Bu içkiden ötürü baş ağrısı çekmezler, sarhoş da olmazlar.
(Bir şarap ki) Ondan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir.
وَفَٰكِهَةٍۢ مِّمَّا يَتَخَيَّرُونَ ﴿٢٠﴾
Beğendikleri meyvelerden.
Arzulayıp-seçecekleri meyveler,
vefâkihetim mimmâ yeteḫayyerûn.
Ölümsüz gençler yanlarında, baş ağrısı ve dönmesi vermeyen bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kaseler, ibrikler, kadehler; seçecekleri meyveler, arzulayacakları kuş eti ile dolaşırlar.
(Onlara) beğendikleri meyveler,
Ve beğendikleri meyveler...
Beğendikleri meyvalar,
Ve meyveler, gönüllerince seçtiklerinden.
Bir de... tercih edecekleri meyveler...
Beğendikleri meyva(lar),
وَلَحْمِ طَيْرٍۢ مِّمَّا يَشْتَهُونَ ﴿٢١﴾
İstedikleri kuş etlerinden sunulur onlara.
Canlarının çektiği kuş eti.
velaḥmi ṭayrim mimmâ yeştehûn.
Ölümsüz gençler yanlarında, baş ağrısı ve dönmesi vermeyen bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kaseler, ibrikler, kadehler; seçecekleri meyveler, arzulayacakları kuş eti ile dolaşırlar.
Canlarının çektiği kuş etleri,
Canlarının çektiği kuş etleri...
Canlarının çektiği kuş etleri,
Ve kuş eti iştahlarınca beğendiklerinden.
Canlarının istediği kuş etleri...
Canlarının çektiği kuş et(ler)i,
وَحُورٌ عِينٌۭ ﴿٢٢﴾
Ve onlara kara gözlü huriler de var ki.
Ve iri gözlü huriler,
veḥûrun `în.
İşlediklerine karşılık olarak, sedefteki inciler gibi ceylan gözlüler vardır. Orada boş ve günaha sokacak bir söz duymazlar.
İri gözlü huriler,
Güzel eşler...
İri gözlü hûriler,
Ve genç kadınlar, iri ve siyah gözlü.
Ve gün görmemiş saklı inciler gibi güzel eşler...
İri gözlü huriler,
كَأَمْثَٰلِ ٱللُّؤْلُؤِ ٱلْمَكْنُونِ ﴿٢٣﴾
Sanki haznelerde saklanmış inciler.
Sanki saklı inciler gibi;
keemŝâli-llü'lüi-lmeknûn.
İşlediklerine karşılık olarak, sedefteki inciler gibi ceylan gözlüler vardır. Orada boş ve günaha sokacak bir söz duymazlar.
Saklı inciler gibi.
Korunmuş inciler gibi...
Saklı inciler gibi,
Titizlikle korunan inciler misali;
Ve gün görmemiş saklı inciler gibi güzel eşler...
Saklı inciler gibi;
جَزَآءًۢ بِمَا كَانُوا۟ يَعْمَلُونَ ﴿٢٤﴾
Yaptıklarına karşılık.
Yaptıklarına bir karşılık olmak üzere (onlara sunulur);
cezâem bimâ kânû ya`melûn.
İşlediklerine karşılık olarak, sedefteki inciler gibi ceylan gözlüler vardır. Orada boş ve günaha sokacak bir söz duymazlar.
Yaptıklarına karşılık olarak (verilir).
Yapmış olduklarına bir karşılık olarak verilir.
Yaptıklarına karşılık olarak verilir.
Yaptıklarına karşılık olarak.
Bütün bunlar dünyada yaptıkları güzel işlere mükâfat olarak verilecek.
Yaptıklarına karşılık olarak.
لَا يَسْمَعُونَ فِيهَا لَغْوًۭا وَلَا تَأْثِيمًا ﴿٢٥﴾
Orada boş ve çirkin bir söz de duymazlar, günaha ait bir söz de.
Orada, ne 'saçma ve boş bir söz' işitirler, ne günaha sokma.
lâ yesme`ûne fîhâ lagvev velâ te'ŝîmâ.
Sadece selama karşılık selam sözü işitirler.
Orada boş bir söz ve günaha sokan bir laf işitmezler.
Orada ne bir saçmalık, ne de günaha sokan bir söz işitmezler.
Orada boş bir söz ve günaha sokan bir laf işitmezler.
Ne boş bir laf işitirler orada ne de günaha sokacak bir şey.
Onlar cennette ne boş bir söz, ne de günaha sokan bir laf işitmezler.
Orada ne boş bir söz ve ne de günaha sokan bir laf işitirler.
إِلَّا قِيلًۭا سَلَٰمًۭا سَلَٰمًۭا ﴿٢٦﴾
Ancak, esenlik size, esenlik denir.
Yalnızca bir söz (işitirler:) \"Selam, selam.\"
illâ ḳîlen selâmen selâmâ.
Defterleri sağdan verilenler; ne mutlu o sağcılara!
Söylenen, yalnızca \"selam, selam\" dır.
Sadece, \"Selam, selam,\" derler.
Duydukları söz, yalnız \"selam\", \"selam\" dır.
Sadece \"Selam, selam!\" denir.
İşittikleri söz, hep: “Selâm! selâm!” sesleridir.
Duydukları söz, yalnız \"Selam, selam\" dır.
وَأَصْحَٰبُ ٱلْيَمِينِ مَآ أَصْحَٰبُ ٱلْيَمِينِ ﴿٢٧﴾
Ve sağ taraf ehli, ama ne de sağ taraf ehli.
\"Ashab-ı Yemin\", ne (kutludur o) \"Ashab-ı Yemin.\"
veaṣḥâbü-lyemîni mâ aṣḥâbü-lyemîn.
Onlar dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları, uzamış gölge altında, çağlayarak akan sular kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen bol meyveler arasında; yüksek döşekler üzerindedirler.
Sağdakiler, ne mutlu o sağdakilere!
Sağ tarafta olanlar sağ tarafta olacaklar!
Sağın adamları, nedir o sağın adamları!
Uğur ve mutluluk yâranı. Nedir uğur ve mutluluk yâranı?
Ashab-ı yemin ki ne ashab-ı yemin! Ne mutludur onlar!
Sağın adamları, nedir o sağın adamları!
فِى سِدْرٍۢ مَّخْضُودٍۢ ﴿٢٨﴾
Dikensiz sedir ağaçlarıyla.
Yüklü dalları bükülmüş kiraz (ağaçları),
fî sidrim maḫḍûd.
Onlar dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları, uzamış gölge altında, çağlayarak akan sular kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen bol meyveler arasında; yüksek döşekler üzerindedirler.
Düzgün kiraz ağacı,
Dikensiz meyve ağaçları,
Dalbastı kirazlar,
Dikensiz kirazlar,
Dalbastı kirazlar,
(Onlar) Dikensiz kirazlar,
وَطَلْحٍۢ مَّنضُودٍۢ ﴿٢٩﴾
Ve meyveleri birbirine yaslanıp istiflenmiş muz ağaçlarıyla dolu bir yerdedir onlar.
Üstüste dizili meyveleri sarkmış muz ağaçları,
veṭalḥim menḍûd.
Onlar dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları, uzamış gölge altında, çağlayarak akan sular kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen bol meyveler arasında; yüksek döşekler üzerindedirler.
Meyveleri salkım salkım dizili muz ağaçları,
Salkımları sarkmış muz ağaçları,
Meyva dizili muzlar,
Meyve dizili muz ağaçları,
Dolgun salkımlı muzlar,
(Kökünden tepesine kadar) meyva dizili muzlar,
وَظِلٍّۢ مَّمْدُودٍۢ ﴿٣٠﴾
Ve uzayıp giden bir gölgelik.
Yayılıp-uzanmış gölgeler,
veżillim memdûd.
Onlar dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları, uzamış gölge altında, çağlayarak akan sular kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen bol meyveler arasında; yüksek döşekler üzerindedirler.
Uzamış gölgeler,
Uzamış gölgeler,
Uzamış gölgeler,
Uzayan gölgeler,
Yayılmış gölgeler... [4,57; 13,35; 77,41]
Uzamış gölge(ler),
وَمَآءٍۢ مَّسْكُوبٍۢ ﴿٣١﴾
Ve çağlayaçağlaya akan sular.
Durmaksızın akan su(lar);
vemâim meskûb.
Onlar dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları, uzamış gölge altında, çağlayarak akan sular kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen bol meyveler arasında; yüksek döşekler üzerindedirler.
Çağlayarak akan sular,
Fışkıran sular,
Fışkıran sular.
Akıp dökülen sular,
Şarıl şarıl akan sular... [47,15]
Fışkıran sular,
وَفَٰكِهَةٍۢ كَثِيرَةٍۢ ﴿٣٢﴾
Ve birçok meyveler.
Ve (daha) birçok meyveler arasında,
vefâkihetin keŝîrah.
Onlar dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları, uzamış gölge altında, çağlayarak akan sular kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen bol meyveler arasında; yüksek döşekler üzerindedirler.
Sayısız meyveler içindedirler;
Ve bol meyveler içindedirler.
Pek çok meyva arasında,
Birçok meyveler arasındadırlar.
Tükenmeyen, eksilmeyen, hiçbir surette esirgenmeyen birçok meyveler içindedirler.
Pek çok mevya arasında;
لَّا مَقْطُوعَةٍۢ وَلَا مَمْنُوعَةٍۢ ﴿٣٣﴾
Ne biter, zamanları geçer, ne yiyene yeme denir, yeter.
Kesilip-eksilmeyen ve yasaklanmayan (meyveler).
lâ maḳṭû`ativ velâ memnû`ah.
Onlar dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları, uzamış gölge altında, çağlayarak akan sular kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen bol meyveler arasında; yüksek döşekler üzerindedirler.
Tükenmeyen ve yasaklanmayan.
Bunlar ne tükenirler, ne de yasak edilirler!
Tükenmeyen ve yasaklanmayan
Ne tükenir ne yasaklanır.
Tükenmeyen, eksilmeyen, hiçbir surette esirgenmeyen birçok meyveler içindedirler.
Tükenmeyen ve yasaklanmayan!
وَفُرُشٍۢ مَّرْفُوعَةٍ ﴿٣٤﴾
ve yüksek döşekler.
Yükseklere-kurulmuş döşekler (sedirler).
vefüruşim merfû`ah.
Onlar dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları, uzamış gölge altında, çağlayarak akan sular kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen bol meyveler arasında; yüksek döşekler üzerindedirler.
Ve kabartılmış döşekler üstündedirler.
Ve onlar yükseltilmiş mobilyalar üzerindedirler.
Ve yükseltilmiş döşekler üstündedirler.
Yükseğe yerleştirilmiş döşekler içinde.
Onlara, pek değerli eşler de verdik. Biz o eşleri, yepyeni bir yaratılışla yaratıp, sûret ve sîretlerini son derece güzelleştirdik.
Ve yükseltilmiş döşekler üstündedirler.
إِنَّآ أَنشَأْنَٰهُنَّ إِنشَآءًۭ ﴿٣٥﴾
Şüphe yok ki biz, onların eşlerini de yeniden yarattık.
Gerçek şu ki, Biz onları yeni bir inşa (yaratma) ile inşa edip-yarattık.
innâ enşe'nâhünne inşââ.
Biz ceylan gözlüleri, defterleri sağdan verilenler için yeniden yaratmışızdır; onları bakire, eşlerine düşkün ve hepsini bir yaşta kılmışızdır.
Gerçekten biz hurileri apayrı biçimde yeni yarattık.
Biz kadınları yeniden biçimlendirdik.
Biz kadınları yeniden inşa ettik (yarattık).
Biz kadınları da güzel bir biçimde yeniden yaratmış,
Onlara, pek değerli eşler de verdik. Biz o eşleri, yepyeni bir yaratılışla yaratıp, sûret ve sîretlerini son derece güzelleştirdik.
Biz (oradaki) kadınları da yeniden bir güzel inşa' etmişiz,
فَجَعَلْنَٰهُنَّ أَبْكَارًا ﴿٣٦﴾
Onları, kız oğlan kız olarak halkettik.
Onları hep bakireler olarak kıldık,
fece`alnâhünne ebkârâ.
Biz ceylan gözlüleri, defterleri sağdan verilenler için yeniden yaratmışızdır; onları bakire, eşlerine düşkün ve hepsini bir yaşta kılmışızdır.
Onları, bakireler kıldık.
Onları, gençleştirdik.
Onları bâkireler yaptık.
Hepsini bakireler yapmışızdır,
Böylece onları, ashab-ı yemin için bakire kızlar, kocalarına âşık yaşıtlar kıldık.
Onları bakireler yapmışızdır.
عُرُبًا أَتْرَابًۭا ﴿٣٧﴾
Cilveli, şirin sözlü, eşlerine aşık ve onlarla yaşıt kıldık.
Eşlerine sevgiyle tutkun (ve) hep yaşıt,
`uruben etrâbâ.
Biz ceylan gözlüleri, defterleri sağdan verilenler için yeniden yaratmışızdır; onları bakire, eşlerine düşkün ve hepsini bir yaşta kılmışızdır.
Eşlerine düşkün ve yaşıt.
Mükemmel biçimde eşlenmişlerdir.
Hep yaşıt sevgililer,
Yaşıt cilveli dilberler halinde,
Böylece onları, ashab-ı yemin için bakire kızlar, kocalarına âşık yaşıtlar kıldık.
Hep yaşıt sevgililer;
لِّأَصْحَٰبِ ٱلْيَمِينِ ﴿٣٨﴾
Sağ taraf ehli için.
\"Ashab-ı Yemin\" olanlar için.
liaṣḥâbi-lyemîn.
Biz ceylan gözlüleri, defterleri sağdan verilenler için yeniden yaratmışızdır; onları bakire, eşlerine düşkün ve hepsini bir yaşta kılmışızdır.
Bütün bunlar sağdakiler içindir..
Sağ tarafta olanlar içindir.
Sağın adamları içindir.
Uğur ve mutluluk yâranı için.
Böylece onları, ashab-ı yemin için bakire kızlar, kocalarına âşık yaşıtlar kıldık.
Sağın adamları için.
ثُلَّةٌۭ مِّنَ ٱلْأَوَّلِينَ ﴿٣٩﴾
Onlarda, evvelkilerden de birçok topluluk var.
(Bunların) Birçoğu geçmiş (ümmet)lerden,
ŝülletüm mine-l'evvelîn.
Bunların bir kısmı eski ümmetlerden, bir kısmı da sonrakilerdendir.
Bunların birçoğu önceki ümmetlerdendir.
Onların bir çoğu önceki nesillerdendir.
Bir çoğu öncekilerdendir.
Bir bölümü öncekilerden.
Birçoğu önceki ümmetlerden, birçoğu da sonrakilerden.
(Bu sağcıların) Bir bölümü öncekilerdendir,
وَثُلَّةٌۭ مِّنَ ٱلْءَاخِرِينَ ﴿٤٠﴾
Ve sonra gelenlerden de birçok topluluk.
Birçoğu da sonrakilerdendir.
veŝülletüm mine-l'âḫirîn.
Bunların bir kısmı eski ümmetlerden, bir kısmı da sonrakilerdendir.
Birçoğu da sonrakilerdendir.
Onların bir çoğu da sonraki nesillerdendir.
Bir çoğu da sonrakilerdendir.
Bir bölümü de sonrakilerden.
Birçoğu önceki ümmetlerden, birçoğu da sonrakilerden.
Bir bölümü de sonrakilerdendir.
وَأَصْحَٰبُ ٱلشِّمَالِ مَآ أَصْحَٰبُ ٱلشِّمَالِ ﴿٤١﴾
Ve sol taraf ehli, ama ne de sol taraf ehli.
\"Ashab-ı Şimal\", ne (mutsuzdur o) \"Ashab-ı Şimal.\"
veaṣḥâbü-şşimâli mâ aṣḥâbü-şşimâl.
Defterleri soldan verilenler; ne yazık o solculara!
Soldakiler; ne yazık o soldakilere!
Sol tarafta bulunanlar, sol tarafta olacaklardır.
Solun adamları, nedir o solcular!
Ve şomluk ve uğursuzluk yâranı. Nedir şomluk ve uğursuzluk yâranı?
Ashab-ı şimal ki ne ashab-ı şimal! Ne bedbahttır onlar!
Solun adamları (amel defterleri, sol tarafından verilenler), nedir o solcular!
فِى سَمُومٍۢ وَحَمِيمٍۢ ﴿٤٢﴾
Onlar, iliklere kadar işleyen bir sam yeli içinde, kaynar sular içmedeler.
Hücrelere işleyen kavurucu bir sıcaklık ve kaynar su,
fî semûmiv veḥamîm.
İnsanın içine işleyen bir sıcaklık ve kaynar su içinde, serinliği ve hoşluğu olmayan kara bir dumanın gölgesinde bulunurlar.
İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar su içinde,
İşleyen ve kaynayan bir azap içindedirler.
İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar şu içinde,
İliklere işleyen bir ateş ve kaynar su içinde,
Onlar kızgın ateşte ve kaynar sularda...
(Onlar) Delikçiklere işleyen bir ateş ve kaynar su içinde,
وَظِلٍّۢ مِّن يَحْمُومٍۢ ﴿٤٣﴾
Ve karardıkça kararan bir dumanın gölgesindeler.
Ve kapkara dumandan bir gölge içindedirler.
veżillim miy yaḥmûm.
İnsanın içine işleyen bir sıcaklık ve kaynar su içinde, serinliği ve hoşluğu olmayan kara bir dumanın gölgesinde bulunurlar.
Kapkara dumandan bir gölge altındadırlar;
Sıcak gölgeler altındadırlar.
Kapkara dumandan bir gölge altındadırlar.
Simsiyah bir gölge altındadırlar.
Ne serin, ne de faydalı olmayan, kapkara duman tabakası altındadırlar. [77,29-34]
Kara dumandan bir gölge altında,
لَّا بَارِدٍۢ وَلَا كَرِيمٍ ﴿٤٤﴾
Ne bir serinlik var, ne bir güzellik var.
Ki o, ne serindir, ne ferahlatıcı (kerim).
lâ bâridiv velâ kerîm.
İnsanın içine işleyen bir sıcaklık ve kaynar su içinde, serinliği ve hoşluğu olmayan kara bir dumanın gölgesinde bulunurlar.
Serin ve hoş olmayan.
Ne soğuktur, ne de yararlı.
Ki ne serindir, ne de faydalı.
Ne serindir ne de cömert.
Ne serin, ne de faydalı olmayan, kapkara duman tabakası altındadırlar. [77,29-34]
Ki ne serindir, ne faydalı.
إِنَّهُمْ كَانُوا۟ قَبْلَ ذَٰلِكَ مُتْرَفِينَ ﴿٤٥﴾
Bundan önce onlar, nimetler içindeydi.
Çünkü onlar, bundan önce varlık içinde şımartılmış olanlardı.
innehüm kânû ḳable ẕâlike mütrafîn.
Çünkü onlar, bundan önce, dünyada, nimet içinde bulunurlar iken, büyük günah işlemekte direnir dururlardı.
Çünkü onlar bundan önce varlık içinde sefahete dalmışlardı.
Bundan önce onlar konfor içinde şımarmışlardı.
Çünkü onlar bundan önce varlık içinde sefâhete dalmışlardı.
Çünkü şomluk yâranı, bundan önce servet ve refahla şımaranlardı.
Çünkü onlar dünyada iken refah içinde şımarırlardı.
Çünkü onlar bundan önce varlık içinde şımartılmışlardı.
وَكَانُوا۟ يُصِرُّونَ عَلَى ٱلْحِنثِ ٱلْعَظِيمِ ﴿٤٦﴾
Ve büyük günahları yapmada ısrar ederlerdi.
Onlar, büyük günah üzerinde ısrarlı davrananlardı.
vekânû yüṣirrûne `ale-lḥinŝi-l`ażîm.
Çünkü onlar, bundan önce, dünyada, nimet içinde bulunurlar iken, büyük günah işlemekte direnir dururlardı.
Büyük günahı işlemekte direnir dururlardı.
Büyük günahı işlemekte direniyorlardı.
Büyük günahı işlemekte ısrar ediyorlardı.
O büyük günah üzerinde ısrar edip dururlardı.
O en büyük günahta, şirkte ısrar ederlerdi.
Büyük günahı işlemekte ısrar ediyorlardı.
وَكَانُوا۟ يَقُولُونَ أَئِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًۭا وَعِظَٰمًا أَءِنَّا لَمَبْعُوثُونَ ﴿٤٧﴾
Ve biz derlerdi, ölüp bir yığın toprak ve kemik olduktan sonra mı dirileceğiz?
Ve derlerdi ki: \"Biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuzda mı, gerçekten biz mi diriltilecekmişiz?\"
vekânû yeḳûlûne eiẕâ mitnâ vekünnâ türâbev ve`iżâmen einnâ lemeb`ûŝûn.
Şöyle söylerlerdi: \"Öldüğümüzde, toprak ve kemik yığını olduğumuzda mı, biz mi tekrar dirileceğiz?\"
Ve diyorlardı ki: Biz öldükten, toprak ve kemik yığını haline geldikten sonra, biz mi bir daha diriltileceğiz?
Diyorlardı ki, \"Biz öldükten, toz ve kemiğe dönüştükten sonra mı diriltileceğiz?\"
Ve diyorlardı ki: \"Biz ölüp, toprak ve kemik yığını olduktan sonra, biz mi bir daha diriltileceğiz?\"
Ve şöyle derlerdi: \"Ölünce mi, toprak ve kemik haline gelince mi, sahi o zaman mı yeniden diriltileceğiz?\"
Ve derlerdi ki: “Ölüp toprak olduktan ve çürümüş kemik haline geldikten sonra mı biz diriltilecekmişiz? Gelip geçmiş atalarımız da mı?”
Ve diyorlardı ki: \"Biz öldükten, toprak ve kemik yığını olduktan sonra, biz mi bir daha diriltileceğiz?\"
أَوَءَابَآؤُنَا ٱلْأَوَّلُونَ ﴿٤٨﴾
Yoksa önceden gelip geçen atalarımız mı dirilecek?
\"Önceden gelip-geçmiş atalarımız da mı?\"
eveâbâüne-l'evvelûn.
\"Önce gelip geçmiş babalarımız da mı?\"
Önceki atalarımız da mı?
\"Önceki atalarımız da mı?\"
\"Önceki atalarımızda mı?\"
\"Önceki atalarımız da mı?\"
Ve derlerdi ki: “Ölüp toprak olduktan ve çürümüş kemik haline geldikten sonra mı biz diriltilecekmişiz? Gelip geçmiş atalarımız da mı?”
Önceki atalarımız da mı?
قُلْ إِنَّ ٱلْأَوَّلِينَ وَٱلْءَاخِرِينَ ﴿٤٩﴾
De ki: Şüphe yok, öncekiler de, sonra gelenler de.
De ki: \"Şüphesiz, öncekiler de ve sonrakiler de.\"
ḳul inne-l'evvelîne vel'âḫirîn.
De ki: \"Şüphesiz öncekiler de, sonrakiler de belli bir günün belirli bir vaktinde toplanacaklardır.\"
De ki: Hem öncekiler hem de sonrakiler,
De ki, \"Öncekiler de, sonrakiler de.\"
De ki: \"Öncekiler ve sonrakiler\"
De ki: \"Öncekiler de sonrakiler de.\"
De ki: “Öncekiler de, sonrakiler de belli bir günün, belli vaktinde mutlaka toplanacaksınız.” [11,103-105]
De ki: \"Öncekiler de sonrakiler de.\"
لَمَجْمُوعُونَ إِلَىٰ مِيقَٰتِ يَوْمٍۢ مَّعْلُومٍۢ ﴿٥٠﴾
Elbette bilinen günün muayyen ve mukadder vaktinde toplanacaksınız.
\"Bilinen bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır.\"
lemecmû`ûne ilâ mîḳâti yevmim ma`lûm.
De ki: \"Şüphesiz öncekiler de, sonrakiler de belli bir günün belirli bir vaktinde toplanacaklardır.\"
Belli bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır!
\"Bilinen günün buluşma anı için toplanacaklardır.\"
\"Belli bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır.\"
Bilinen bir günün buluşma vakti/buluşma yerinde mutlaka bir araya getirileceklerdir.
De ki: “Öncekiler de, sonrakiler de belli bir günün, belli vaktinde mutlaka toplanacaksınız.” [11,103-105]
Belli bir günün buluşma vakti için mutlaka toplanacaklardır.
ثُمَّ إِنَّكُمْ أَيُّهَا ٱلضَّآلُّونَ ٱلْمُكَذِّبُونَ ﴿٥١﴾
Sonra da siz ey yalanlayan sapıklar, şüphe yok ki.
Sonra gerçekten siz, ey sapık olan yalanlayıcılar,
ŝümme inneküm eyyühe-ḍḍâllûne-lmükeẕẕibûn.
Sonra, siz ey sapıklar, yalanlayanlar!
Sonra siz ey sapıklar, yalancılar!
\"Sonra da siz, ey sapıtmışlar, ey yalanlayıcılar,\"
Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar!
Ve siz de ey sapık yalanlayıcılar!
Sonra siz ey yoldan sapanlar ve hak dini yalan sayanlar!
Sonra siz de, ey sapık yalanlayıcılar (o zaman toplanacaksınız).
لَءَاكِلُونَ مِن شَجَرٍۢ مِّن زَقُّومٍۢ ﴿٥٢﴾
Zakkum ağacının meyvesinden yiyeceksiniz elbet.
Şüphesiz zakkum olan bir ağaçtan yiyeceksiniz.
leâkilûne min şecerim min zeḳḳûm.
Doğrusu bir zakkum ağacından yiyeceksiniz.
Elbette bir ağaçtan, zakkum ağacından yiyeceksiniz.
\"Zakkum ağacından yiyeceksiniz.\"
Elbette bir ağaçtan, zakkum ağacından yiyeceksiniz.
Zakkumdan bir ağaçtan mutlaka yiyeceksiniz/yiyecekler.
Zakkum ağacının meyvesinden yiyecek,
(Suçlular) Mutlaka bir Zakkum ağacından yiyecekler,
فَمَالِـُٔونَ مِنْهَا ٱلْبُطُونَ ﴿٥٣﴾
Derken karınlar, dolup şişecek.
Böylece karınları(nızı) ondan dolduracaksınız.
femâliûne minhe-lbüṭûn.
Karınlarınızı onunla dolduracaksınız;
Karınlarınızı ondan dolduracaksınız.
\"Onunla karnınızı dolduracaksınız.\"
Karınlarınızı hep onunla dolduracaksınız.
Karınları dolduracaklar ondan,
Karınlarınızı onunla dolduracak,
Onunla karınları(nı) dolduracaklar,
فَشَٰرِبُونَ عَلَيْهِ مِنَ ٱلْحَمِيمِ ﴿٥٤﴾
Derken üstüne, kaynar su içeceksiniz.
Onun üzerine de alabildiğine kaynar sudan içeceksiniz.
feşâribûne `aleyhi mine-lḥamîm.
Onun üzerine kaynar su içeceksiniz;
Üstüne de kaynar sudan içeceksiniz.
\"Ve üzerine kaynar su içeceksiniz.\"
Üstüne de kaynar su içeceksiniz.
Üzerine içecekler kaynar sudan,
Üstüne de kaynar su içeceksiniz!
Üzerine de kaynar su içeceklerdir.
فَشَٰرِبُونَ شُرْبَ ٱلْهِيمِ ﴿٥٥﴾
Derken susuzluk illetine uğrayıp içecekiçecek de kanmayacaksınız.
Üstelik 'içtikçe susayan hasta develerin' içişi gibi içeceksiniz.
feşâribûne şürbe-lhîm.
Hem de susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz;
Susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz.
\"Susamış devenin içişi gibi içeceksiniz.\"
Susuzluk illetine tutulmuş develerin içişi gibi içeceksiniz.
Susuzluktan çıkmış develerin içişi gibi içecekler.
Hem de susamış develerin suya saldırışı gibi saldırarak içeceksiniz.
Susuzluk hastalığına tutulmuş develerin içişi gibi içeceklerdir!
هَٰذَا نُزُلُهُمْ يَوْمَ ٱلدِّينِ ﴿٥٦﴾
Budur ceza günü ziyafetleri.
İşte bu, onların din (hesap ve ceza) gününde şölenleridir.
hâẕâ nüzülühüm yevme-ddîn.
İşte onlara, ceza günü sunulacak konukluk budur.
İşte ceza gününde onlara sunulacak ziyafet budur!
Yargı gününde işte böyle ağırlanacaklardır.
İşte ceza gününde onlara sunulacak ziyafet budur.
Din gününde ağırlanışları böyledir.
İşte hesap gününde onlara ikram edilecek ziyafet! [18,107]
İşte ceza gününde onların ağırlanışı böyledir.
نَحْنُ خَلَقْنَٰكُمْ فَلَوْلَا تُصَدِّقُونَ ﴿٥٧﴾
Biz yarattık sizi, hala mı gerçeklemezsiniz?
Sizleri Biz yarattık, yine de tasdik etmeyecek misiniz?
naḥnü ḫalaḳnâküm felevlâ tüṣaddiḳûn.
Sizi yaratan Biziz; hala tasdik etmez misiniz?
Sizi biz yarattık. Tasdik etmeniz gerekmez mi?
Sizi biz yarattık, doğrulamanız gerekmez miydi?
Biz sizi yarattık; tasdik etmeniz gerekmez mi?
Sizi biz yarattık, biz! Tasdik etseydiniz olmaz mıydı?
Sizi yaratan Biz'iz, hâlâ bu gerçeği ikrar ve tasdik etmeyecek misiniz?
Biz sizi yarattık; doğrulamanız gerekmez mi?
أَفَرَءَيْتُم مَّا تُمْنُونَ ﴿٥٨﴾
Görmez misiniz rahimlere döktüğüm bir katre suyu?
Şimdi (rahimlere) dökmekte olduğunuz meniyi gördünüz mü?
eferaeytüm mâ tümnûn.
Söyleyin; akıttığınız meniden insanı yaratan siz misiniz, yoksa Biz mi yaratmaktayız?
Söyleyin öyleyse, (rahimlere) döktüğünüz meni nedir?
Attığınız meniye dikkat ettiniz mi?
Attığınız meniyi gördünüz mü?
Akıttığınız meniyi gördünüz mü?
Şimdi düşünsenize o akıttığınız meniyi! Onu yaratıp insan haline getiren siz misiniz, yoksa Biz miyiz?
Akıttığınız meniyi gördünüz mü?
ءَأَنتُمْ تَخْلُقُونَهُۥٓ أَمْ نَحْنُ ٱلْخَٰلِقُونَ ﴿٥٩﴾
Siz mi yaratıyorsunuz onu, yoksa biz mi yaratmadayız?
Onu sizler mi yaratıyorsunuz, yoksa Yaratıcı Biz miyiz?
eentüm taḫlüḳûnehû em naḥnü-lḫâliḳûn.
Söyleyin; akıttığınız meniden insanı yaratan siz misiniz, yoksa Biz mi yaratmaktayız?
Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz?
Siz mi onu yaratıyorsunuz, yoksa biz mi yaratıyoruz?
Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz?
Siz mi yaratıyorsunuz onu, yoksa yaratıcılar bizler miyiz?
Şimdi düşünsenize o akıttığınız meniyi! Onu yaratıp insan haline getiren siz misiniz, yoksa Biz miyiz?
Siz mi onu yaratıyorsunuz, yoksa yaratıcılar biz miyiz?
نَحْنُ قَدَّرْنَا بَيْنَكُمُ ٱلْمَوْتَ وَمَا نَحْنُ بِمَسْبُوقِينَ ﴿٦٠﴾
Biz takdir ettik aranızda ölümü ve kimse geçemez önümüze bizim.
Sizin aranızda ölümü takdir eden Biziz ve Bizim önümüze geçilmiş değildir;
naḥnü ḳaddernâ beynekümü-lmevte vemâ naḥnü bimesbûḳîn.
Ölümü aranızda Biz tayin ettik; sizi ortadan kaldırıp benzerlerinizi yerinize getirmeyi, sizi bilmediğiniz şekilde var etmeyi dilesek kimse önümüze geçemez.
Aranızda ölümü takdir eden biziz. Ve biz, önüne geçilebileceklerden değiliz.
Aranızda ölümünüzü önceden biz belirledik. Kimse bizi engelleyemez:
Aranızda ölümü takdir eden biziz ve bizim önümüze geçilmez.
Ölümü aranızda biz takdir ettik. Biz önüne geçilecekler değiliz.
Aranızda ölümü Biz takdir ettik. Sizi yok edip yerinize benzerlerinizi getirmeyi ve sizi bilemeyeceğiniz bir biçimde ve vasıfta yaratmayı dilersek, Bize mani olacak hiçbir güç yoktur.
Aranızda ölümü takdir eden biziz ve bizim önümüze geçilmiş değildir (kimse ölüme engel olamaz).
عَلَىٰٓ أَن نُّبَدِّلَ أَمْثَٰلَكُمْ وَنُنشِئَكُمْ فِى مَا لَا تَعْلَمُونَ ﴿٦١﴾
Sizin gibi bir topluluk yaratıp yerinize geçirmek istersek ve sizi de, bilmediğiniz bir şekle döndürmeyi dilersek.
(Yerinize) Benzerlerinizi getirip-değiştirme ve sizi şimdi bilemeyeceğiniz bir şekilde-inşa etme konusunda.
`alâ en nübeddile emŝâleküm venünşieküm fî mâ lâ ta`lemûn.
Ölümü aranızda Biz tayin ettik; sizi ortadan kaldırıp benzerlerinizi yerinize getirmeyi, sizi bilmediğiniz şekilde var etmeyi dilesek kimse önümüze geçemez.
Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir alemde tekrar var edelim diye (ölümü takdir ettik).
Sizi başka nesillerle değiştirmekten, yahut sizi bilmediğiniz bir biçimde yaratmaktan....
Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir yaratılışta tekrar var edelim diye (böyle yapıyoruz).
Yerinize diğer benzerlerinizi getireceğiz ve sizi bilemeyeceğiniz bir şekilde yeniden oluşturacağız.
Aranızda ölümü Biz takdir ettik. Sizi yok edip yerinize benzerlerinizi getirmeyi ve sizi bilemeyeceğiniz bir biçimde ve vasıfta yaratmayı dilersek, Bize mani olacak hiçbir güç yoktur.
(Size böyle ölümü takdir ettik) Ki sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi, bilmediğiniz bir biçimde yeniden inşa' edelim.
وَلَقَدْ عَلِمْتُمُ ٱلنَّشْأَةَ ٱلْأُولَىٰ فَلَوْلَا تَذَكَّرُونَ ﴿٦٢﴾
Ve andolsun ki ilk yaratılışı biliyorsunuz, biliyorsunuz da ne diye düşünmüyorsunuz?
Andolsun, ilk inşa (yaratma)yı bildiniz; ama öğüt alıp-düşünmeniz gerekmez mi?
veleḳad `alimtümü-nneş'ete-l'ûlâ felevlâ teẕekkerûn.
And olsun ki, ilk yaratmayı bilirsiniz, yine de düşünmez misiniz?
Andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi?
İlk yaratılışı biliyorsunuz. Öğüt almalı değil misiniz?
Andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi?
Yemin olsun, ilk yaratışı/yaratılışı bildiniz. Peki düşünüp ibret alsanız olmaz mı?
Siz ilk yaratmayı pek iyi biliyorsunuz, artık düşünüp ibret almanız gerekmez mi? [30,27; 19,67; 36,77-79; 75,36-40]
Andolsun, ilk yaratmayı bildiniz, (bunu) düşünüp ibret almanız gerekmez mi?
أَفَرَءَيْتُم مَّا تَحْرُثُونَ ﴿٦٣﴾
Görmez misiniz ektiğiniz tohumu?
Şimdi ekmekte olduğunuz (tohum)u gördünüz mü?
eferaeytüm mâ taḥruŝûn.
Söyleyin, ektiklerinizi yerden bitirenler sizler misiniz, yoksa Biz mi bitiriyoruz?
Şimdi bana, ektiğinizi haber verin.
Ektiğinize dikkat ettiniz mi?
Ektiğinizi gördünüz mü?
Ekmekte olduğunuzu gördünüz mü?
Ektiğiniz tohuma baksanıza! Siz mi onu yetiştiriyorsunuz Biz mi?
Ektiğinizi gördünüz mü?
ءَأَنتُمْ تَزْرَعُونَهُۥٓ أَمْ نَحْنُ ٱلزَّٰرِعُونَ ﴿٦٤﴾
Siz mi bitiriyorsunuz onu, yoksa biz mi bitirmedeyiz?
Onu sizler mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren Biz miyiz?
eentüm tezra`ûnehû em naḥnü-zzâri`ûn.
Söyleyin, ektiklerinizi yerden bitirenler sizler misiniz, yoksa Biz mi bitiriyoruz?
Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz?
Siz mi onu yetiştiriyorsunuz, yoksa biz mi?
Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz?
Siz mi bitiriyorsunuz onu, yoksa bitirenler bizler miyiz?
Ektiğiniz tohuma baksanıza! Siz mi onu yetiştiriyorsunuz Biz mi?
Siz mi onu bitiyorsunuz, yoksa bitirenler biz miyiz?
لَوْ نَشَآءُ لَجَعَلْنَٰهُ حُطَٰمًۭا فَظَلْتُمْ تَفَكَّهُونَ ﴿٦٥﴾
Dilersek elbette onu kurutup çerçöp haline getirirdik de şaşırırkalır, nadim olurdururdunuz.
Eğer dilemiş olsaydık, gerçekten onu bir ot kırıntısı kılardık; böylelikle şaşar-kalırdınız.
lev neşâü lece`alnâhü ḥuṭâmen feżaltüm tefekkehûn.
Dilersek Biz onu çerçöp yaparız, şaşar kalırsınız; \"Doğrusu borç altına girdik, hatta yoksun kaldık\".
Dileseydik onu kuru bir çöp yapardık da şaşar kalırdınız.
Dileseydik onu samana çevirirdik de siz şaşardınız:
Dileseydik, onu kuru bir çöp yapardık. Hayret eder dururdunuz.
Dileseydik, onu kuru bir çöp haline getirirdik de başlardınız şu şekilde gevelemeye:
Eğer isteseydik onu kuru çöp haline getirirdik, siz de şaşıp kalır, pişman olurdunuz:
Dileseydik, onu kuru bir çöp yapardık, sızlanıp dururdunuz:
إِنَّا لَمُغْرَمُونَ ﴿٦٦﴾
Gerçekten de biz derdiniz, ziyan ettik.
(Şöyle de sızlanırdınız:) \"Doğrusu biz, ağır bir borç altına girip-zorlandık.\"
innâ lemugramûn.
Dilersek Biz onu çerçöp yaparız, şaşar kalırsınız; \"Doğrusu borç altına girdik, hatta yoksun kaldık\".
\"Doğrusu borç altına girdik.
\"Borca girdik.\"
\"Doğrusu borç altına girdik.\"
\"Vallahi, kayba uğrayıp borçlandık.\"
“Eyvah! Emeklerimiz boşa gitti.”
Biz borçlandık, (yaptığmız masraflar boşa gitti)!
بَلْ نَحْنُ مَحْرُومُونَ ﴿٦٧﴾
Hayır, biz mahrum olduk.
\"Hayır, biz büsbütün yoksun bırakıldık.\"
bel naḥnü maḥrûmûn.
Dilersek Biz onu çerçöp yaparız, şaşar kalırsınız; \"Doğrusu borç altına girdik, hatta yoksun kaldık\".
Daha doğrusu, biz yoksul kaldık\" (derdiniz).
\"Doğrusu, yoksun bırakıldık.\"
\"Doğrusu, biz yoksul bırakıldık\" (derdiniz).
\"Doğrusu mahrum bırakıldık biz.\"
Hatta doğrusu biz rızıktan mahrum kaldık, sefalete mahkûm olduk.” derdiniz.
Doğrusu, biz yoksun bırakıldık! (derdiniz).
أَفَرَءَيْتُمُ ٱلْمَآءَ ٱلَّذِى تَشْرَبُونَ ﴿٦٨﴾
Görmez misiniz içtiğiniz suyu?
Şimdi siz, içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü?
eferaeytümü-lmâe-lleẕî teşrabûn.
Söyleyin; içtiğiniz suyu buluttan indirenler sizler misiniz yoksa onu Biz mi indiririz?
Ya içtiğiniz suya ne dersiniz?
İçmekte olduğunuz suya dikkat ettiniz mi?
İçtiğiniz suya baktınız mı?
Şu içmekte olduğunuz suya baktınız mı?
Peki içtiğiniz suya ne dersiniz?
İçtiğiniz suya baktınız mı?
ءَأَنتُمْ أَنزَلْتُمُوهُ مِنَ ٱلْمُزْنِ أَمْ نَحْنُ ٱلْمُنزِلُونَ ﴿٦٩﴾
Siz mi yağdırıyorsunuz onu buluttan, yoksa biz mi yağdırmadayız?
Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa indiren Biz miyiz?
eentüm enzeltümûhü mine-lmüzni em naḥnü-lmünzilûn.
Söyleyin; içtiğiniz suyu buluttan indirenler sizler misiniz yoksa onu Biz mi indiririz?
Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz?
Onu bulutlardan siz mi indiriyorsunuz, yoksa biz mi?
Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz?
Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indirenler bizler miyiz?
Onu buluttan siz mi indirdiniz, yoksa Biz mi?
Siz mi onu buluttan indirdiniz, yoksa indirenler biz miyiz?
لَوْ نَشَآءُ جَعَلْنَٰهُ أُجَاجًۭا فَلَوْلَا تَشْكُرُونَ ﴿٧٠﴾
Dileseydik onu tuzlu, acı bir su haline getirirdik, hala mı şükretmezsiniz?
Eğer dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık; şükretmeniz gerekmez mi?
lev neşâü ce`alnâhü ücâcen felevlâ teşkürûn.
Dileseydik onu acılaştırırdık; hala şükretmez misiniz?
Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?
Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmez misiniz?
Dileseydik onu tuzlu yapardık. O halde şükretseniz ya!
Dileseydik, onu tuzlu yapıverirdik. Peki şükretmeniz gerekmez mi?
Dileseydik onu tuzlu da yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?
Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şüketmeniz gerekmez mi?
أَفَرَءَيْتُمُ ٱلنَّارَ ٱلَّتِى تُورُونَ ﴿٧١﴾
Görmez misiniz çakmakla çakıp yaktığınız ateşi?
Şimdi yakmakta olduğunuz ateşi gördünüz mü?
eferaeytümü-nnâra-lletî tûrûn.
Söyleyin; yaktığınız ateşin ağacını var eden sizler misiniz, yoksa onu Biz mi var ederiz?
Söyleyin şimdi bana, tutuşturmakta olduğunuz ateşi,
Yakmakta olduğunuz ateşe dikkat ettiniz mi?
Yaktığınız ateşi gördünüz mü?
Çakıp çakıp çıkardığınız o ateşi gördünüz mü?
Peki, yakmakta olduğunuz ateşe ne dersiniz?
(İki dalı birbirine sürterek) Çıkardığınız ateşi gördünüz mü?
ءَأَنتُمْ أَنشَأْتُمْ شَجَرَتَهَآ أَمْ نَحْنُ ٱلْمُنشِـُٔونَ ﴿٧٢﴾
Siz mi onun ağacını meydana getiriyorsunuz, yoksa biz mi meydana getirmedeyiz?
Onun ağacını sizler mi inşa ettiniz (yarattınız), yoksa onu inşa eden Biz miyiz?
eentüm enşe'tüm şeceratehâ em naḥnü-lmünşiûn.
Söyleyin; yaktığınız ateşin ağacını var eden sizler misiniz, yoksa onu Biz mi var ederiz?
Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz?
Onun ağacını siz mi başlattınız, yoksa biz mi başlatmaktayız?
Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz?
Onun ağacını siz mi yarattınız yoksa yaratıp oluşturan bizler miyiz?
Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan Biz miyiz?
Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratanlar biz miyiz?
نَحْنُ جَعَلْنَٰهَا تَذْكِرَةًۭ وَمَتَٰعًۭا لِّلْمُقْوِينَ ﴿٧٣﴾
Biz onu, cehennem ateşini bir andırma ve çöllerde konup göçenlere bir fayda olarak halkettik.
Biz onu hem bir öğüt ve hatırlatma (konusu), hem ihtiyacı olanlara bir meta kıldık.
naḥnü ce`alnâhâ teẕkiratev vemetâ`al lilmuḳvîn.
Biz onu bir ibret ve çölde konaklayanlar için yararlı kıldık.
Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlerin istifadesi için yarattık.
Kullananlar için biz onu bir ibret ve yararlı yaptık.
Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlere bir fayda yaptık.
Biz onu hem bir ibret hem de çöl yolcularına bir nimet kıldık.
Biz onu çölde, yolda bulunanlar ve muhtaçlar için hem bir ders, hem de istifade vesilesi kıldık.
Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlere bir fayda yaptık.
فَسَبِّحْ بِٱسْمِ رَبِّكَ ٱلْعَظِيمِ ﴿٧٤﴾
Artık pek ulu Rabbinin adını anarak tenzih et onu.
Şu halde büyük Rabbini ismiyle tesbih et.
fesebbiḥ bismi rabbike-l`ażîm.
Öyleyse çok büyük Rabbinin adını tesbih et.
Öyleyse ulu Rabbinin adını tesbih et.
Öyleyse Büyük Rabbinin ismini yücelt.
Öyleyse büyük Rabbinin adını yücelt.
O halde o yüce Rabbinin adını tespih et!
Öyleyse Ulu Rabbinin yüce adını tenzih et.
Öyleyse büyük Rabbinin adını yücelt.
۞ فَلَآ أُقْسِمُ بِمَوَٰقِعِ ٱلنُّجُومِ ﴿٧٥﴾
Andolsun yıldızların yerlerine.
Hayır, yıldızların yer (mevki)lerine yemin ederim.
felâ uḳsimü bimevâḳi`i-nnücûm.
Hayır; yıldızların yerleri üzerine yemin ederim; ki bunun ne büyük yemin olduğunu bir bilseniz!
Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim ki,
Yıldızların yerlerine yemin ederim.
Hayır, yıldızların yerlerine yemin ederim.
İş onların sandığı gibi değil! Yıldızların doğup batma, kayıp düşme noktalarına yemin ediyorum.
Hayır! Vakit vakit inen Kur'ân’a yemin ederim ki,
Yoo, yıldızların yerlerine yemin ederim,
وَإِنَّهُۥ لَقَسَمٌۭ لَّوْ تَعْلَمُونَ عَظِيمٌ ﴿٧٦﴾
Ve şüphe yok ki bu, elbette pek büyük bir anttır bilseniz.
Şüphesiz bu, eğer bilirseniz gerçekten büyük bir yemindir.
veinnehû leḳasemül lev ta`lemûne `ażîm.
Hayır; yıldızların yerleri üzerine yemin ederim; ki bunun ne büyük yemin olduğunu bir bilseniz!
Bilirseniz, gerçekten bu, büyük bir yemindir.
Onun ne büyük bir yemin olduğunu bir bilseniz!
Bilirseniz bu büyük bir yemindir.
Ve eğer bilirseniz, gerçekten büyük bir yemindir bu.
Eğer anlarsanız bu gerçekten büyük bir yemindir.
Bilirseniz, bu büyük bir yemindir.
إِنَّهُۥ لَقُرْءَانٌۭ كَرِيمٌۭ ﴿٧٧﴾
Şüphe yok ki bu, pek güzel ve şerefli Kur'an'dır.
Elbette bu, bir Kur'an-ı Kerim'dir.
innehû leḳur'ânün kerîm.
Doğrusu bu Kitap, sadece arınmış olanların dokunabileceği, saklı bir Kitap'da mevcutken Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiş olan Kuranı Kerim'dir.
Şüphesiz bu, değerli bir Kur'an'dır,
Bu, onurlu bir Kuran'dır.
O, elbette şerefli bir Kur'ân'dır.
O, kesinlikle şerefli bir Kur'an'dır.
Bu kitap, pek değerli, şerefli bir Kur'ân’dır.
O, elbette değerli bir Kur'an'dır,
فِى كِتَٰبٍۢ مَّكْنُونٍۢ ﴿٧٨﴾
Saklanmış bir kitapta.
Saklanmış-korunmuş bir Kitap'ta (yazılı)dır.
fî kitâbim meknûn.
Doğrusu bu Kitap, sadece arınmış olanların dokunabileceği, saklı bir Kitap'da mevcutken Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiş olan Kuranı Kerim'dir.
Korunmuş bir kitaptır.
Gizli bir kitaptadır.
Korunmuş bir kitaptadır.
Titizlikle saklanan bir Kitap'tadır.
O iyi korunmuş bir kitapta, Levh-i Mahfuzdadır.
Saklı bir Kitaptadır.
لَّا يَمَسُّهُۥٓ إِلَّا ٱلْمُطَهَّرُونَ ﴿٧٩﴾
Ona, temiz olanlardan başkaları dokunamaz.
Ona, temizlenip-arınmış olanlardan başkası dokunamaz.
lâ yemessühû ille-lmüṭahherûn.
Doğrusu bu Kitap, sadece arınmış olanların dokunabileceği, saklı bir Kitap'da mevcutken Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiş olan Kuranı Kerim'dir.
Ona ancak temizlenenler dokunabilir.
Onu ancak temizler kavrayabilir.
Ona temizlenenlerden başkası el süremez.
Ona, arındırılmışlardan başkası dokunmaz.
Ona tertemiz (abdestli) olanlardan başkası dokunamaz.
Ki ona temizlerden başkası dokunmaz.
تَنزِيلٌۭ مِّن رَّبِّ ٱلْعَٰلَمِينَ ﴿٨٠﴾
Alemlerin Rabbinden indirilmiştir.
Alemlerin Rabbinden indirilmedir.
tenzîlüm mir rabbi-l`âlemîn.
Doğrusu bu Kitap, sadece arınmış olanların dokunabileceği, saklı bir Kitap'da mevcutken Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiş olan Kuranı Kerim'dir.
O, alemlerin Rabbinden indirilmiştir.
Evrenlerin Rabbinden indirilmiştir.
(O), âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.
Âlemlerin Rabbi'nden indirilmiştir.
Rabbülâlemin tarafından indirilmiştir.
(O), Alemlerin Rabbinden indirilmiştir.
أَفَبِهَٰذَا ٱلْحَدِيثِ أَنتُم مُّدْهِنُونَ ﴿٨١﴾
Artık siz, bu sözü mü yalanlayacaksınız?
Şimdi siz bu sözü mü hor görüp-küçümsüyorsunuz?
efebihâẕe-lḥadîŝi entüm müdhinûn.
Siz bu sözü mü hor görüyorsunuz?
Şimdi siz, bu sözü mü küçümsüyorsunuz?
Siz bu sözü mü küçümsüyorsunuz?
Şimdi siz bu sözü mü küçümsüyorsunuz?
Şimdi siz, bu sözü mü kirletip küçümseyeceksiniz/bu sözle mi alttan alıp gevşek davranacaksınız/bu sözle mi yağcılık edeceksiniz?
Şimdi bu kelamı mı siz küçümsüyorsunuz?
Şimdi siz, bu sözü mü küçümsüyorsunuz?
وَتَجْعَلُونَ رِزْقَكُمْ أَنَّكُمْ تُكَذِّبُونَ ﴿٨٢﴾
Ve o kitaptan nasibiniz, yalnız onu yalanlamaktan ibaret mi olacak?
Ve rızkınızı (Kur'an'dan yararlanma nimetini bırakıp onu) mutlaka yalan saymaktan ibaret mi kılıyorsunuz?
vetec`alûne rizḳaküm enneküm tükeẕẕibûn.
Rızkınıza şükredeceğiniz yere onu vereni mi yalanlıyorsunuz?
Allah'ın verdiği rızka karşı şükrü, onu yalanlamakla mı yerine getiriyorsunuz?
İnkar etmeyi iş mi ediniyorsunuz?
Rızkınızı, yalanlamanızdan ibaret mi kılıyorsunuz?
Rızkınızı, yalanlamanızdan ibaret mi kılıyorsunuz?
Bu nimete teşekkürünüz, onu yalan saymanız mı olmalıydı!
(Kur'an'dan istifade edeceğiniz yerde) Rızkınızı, yalanlamanızdan ibaret mi kılıyorsunuz (sizin ondan elde ettiğiniz nasib, sadece onu yalanlamanız mıdır)?
فَلَوْلَآ إِذَا بَلَغَتِ ٱلْحُلْقُومَ ﴿٨٣﴾
Hani can gırtlağa gelince.
Hele can boğaza gelip dayandığında,
felevlâ iẕâ belegati-lḥulḳûm.
Kişinin canı boğaza dayanınca ve siz o zaman bakıp kalırken, Biz o kişiye sizden daha yakınızdır, ama görmezsiniz.
Hele can boğaza dayandığı zaman,
Ya can boğaza dayandığı zaman?
Can boğaza dayandığı zaman
Ya o canın boğaza gelip dayandığı zaman!
Haydi görelim sizi, can boğaza geldiğinde,
Ya can boğaza dayandığı zaman?
وَأَنتُمْ حِينَئِذٍۢ تَنظُرُونَ ﴿٨٤﴾
Siz de o sırada bakar durursunuz.
Ki o sırada siz (sadece) bakıp-durursunuz,
veentüm ḥîneiẕin tenżurûn.
Kişinin canı boğaza dayanınca ve siz o zaman bakıp kalırken, Biz o kişiye sizden daha yakınızdır, ama görmezsiniz.
O vakit siz bakar durursunuz.
O anda siz bakınmaktasınız.
Ki o zaman siz (ölmek üzere olana) bakar durursunuz.
İşte o zaman siz bakakalırsınız!
O vakit can çekişenin yanında bulunan sizler bakar durursunuz.
Ki siz de o zaman (can çekişen kimseye) bakıp durursunuz.
وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنكُمْ وَلَٰكِن لَّا تُبْصِرُونَ ﴿٨٥﴾
Ve biz, ona sizden daha yakınız ve fakat göremezsiniz.
Biz ona sizden daha yakınız; ancak görmezsiniz.
venaḥnü aḳrabü ileyhi minküm velâkil lâ tübṣirûn.
Kişinin canı boğaza dayanınca ve siz o zaman bakıp kalırken, Biz o kişiye sizden daha yakınızdır, ama görmezsiniz.
(O anda) biz ona sizden daha yakınız, ama göremezsiniz.
Biz ona (can çekişene) sizden daha yakınız; ancak siz göremezsiniz.
Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz.
Biz ona sizden daha yakınız, ama siz görmezsiniz.
Biz ise, ona sizden daha yakınız, ama siz göremezsiniz.
Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz.
فَلَوْلَآ إِن كُنتُمْ غَيْرَ مَدِينِينَ ﴿٨٦﴾
İnanmıyorsanız, ceza görmeyeceğinizi sanıyorsanız.
İşte o vakit, eğer ceza görmeyecek iseniz,
felevlâ in küntüm gayra medînîn.
Siz dirilip yaptıklarınıza karşılık görmeyecekseniz ve eğer bu sözünüzde samimi iseniz, o çıkmak üzere olan canı geri çevirsenize!
Madem ki ceza görmeyecekmişsiniz,
Yaptığınızın karşılığını görmeyeceğiniz doğruysa,
Eğer cezalandırılmayacak iseniz,
Madem ceza görmeyecek kişilersiniz,
Haydi bakalım eğer âhirette vereceğiniz hesap yoksa,
Eğer (öldükten sonra) cezalandırılmayacaksanız
تَرْجِعُونَهَآ إِن كُنتُمْ صَٰدِقِينَ ﴿٨٧﴾
O gırtlağa gelen canı geri çevirin bakalım doğru söylüyorsanız.
Eğer doğru söylüyorsanız, onu, (çıkmakta olan canı) geri çevirsenize.
terci`ûnehâ in küntüm ṣâdiḳîn.
Siz dirilip yaptıklarınıza karşılık görmeyecekseniz ve eğer bu sözünüzde samimi iseniz, o çıkmak üzere olan canı geri çevirsenize!
Onu (canı) geri çevirsenize, şayet iddianızda doğru iseniz!
Onu geri çevirsenize, eğer doğru sözlü iseniz?
Onu geri çevirsenize; şayet iddianızda doğru iseniz.
Eğer doğru sözlülerseniz, onu geri çevirsenize.
İddianızda tutarlı iseniz, çıkmakta olan o rûhu geri döndürsenize!
(Bu sözünüzde doğru iseniz) o(çıkmakta olan ca)nı geri döndürsenize!
فَأَمَّآ إِن كَانَ مِنَ ٱلْمُقَرَّبِينَ ﴿٨٨﴾
Artık o kişi yakınlaştırılanlardansa.
Eğer o (ölecek kişi), yakın kılınan (mukarreb olan)lardan ise,
feemmâ in kâne mine-lmüḳarrabîn.
Eğer ölen o kişi, gözdelerden ise, rahatlık, hoşluk ve nimet cenneti onundur.
Fakat (ölen kişi Allah'a) yakın olanlardan ise,
Ancak o, (bana) yaklaştırılanlardan ise-
Fakat ölen kişiye gelince, eğer o rahmete yaklaştırılanlardan ise,
Eğer o, yaklaştırılanlardan ise;
Ama eğer ölen kimse Allah'a yakın olanlardan ise, onun için rahatlık, güzel nasip ve naîm cenneti var.
(O can, Allah'a) Yaklaştırılanlardan ise,
فَرَوْحٌۭ وَرَيْحَانٌۭ وَجَنَّتُ نَعِيمٍۢ ﴿٨٩﴾
Artık ona huzur ve rahat ve rızık ve Naim cenneti.
Bu durumda rahatlık, güzel rızık ve nimetlerle donatılmış cennet (onundur).
feravḥuv verayḥânüv vecennâtü ne`îm.
Eğer ölen o kişi, gözdelerden ise, rahatlık, hoşluk ve nimet cenneti onundur.
Ona rahatlık, güzel rızık ve Naim cenneti vardır.
o zaman neşe, çiçekler ve nimet cennetleri...
Ona rahatlık, güzel rızık ve Naîm cenneti vardır.
Rahatlık, güzel rızık ve nimetlerle dolu cennet var ona.
Ama eğer ölen kimse Allah'a yakın olanlardan ise, onun için rahatlık, güzel nasip ve naîm cenneti var.
O'na rahatlık, güzel rızık ve ni'met cenneti var.
وَأَمَّآ إِن كَانَ مِنْ أَصْحَٰبِ ٱلْيَمِينِ ﴿٩٠﴾
Ve ama sağ taraf ehlindense.
Ve eğer \"Ashab-ı Yemin\"den ise,
veemmâ in kâne min aṣḥâbi-lyemîn.
Eğer defteri sağdan verilenlerden ise,
Eğer o sağdakilerden ise,
O, sağda olanlardan ise,
Eğer O, sağın adamlarından ise,
Eğer kutlu, uğurlu kişilerdense,
Eğer ashab-ı yeminden ise “Selâm sana ashab-ı yeminden!” denilecek. [41,30-32]
Eğer sağcılardan (amel defteri sağ tarafından verilenlerden) ise,
فَسَلَٰمٌۭ لَّكَ مِنْ أَصْحَٰبِ ٱلْيَمِينِ ﴿٩١﴾
Artık esenlik sana sağ taraf ehlinden.
Artık, \"Ashab-ı Yemin\"den selam sana.
feselâmül leke min aṣḥâbi-lyemîn.
\"Ey sağcılardan olan kişi, sana selam olsun!\" denir.
\"Ey sağdaki! Sana selam olsun!\"
\"Sana sağdakilerden selam olsun!\"
\"(Ey sağcı), sana sağcılardan selam!\"
\"Selam sana kutlu ve uğurlu kişilerden!\" denir ona.
Eğer ashab-ı yeminden ise “Selâm sana ashab-ı yeminden!” denilecek. [41,30-32]
(Ey sağcı) Sana sağcılardan selam var!
وَأَمَّآ إِن كَانَ مِنَ ٱلْمُكَذِّبِينَ ٱلضَّآلِّينَ ﴿٩٢﴾
Ve ama yalanlayan sapıklardansa.
Ve eğer o, yalanlayan sapıklardan ise,
veemmâ in kâne mine-lmükeẕẕibîne-ḍḍâllîn.
Eğer, sapık yalancılardan ise,
Ama yalanlayıcı sapıklardan ise,
Ama o yalanlayan sapıklardan ise-
Ama yalanlayıcı sapıklardan ise;
Eğer yalanlayan sapıklardansa;
Ama eğer dini yalan sayan sapıklardan ise onun ziyafeti kaynar su, peşinden de cehenneme atılış olacak.
Ama yalanlayıcı sapıklardan ise;
فَنُزُلٌۭ مِّنْ حَمِيمٍۢ ﴿٩٣﴾
Kaynar suyla ziyafet ona.
Artık (onun için) alabildiğine kaynar sudan bir şölen vardır.
fenüzülüm min ḥamîm.
Ona kaynar sudan konukluk sunulur.
İşte ona da kaynar sudan bir ziyafet vardır!
kaynar sudan bir ağırlanma-
İşte ona da kaynar sudan bir ziyafet vardır.
Kaynar sudan bir ziyafet,
Ama eğer dini yalan sayan sapıklardan ise onun ziyafeti kaynar su, peşinden de cehenneme atılış olacak.
Kaynar sudan bir ziyafet,
وَتَصْلِيَةُ جَحِيمٍ ﴿٩٤﴾
Ve cehenneme atılma.
Ve çılgınca yanan ateşe bir atılma da.
vetaṣliyetü ceḥîm.
Cehenneme sokulur.
Ve (onun sonu) cehenneme atılmaktır.
ve cehennemde yanma...
Ve cehenneme atılma vardır.
Ve cehenneme salıverilme var ona.
Ama eğer dini yalan sayan sapıklardan ise onun ziyafeti kaynar su, peşinden de cehenneme atılış olacak.
Ve cehenneme atılma var.
إِنَّ هَٰذَا لَهُوَ حَقُّ ٱلْيَقِينِ ﴿٩٥﴾
Şüphe yok ki bu, haktır, gerçeğin ta kendisidir.
Şüphesiz bu, kesin bilgi ifade eden bir gerçektir (Hakku'l-Yakin).
inne hâẕâ lehüve ḥaḳḳu-lyeḳîn.
Doğrusu kesin gerçek budur.
Şüphesiz ki bu, kesin gerçektir.
Mutlak gerçek budur.
Kesin gerçek budur işte.
İşte budur, o tartışmasız, o kesin gerçek!
İşte, hakkında hiç şüphe olmayan gerçek budur!
Kesin gerçek budur işte.
فَسَبِّحْ بِٱسْمِ رَبِّكَ ٱلْعَظِيمِ ﴿٩٦﴾
Artık pek ulu Rabbinin adını anarak tenzih et onu.
Öyleyse büyük Rabbini ismiyle tesbih et.
fesebbiḥ bismi rabbike-l`ażîm.
Öyleyse çok büyük Rabbinin adını tesbih et.
Öyleyse ulu Rabbinin adını tenzih ile an.
Öyleyse Büyük Rabbinin ismini yücelt
Öyle ise Rabbini o büyük ismiyle tesbih et.
Artık, o yüce Rabbinin adını tespih et!
O halde Ulu Rabbinin ismini tenzih et!
Öyleyse büyük Rabbinin adını tesbih et (O'nu, kendisine layık olmayan sıfatlardan tenzih eyle).