Settings
Surah The reality [Al-Haaqqa] in Turkish
ٱلْحَآقَّةُ ﴿١﴾
Gerçek olan kıyamet.
'Elbette gerçekleşecek olan' (kıyamet).
elḥâḳḳah.
Gerçekleşecek olan!
Gerçekleşecek olan;
Gerçekleşen (olay).
(Gerçekleşecek) Kıyamet!
el-Hâkka/geleceği kuşkusuz olan şey!
Kesin gerçekleşecek olan,
Gerçekleşen,
مَا ٱلْحَآقَّةُ ﴿٢﴾
Nedir gerçek olan kıyamet?
Nedir o 'muhakkak gerçekleşecek olan?'
me-lḥâḳḳah.
Nedir o gerçekleşecek olan gün?
(Evet) nedir o gerçekleşecek olan?
Nedir o gerçekleşen!
Nedir, o Kıyamet?
Nedir o hâkka?
Evet nedir o gerçekleşecek olan?
Nedir o gerçekleşen?
وَمَآ أَدْرَىٰكَ مَا ٱلْحَآقَّةُ ﴿٣﴾
Ve nedir bildiren sana ki nedir gerçek kıyamet?
O gerçekleşecek olanı (kıyameti) sana bildiren nedir?
vemâ edrâke me-lḥâḳḳah.
Gerçekleşecek olanın ne olduğunu sana ne bildirir?
Gerçekleşecek olanın (kıyametin) ne olduğunu sen nereden bileceksin?
Gerçekleşenin ne olduğunu nerden bileceksin?
Gerçekleşenin (Kıaymetin) ne olduğunu sen nerden bileceksin?
O hâkkanın niteliğini sana bildiren nedir?
Gerçekleşecek kıyameti sen nereden bileceksin?
Gerçekleşenin ne olduğunu nerden bileceksin?
كَذَّبَتْ ثَمُودُ وَعَادٌۢ بِٱلْقَارِعَةِ ﴿٤﴾
Yalanladı Semud ve Âd, insanların başına kopan, akıllarını dağıtan kıyameti.
Semud ve Ad (toplumları), karia’yı yalan saydılar.
keẕẕebet ŝemûdü ve`âdüm bilḳâri`ah.
Semud ve Ad milletleri tepelerine inecek bu gerçeği yalanladılar.
Semud ve Ad kavimleri, kapılarını çalacak felaketi (kıyameti) yalan saymışlardı.
Semud ve Ad (halkı) sarsıcı olayı yalanladı.
Semûd ve Âd, kapılarını çalacak olan o felaketi yalan saymışlardı.
Semûd ve Âd kâriayı/başa çarpan olayı yalanlamıştı.
İşte Semûd ve Âd milletleri de o kafalara çarpan kıyamet dehşetini yalan saymışlardı.
Semud ve 'Ad (kavimleri), başa çarpan olayı yalanladılar.
فَأَمَّا ثَمُودُ فَأُهْلِكُوا۟ بِٱلطَّاغِيَةِ ﴿٥﴾
Derken Semud, helak edildi taşkınlığıyla.
Bu nedenle Semud (halkı), korkunç bir sesle helak edildi.
feemmâ ŝemûdü feühlikû biṭṭâgiyeh.
Bu yüzden Semud milleti zorlu bir sarsıntı ile yok edildi.
Semud'a gelince: Onlar pek zorlu (bir sarsıntı) ile helak edildiler.
Ve Semud o azgın (sarsıntı) ile yok edildi.
Semûd kavmi korkunç bir sesle yok edildi.
Bunun üzerine Semûd, bir doğal felaket ile helâk edildi.
-Bunlardan Semûd o korkunç zelzele ile yok edildi. Âd ise azgın bir kasırga ile imha edildi.
Bu yüzden Semud (kavmi) azgın bir vak'a ile helak edildiler.
وَأَمَّا عَادٌۭ فَأُهْلِكُوا۟ بِرِيحٍۢ صَرْصَرٍ عَاتِيَةٍۢ ﴿٦﴾
Ve ama Âd, helak edildi müthiş bir ses çıkaran, yıkıp götüren, silip süpüren soğuk bir kasırgayla.
Ad (halkın)a gelince; onlar da, uğultu yüklü, azgın bir kasırga ile helak edildiler.
veemmâ `âdün feühlikû birîḥin ṣarṣarin `âtiyeh.
Ad milleti de bu yüzden önünde durulmaz, dondurucu bir rüzgarla yok edildi.
Ad kavmi ise, uğultulu, kasıp kavuran bir fırtına ile mahvedildiler.
Ad ise sert ve azgın bir kasırga ile yok edildi.
Âd kavmi ise gürültülü ve azgın bir fırtına ile yok edildiler.
Âd ise gürleyen sesle gelen rüzgârlı bir fırtınayla mahvedildi.
-Bunlardan Semûd o korkunç zelzele ile yok edildi. Âd ise azgın bir kasırga ile imha edildi.
Ad (kavmi) ise uğultulu, azgın bir kasırga ile helak edildiler.
سَخَّرَهَا عَلَيْهِمْ سَبْعَ لَيَالٍۢ وَثَمَٰنِيَةَ أَيَّامٍ حُسُومًۭا فَتَرَى ٱلْقَوْمَ فِيهَا صَرْعَىٰ كَأَنَّهُمْ أَعْجَازُ نَخْلٍ خَاوِيَةٍۢ ﴿٧﴾
Onu, yedi gece ve sekiz gün, birbiri ardınca musallat etti onlara, o topluluğa baksaydın görürdün ki bu kadar zaman içinde yıkılıvermişler yerlere, sanki içleri kof hurma kütükleriymiş onlar.
(Allah) Onu, yedi gece ve sekiz gün, aralık vermeksizin üzerlerine musallat etti. Öyle ki, o kavmin, orada sanki içi kof hurma kütükleriymiş gibi çarpılıp yere yıkıldığını görürsün.
seḫḫarahâ `aleyhim seb`a leyâliv veŝemâniyete eyyâmin ḥusûmen fetere-lḳavme fîhâ ṣar`â keennehüm a`câzü naḫlin ḫâviyeh.
Allah onların kökünü kesmek üzere, üzerlerine o rüzgarı yedi gece sekiz gün, estirdi. Halkın, kökünden çıkarılmış hurma kütükleri gibi yere yıkıldıklarını görürsün.
Allah onu, ardarda yedi gece, sekiz gün onların üzerine musallat etti. Öyle ki (eğer orada olsaydın), o kavmi, içi boş hurma kütükleri gibi oracıkta yere serilmiş halde görürdün.
Onu, yedi gece ve sekiz gün boyunca üzerlerine bir bela olarak saldı. Halkın, çürümüş hurma gövdeleri gibi yere yıkıldıklarını görürsün.
Allah o fırtınayı üzerlerine yedi gece sekiz gündüz musallat etmişti. Öyle ki, o kavmi içi boş hurma kütükleri gibi oracıkta yere serilmiş halde görürdün.
Onu, onların üzerine yedi gece-sekiz gün hiç ara vermeden saldı. Topluluğu orada yerlere serilmiş görürsün. İçleri boşaltılmış hurma kütükleri gibidirler.
Allah o kasırgayı üzerlerine yedi gece, sekiz gün kesintisiz olarak salıverdi. Öyle ki sen, o halkı içi boş hurma kütükleri gibi yerlere serilmiş görürdün.
(Allah) Onu, yedi gece, sekiz gün ardı ardına onların üzerine saldı. O kavmi orada, içi boş hurma kütükleri gibi serilmiş görürsün.
فَهَلْ تَرَىٰ لَهُم مِّنۢ بَاقِيَةٍۢ ﴿٨﴾
Artık görebilir misin, var mı onlardan kalanlar?
Şimdi onlardan hiç arta kalan (bir şey) görüyor musun?
fehel terâ lehüm mim bâḳiyeh.
Onlardan arda kalmış bir şey görür müsün?
Şimdi onlardan arda kalan bir şey görüyor musun?
Onların hiç bir kalıntısını görüyor musun?
Bak şimdi görebilir misin onlardan bir kalıntı?
Onlardan geri kalan bir şey görüyor musun?
Şimdi onlardan geri kalan bir şey görebilir misin?
Onlardan hiç geri kalan görüyor musun?
وَجَآءَ فِرْعَوْنُ وَمَن قَبْلَهُۥ وَٱلْمُؤْتَفِكَٰتُ بِٱلْخَاطِئَةِ ﴿٩﴾
Ve Firavun ve ondan önce şehirleri altüst olanlar da suçlar işlemişlerdi.
Firavun (kavmi), ondan öncekiler ve yerle bir olan şehirler (halkı da hep) o hata ile (tarih sahnesine) geldiler.
vecâe fir`avnü vemen ḳablehû velmü'tefikâtü bilḫâṭieh.
Firavun, ondan öncekiler ve alt üst olmuş kasabalarda oturanlar da suç işlemişlerdi.
Firavun, ondan öncekiler ve altı üstüne getirilen beldeler halkı (Lut kavmi) hep o günahı (şirki) işlediler.
Firavun, ondan öncekiler ve altüst olan (Sodomlu) larda kötülük işlemişti.
Firavun, ondan öncekiler ve altı üstüne getirilen beldeler de hep o hatayı işleyegeldiler.
Firavun da ondan öncekiler de altı üstüne gelmiş kentler de aynı hataya vücut verdiler.
Firavun da, ondan öncekiler de, altüst edilip yerin dibine geçirilen Lût milletine ait kasabaların ahalileri de hep o günaha (yani şirke) girdiler.
Fir'avn ve ondan öncekiler ve altüst olmuş kentler(in halkı olan Lut kavmi) de hatalı iş yaptılar.
فَعَصَوْا۟ رَسُولَ رَبِّهِمْ فَأَخَذَهُمْ أَخْذَةًۭ رَّابِيَةً ﴿١٠﴾
Derken Rablerinin peygamberine isyan etmişlerdi de onları gittikçe artan bir azapla helak etmişti.
Böylece Rablerinin elçisine isyan ettiler. Bu yüzden onları, şiddeti gittikçe artan bir yakalayışla yakaladı.
fe`aṣav rasûle rabbihim feeḫaẕehüm aḫẕeter râbiyetâ.
Rabbinin peygamberine baş kaldırmışlardı. Bunun üzerine Rableri onları şiddeti arttıkça artan bir şekilde yakaladı.
Böylece Rablerinin peygamberlerine karşı geldiler, O da onları pek şiddetli bir şekilde yakalayıverdi.
Rab'lerinin elçisine isyan ettiler. Bunun sonucu olarak da onları şiddeti gittikçe artan bir biçimde yakalamıştı.
Hep Rablerinin elçilerine karşı geldiler. O da onları pek şiddetli bir şekilde yakalayıverdi.
Rablerinin resulüne isyan ettiler de O da onları, şiddeti arttıkça artan bir yakalayışla yakaladı.
Rab'lerinin elçisine isyan ettiler, Allah da onları şiddetle cezaya çarptırdı. [50,14; 26,105-123-141]
Rablerinin elçisine karşı geldiler. O da onları şiddeti gittikçe artan bir yakalayışla yakaladı.
إِنَّا لَمَّا طَغَا ٱلْمَآءُ حَمَلْنَٰكُمْ فِى ٱلْجَارِيَةِ ﴿١١﴾
Şüphe yok ki akıp giden gemide taşıdık sizi sular köpürüp coşunca.
Gerçek şu ki, su taştığı zaman, o gemide Biz sizi taşıdık;
innâ lemmâ ṭaga-lmâü ḥamelnâküm fi-lcâriyeh.
Su taştığı vakit, size bir ibret olmak üzere, anlayışlı kulaklar anlasın diye süzülen gemide, sizi Biz taşımışızdır.
Şüphesiz, su bastığı vakit sizi gemide biz taşıdık;
Su taşınca sizi akıp giden (sal) üzerinde taşımıştık.
Kuşkusuz, sular kabarınca sizi gemide biz taşıdık.
Su azıp köpürdüğünde, biz sizi o akıp gidende taşıdık,
Unutmayın ki Nûh zamanında, sular taştığı vakit, sizi (varlığınıza vesile olan atalarınızı) emniyetli gemide Biz taşımıştık! Onu sizin için hem bir ibret vesilesi kılalım, hem de can kulağı ile dinleyip ders alanlar iyice bellesinler diye böyle yapmıştık. [36,41-42; 43,12-14; 16,14; 35,12]
Su(lar) kabarınca biz sizi, akıp giden(gemi)de taşıdık.
لِنَجْعَلَهَا لَكُمْ تَذْكِرَةًۭ وَتَعِيَهَآ أُذُنٌۭ وَٰعِيَةٌۭ ﴿١٢﴾
Bu, size bir öğüt ve ibret olsun ve belleyip unutmayan kulaklarda kalsın diye.
Öyle ki, onu sizlere bir ibret (hatırlatma ve öğüt) kılalım. 'Gerçeği belleyip kavrayabilen' kullar da onu belleyip-kavrasın.'
linec`alehâ leküm teẕkiratev vete`iyehâ üẕünüv vâ`iyeh.
Su taştığı vakit, size bir ibret olmak üzere, anlayışlı kulaklar anlasın diye süzülen gemide, sizi Biz taşımışızdır.
Onu sizin için bir ibret ve öğüt yapalım ve belleyici kulaklar onu bellesin diye.
Ki o size bir ders olsun ve dinleyen kulaklar anlasın.
Onu size bir ibret yapalım ve belleyici kulaklar bellesin diye.
Ki onu size bir hatırlatıcı/düşündürücü yapalım ve kavrayabilen kulak kavrasın.
Unutmayın ki Nûh zamanında, sular taştığı vakit, sizi (varlığınıza vesile olan atalarınızı) emniyetli gemide Biz taşımıştık! Onu sizin için hem bir ibret vesilesi kılalım, hem de can kulağı ile dinleyip ders alanlar iyice bellesinler diye böyle yapmıştık. [36,41-42; 43,12-14; 16,14; 35,12]
Ki onu size bir ibret yapalım ve belleyen kulak(lar) onu bellesin.
فَإِذَا نُفِخَ فِى ٱلصُّورِ نَفْخَةٌۭ وَٰحِدَةٌۭ ﴿١٣﴾
Sura bir kerecik üfürülünce.
Artık sur'a tek bir üfürülüşle üfürüleceği.
feiẕâ nüfiḫa fi-ṣṣûri nefḫatüv vâḥideh.
Sura bir üfürüş üfürüldüğü, yer ve dağlar kaldırılıp bir vuruşla birbirine çarpıldığı zaman, işte o gün olacak olur, kıyamet kopar.
Artık Sur'a bir tek defa üflendiği,
Boruya bir kez üfürüldüğü zaman,
Sûr'a bir tek üfleme üflendiği,
Sûra bir üfleyişle üflendiğinde,
Artık sûra kuvvetle üflendiğinde,yer ve dağlar yerlerinden kaldırılıp bir tek darbe ile çarpılıp paramparça edildiğinde,
Sur'a bir tek üfleme üflendiği,
وَحُمِلَتِ ٱلْأَرْضُ وَٱلْجِبَالُ فَدُكَّتَا دَكَّةًۭ وَٰحِدَةًۭ ﴿١٤﴾
Ve yeryüzü ve dağlar, bir kerecik birbirlerine çarpıp dağılınca.
Yeryüzü ve dağlar yerlerinden oynatılıp kaldırılacağı, ardından tek bir çarpma ile birbirlerine çarpılıp parça parça olacağı zaman.
veḥumileti-l'arḍu velcibâlü fedükketâ dekketev vâḥidetâ.
Sura bir üfürüş üfürüldüğü, yer ve dağlar kaldırılıp bir vuruşla birbirine çarpıldığı zaman, işte o gün olacak olur, kıyamet kopar.
Yeryüzü ve dağlar kaldırılıp birbirine tek çarpışla çarpılıp darmadağın edildiği zaman,
Yer ve dağlar kaldırılıp birbirine çarpılıp darmadağın edildiği zaman,
Arz ve dağlar yerlerinden kaldırılıp şiddetle birbirine çarpılarak darmadağın olduğu zaman,
Yer ve dağlar yükletilip birbirine bir çarpılışla parça parça edildiğinde,
Artık sûra kuvvetle üflendiğinde,yer ve dağlar yerlerinden kaldırılıp bir tek darbe ile çarpılıp paramparça edildiğinde,
Arz ve dağlar yerlerinden kaldırılıp şiddetle birbirine çarpılarak darmadağın olduğu zaman,
فَيَوْمَئِذٍۢ وَقَعَتِ ٱلْوَاقِعَةُ ﴿١٥﴾
İşte o gün ansızın kopacak kıyamet kopar.
İşte o gün, vakıa (bir gerçek olan kıyamet) artık vukubulmuş (gerçekleşmiş)tur.
feyevmeiẕiv veḳa`ati-lvâḳi`ah.
Sura bir üfürüş üfürüldüğü, yer ve dağlar kaldırılıp bir vuruşla birbirine çarpıldığı zaman, işte o gün olacak olur, kıyamet kopar.
işte o gün olacak olur (kıyamet kopar).
İşte o gün kaçınılmaz olay gerçekleşmiştir.
İşte o gün olacak olur.
İşte o gün, olması gereken olmuştur.
İşte o gün olan olur, kıyamet o gün kopar!
İşte o gün, olan olmuştur.
وَٱنشَقَّتِ ٱلسَّمَآءُ فَهِىَ يَوْمَئِذٍۢ وَاهِيَةٌۭ ﴿١٦﴾
Ve gök yarılır, o gün bitkin bir hale gelir.
Gök yarılıp-çatlamıştır; artık o gün, 'sarkmış-za'fa uğramıştır.'
venşeḳḳati-ssemâü fehiye yevmeiẕiv vâhiyeh.
Gök yarılır; o gün düzeni bozulur.
Gök de yarılır ve artık o gün o, çökmeye yüz tutar.
Gök yarılmıştır, parçalanmıştır.
O gün gök yarılmış, sarkmıştır.
Gök yarılmıştır. O gün o, lime lime sarkmıştır.
O gün gök yarılır, parçalanır, iyice kuvvetten düşer.
Gök yarılmıştır; o gün o, zayıf, sarkıktır.
وَٱلْمَلَكُ عَلَىٰٓ أَرْجَآئِهَا ۚ وَيَحْمِلُ عَرْشَ رَبِّكَ فَوْقَهُمْ يَوْمَئِذٍۢ ثَمَٰنِيَةٌۭ ﴿١٧﴾
Melekler, etrafında toplanırlar ve Rabbinin arşını o gün, onların üstünde, sekiz melek taşır.
Melek(ler) ise, onun çevresi üzerindedir. O gün, Rabbinin arşını onların da üstünde sekiz (melek) taşır.
velmelekü `alâ ercâihâ. veyaḥmilü `arşe rabbike fevḳahüm yevmeiẕin ŝemâniyeh.
Melekler onun çevresindedirler; o gün Rabbinin arşını onlardan başka sekiz tanesi yüklenir.
Melekler onun (göğün) etrafındadır. O gün Rabbinin arşını, bunların da üstünde sekiz (melek) yüklenir.
Melekler her yandadır. Rabbinin yönetimi o gün sekiz (evren) üzerinde egemen olacaktır.
Melekler de onun etrafındadır, O gün Rabbinin Arşını bunların da üstünde sekiz melek yüklenir.
Melek de onun kenarlarındadır. Rabbinin arşını, o gün onların üstündeki sekiz taşır.
Melekler de göğün etrafında bulunurlar. O gün Rabbinin Arş'ını, sekiz melek taşır.
Melekler de onun kenarlarındadır. O gün Rabbinin tahtını, üstlerinde sekiz (melek) taşır.
يَوْمَئِذٍۢ تُعْرَضُونَ لَا تَخْفَىٰ مِنكُمْ خَافِيَةٌۭ ﴿١٨﴾
O gün ahvaliniz öylesine meydana çıkarılır ki hiçbir şeyiniz gizli kalmaz.
Siz o gün arzolunursunuz; sizden yana hiçbir gizli (şey), gizli kalmaz.
yevmeiẕin tü`raḍûne lâ taḫfâ minküm ḫâfiyeh.
O gün siz huzura alınırsınız, hiçbir şeyiniz gizli kalmaz.
(Ey insanlar! ) O gün (hesap için) huzura alınırsınız; size ait hiçbir sır gizli kalmaz.
O gün ortaya çıkarılırsınız ve hiçbir şeyiniz gizli kalmaz.
O gün (hesap için Allah'a) arz olunursunuz, öyle ki gizli bir haliniz kalmaz.
O gün arz olunursunuz; hiçbir saklınız-gizliniz kalmaz.
O gün bütün yaptıklarınızla Allah'a arz olunursunuz; öyle ki sizden en ufak bir şey bile gizli kalmaz.
O gün (Allah'a) arz olunursunuz. Sizden hiçbir giz, (Allah'a) gizli kalmaz.
فَأَمَّا مَنْ أُوتِىَ كِتَٰبَهُۥ بِيَمِينِهِۦ فَيَقُولُ هَآؤُمُ ٱقْرَءُوا۟ كِتَٰبِيَهْ ﴿١٩﴾
Derken kimin kitabı, sağ yanından verilirse artık der ki: Gelin, işte okuyun kitabımı.
Artık kitabı sağ-eline verilen kişi, der ki: \"Alın, kitabımı okuyun.\"
feemmâ men ûtiye kitâbehû biyemînihî feyeḳûlü hâümu-ḳraû kitâbiyeh.
Kitabı sağından verilen; \"Alın, kitabımı okuyun, doğrusu bir hesaplaşma ile karşılaşacağımı umuyordum\" der.
Kitabı sağ tarafından verilen:\" Alın, kitabımı okuyun\" der.
Kitabı sağından verilen, \"Alın kitabımı okuyun,\" der,
Kitabı sağından verilen, \"alın okuyun kitabımı..\"
Öz kitabı sağından verilen: \"İşte kitabım, okuyun!\" der.
Hesap defteri sağ tarafından verilen neşelenir ve: “İşte defterim! Buyurun okuyun, inceleyin!” [84,9]
Kitabı sağından verilen: \"Alın Kitabımı okuyun\" der.
إِنِّى ظَنَنتُ أَنِّى مُلَٰقٍ حِسَابِيَهْ ﴿٢٠﴾
Zaten ben biliyordum ki kıyamet günü kavuşacağım hesabıma.
\"Çünkü ben, gerçekten hesabıma kavuşacağımı sanmış (anlamış)tım.\"
innî żanentü ennî mülâḳin ḥisâbiyeh.
Kitabı sağından verilen; \"Alın, kitabımı okuyun, doğrusu bir hesaplaşma ile karşılaşacağımı umuyordum\" der.
\" Doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum.\"
\"Hesabımla karşılaşacağıma inanıyordum.\"
\"Çünkü ben hesabıma kavuşacağımı sezmiştim\" der.
\"Kendi hesabıma kavuşacağımı sezmiştim zaten.\"
“Zaten ben hesabımla karşılaşacağımı biliyordum!” der.
Ben hesabımla karşılaşacağımı sezmiştim zaten.
فَهُوَ فِى عِيشَةٍۢ رَّاضِيَةٍۢ ﴿٢١﴾
Artık o, razı olduğu bir yaşayış, bir zevk içindedir.
Artık o, hoşnut bir yaşama içindedir.
fehüve fî `îşetir râḍiyeh.
Artık o, meyveleri sarkmış, yüksek bir bahçede, hoş bir yaşayış içindedir.
Artık o, hoşnut kalacağı bir hayat içindedir,
O mutlu bir yaşantı içindedir,
Artık o hoşnut bir hayattadır.
Artık o, hoşnutluk veren bir yaşayış içindedir.
O artık mutluluk veren bir yaşam içindedir.
Artık o, memmun eden bir yaşam içindedir.
فِى جَنَّةٍ عَالِيَةٍۢ ﴿٢٢﴾
Yüce cennettedir.
Yüksek bir cennette.
fî cennetin `âliyeh.
Artık o, meyveleri sarkmış, yüksek bir bahçede, hoş bir yaşayış içindedir.
Yüce bir cennette,
Yüksek bir cennette (bahçede),
Yüksek bir cennettedir.
Yüksek bir bahçe içindedir.
Çok güzel ve pek kıymetli cennet bahçelerindedir.
Yüksek bir bahçede.
قُطُوفُهَا دَانِيَةٌۭ ﴿٢٣﴾
Meyveleri pek yakındır.
Devşirilecek (meyve ve eşsiz ürün)leri pek yakındır.
ḳuṭûfühâ dâniyeh.
Artık o, meyveleri sarkmış, yüksek bir bahçede, hoş bir yaşayış içindedir.
Meyveleri sarkmış halde.
Meyveleri ulaşılabilecek mesafededir.
Ki o cennetin meyveleri sarkmıştır.
Devşirilmesi kolaydır onun.
Meyveleri hemen el ile koparılacak durumdadır.
Ki devşirmesi kolay (meyvaları yakın. Oturan, elini uzatıp alabilir).
كُلُوا۟ وَٱشْرَبُوا۟ هَنِيٓـًٔۢا بِمَآ أَسْلَفْتُمْ فِى ٱلْأَيَّامِ ٱلْخَالِيَةِ ﴿٢٤﴾
Yiyin için, afiyetler olsun, geçmiş günlerdeki yaptıklarınızın karşılığı olarak.
\"Geride kalan günlerde, 'peşin olarak sunduklarınıza karşılık olmak üzere,' afiyetle yiyin ve için.\"
külû veşrabû henîem bimâ esleftüm fi-l'eyyâmi-lḫâliyeh.
Onlara şöyle denir: \"Geçmiş günlerde, peşinen işlediklerinize karşılık afiyetle yiyiniz içiniz.\"
(Onlara denir ki:) Geçmiş günlerde işlediklerinize (iyi amellerinize) karşılık, afiyetle yeyin, için.
Geçmiş günlerinizde yaptığınız işlerden ötürü afiyetle yiyiniz, içiniz.
\"Geçmiş günlerde yaptığınız işlerden ötürü afiyetle yeyin, için.\" (denir).
Geçmiş günlerde sunduklarınızın karşılığı olarak afiyetle yiyin, için.
Kendilerine şöyle denilir: “Geçmiş günlerinizde yaptığınız güzel işlerden dolayı afiyetle, yiyin, için!”
Geçmiş günlerde yaptığınız işlerden ötürü afiyetle yeyin, için!
وَأَمَّا مَنْ أُوتِىَ كِتَٰبَهُۥ بِشِمَالِهِۦ فَيَقُولُ يَٰلَيْتَنِى لَمْ أُوتَ كِتَٰبِيَهْ ﴿٢٥﴾
Ve ama kimin kitabı, sol yanından verilirse artık der ki: Keşke verilmeseydi kitabım.
Kitabı sol eline verilen ise; o da, der ki: \"Bana keşke kitabım verilmeseydi.\"
veemmâ men ûtiye kitâbehû bişimâlihî feyeḳûlü yâ leytenî lem ûte kitâbiyeh.
Fakat kitabı kendisine solundan verilen kimse: \"Kitabım keşke bana verilmeseydi; keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim; bu iş keşke son bulmuş olsaydı; malım bana fayda vermedi; gücüm de kalmadı\" der.
Kitabı sol tarafından verilene gelince, der ki:\" Keşke, bana kitabım verilmeseydi!\"
Kitabı solundan verilenlere gelince, onlar, \"Keşke kitabım bana verilmeseydi,\" der,
Kitabı sol tarafından verilen ise der ki: \"Keşke kitabım verilmeseydi de,
Öz kitabı sol taraftan verilene gelince o şöyle der: \"Ah, ne olurdu, bana kitabım verilmeseydi!\"
Ama hesap defteri sol tarafından verilen kimse: “Eyvah der, keşke verilmez olaydı bu defterim!
Kitabı sol tarafından verilen ise der ki: \"Keşke bana Kitabım verilmeseydi!\"
وَلَمْ أَدْرِ مَا حِسَابِيَهْ ﴿٢٦﴾
Ve keşke bilmeseydim, nedir hesabım.
\"Hesabımı hiç bilmeseydim.\"
velem edri mâ ḥisâbiyeh.
Fakat kitabı kendisine solundan verilen kimse: \"Kitabım keşke bana verilmeseydi; keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim; bu iş keşke son bulmuş olsaydı; malım bana fayda vermedi; gücüm de kalmadı\" der.
\"Şu hesabımın ne olduğunu bilmeseydim!\"
\"Hesabımın ne olduğunu öğrenmeyeydim.\"
Hesabımın ne olduğunu bilmeseydim,
\"Hesabımın ne olduğunu hiç bilmemiş olsaydım.\"
Keşke hesabımı bilmez olaydım!
Şu hesabımı hiç bilmemiş olsaydım!
يَٰلَيْتَهَا كَانَتِ ٱلْقَاضِيَةَ ﴿٢٧﴾
Keşke ölümle olup bitseydi her işim.
\"Keşke o (ölüm herşeyi) kesip bitirseydi.
yâ leytehâ kâneti-lḳâḍiyeh.
Fakat kitabı kendisine solundan verilen kimse: \"Kitabım keşke bana verilmeseydi; keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim; bu iş keşke son bulmuş olsaydı; malım bana fayda vermedi; gücüm de kalmadı\" der.
Keşke onunla (ölümümle) her iş olup bitseydi!
\"Keşke ölümüm sonsuz olsaydı.\"
Ne olurdu o ölüm, iş bitirici olsaydı.
\"Ah, ne olurdu, iş bitmiş olsaydı!\"
N'olurdu, ölüm her şeyi bitirmiş olaydı!
Keşke (ölüm) işimi bitirmiş olsaydı!
مَآ أَغْنَىٰ عَنِّى مَالِيَهْ ۜ ﴿٢٨﴾
Bir fayda vermedi bana mallarım.
\"Malım bana hiçbir yarar sağlayamadı.\"
mâ agnâ `annî mâliyeh.
Fakat kitabı kendisine solundan verilen kimse: \"Kitabım keşke bana verilmeseydi; keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim; bu iş keşke son bulmuş olsaydı; malım bana fayda vermedi; gücüm de kalmadı\" der.
Malım bana hiç fayda sağlamadı;
\"Param bana yaramadı.\"
Malım bana hiç fayda vermedi.
\"Hiçbir işime yaramadı malım.\"
Servetim, malım bana fayda etmedi!
Malım bana hiçbir yarar sağlamadı.
هَلَكَ عَنِّى سُلْطَٰنِيَهْ ﴿٢٩﴾
Helak olup gitti gücümkuvvetim.
\"Güç ve kudretim yok olup gitti.\"
heleke `annî sülṭâniyeh.
Fakat kitabı kendisine solundan verilen kimse: \"Kitabım keşke bana verilmeseydi; keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim; bu iş keşke son bulmuş olsaydı; malım bana fayda vermedi; gücüm de kalmadı\" der.
Saltanatım da benden (koptu), yok olup gitti.
\"Tüm gücümü yitirdim.\"
Gücüm de benden yok olup gitti.\"
\"Sökülüp gitti benden saltanatım.\"
Bütün gücüm, iktidarım yok oldu gitti!”
Gücüm (saltanatım) benden yok olup gitti
خُذُوهُ فَغُلُّوهُ ﴿٣٠﴾
Tutun onu da zincirle bağlayın.
(Allah buyruk verir:) \"Onu tutuklayın, hemen bağlayın.\"
ḫuẕûhü fegullûh.
İlgililere şöyle buyurulur: \"O'nu alın, bağlayın.\"
Onu yakalayın da, (ellerini boynuna) bağlayın;
Yakalayın, bağlayın onu.
(Zebanilere şöyle denir): \"Onu yakalayın da bağlayın.\"
\"Tutun onu, derhal bağlayın onu!\"
Allah cehennem bekçilerine emir verir: “Tutun bağlayın onu, kelepçeleyin!”
(Allah, cehennemin muhafızlarına buyurur:) \"Tutun onu, bağlayın onu.\"
ثُمَّ ٱلْجَحِيمَ صَلُّوهُ ﴿٣١﴾
Sonra koca cehenneme atın.
\"Sonra çılgın alevlerin içine atın.\"
ŝümme-lceḥîme ṣallûh.
\"Sonra cehenneme yaslayın\"
Sonra alevli ateşe atın onu!
Ve sonra cehennemde yakın.
\"Sonra cehenneme atın onu.\"
\"Sonra cehenneme sallayın onu!\"
Sonra da cehenneme fırlatın.
Sonra cehenneme sallayın onu!
ثُمَّ فِى سِلْسِلَةٍۢ ذَرْعُهَا سَبْعُونَ ذِرَاعًۭا فَٱسْلُكُوهُ ﴿٣٢﴾
Sonra da onu, boyu yetmiş zira, bir zincire vurun.
\"Daha sonra onu, uzunluğu yetmiş arşın olan bir zincire vurup gönderin.\"
ŝümme fî silsiletin ẕer`uhâ seb`ûne ẕirâ`an feslükûh.
\"Sonra onu boyu yetmiş arşın olan zincire vurun\";
Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincir içinde oraya sokun!
Sonra, onu yetmiş arşın boyunda bir zincire vurun.
\"Sonra da boyu yetmiş arşın zincir içerisinde onu oraya sokun.\"
\"Sonra, boyu yetmiş arşın olan bir zincirde yollayın onu!\"
Sonra da onu, yetmiş arşın uzunluğundaki zincire vurun!”
Sonra uzunluğu yetmiş arşın olan zincire vurun onu!
إِنَّهُۥ كَانَ لَا يُؤْمِنُ بِٱللَّهِ ٱلْعَظِيمِ ﴿٣٣﴾
Şüphe yok ki o, pek ulu Allah'a inanmazdı.
\"Çünkü, o, büyük olan Allah'a iman etmiyordu.\"
innehû kâne lâ yü'minü billâhi-l`ażîm.
\"Çünkü, o, yüce Allah'a inanmazdı.\"
Çünkü o, ulu Allah'a iman etmezdi,
Çünkü o, Yüce ALLAH'a inanmıyordu.
Çünkü o, büyük Allah'a inanmıyordu.
\"Çünkü o, yüce Allah'a inanmıyordu.\"
Çünkü o, büyükler büyüğü Allah'a inanmazdı.
Çünkü o büyük Allah'a inanmıyordu.
وَلَا يَحُضُّ عَلَىٰ طَعَامِ ٱلْمِسْكِينِ ﴿٣٤﴾
Ve yoksulun yiyeceğine bakmazdı.
\"Yoksula yemek vermeye destekçi olmazdı.\"
velâ yeḥuḍḍu `alâ ṭa`âmi-lmiskîn.
\"Yoksulun yiyeceği ile ilgilenmezdi.\"
Yoksulu doyurmaya teşvik etmezdi.
Yoksullara yedirmeğe de çalışmıyordu.
Yoksula yedirmeye teşvik etmiyordu.
\"Yoksulu doyurmaya özendirmiyordu.\"
Çünkü o, fakiri doyurmayı teşvik etmezdi.
Yoksulu doyurmaya ön ayak olmuyurdu!
فَلَيْسَ لَهُ ٱلْيَوْمَ هَٰهُنَا حَمِيمٌۭ ﴿٣٥﴾
Artık bugün, ona, burada bir dost yok.
\"Bundan dolayı bugün, kendisine hiçbir sıcak dost yoktur.\"
feleyse lehü-lyevme hâhünâ ḥamîm.
\"Bu sebeple burada bugün onun bir acıyanı yoktur.\"
Bu sebeple, bugün burada onun candan bir dostu yoktur.
Bu yüzden onun buralarda bir dostu yoktur.
Bu sebeple bugün burada onun candan bir dostu yoktur.
\"Bugün onun için burada bir sıcak dost yoktur.\"
Bugün artık burada O'nun bir dostu olmaz.
Bugün burada onun için candan bir dost yoktur.
وَلَا طَعَامٌ إِلَّا مِنْ غِسْلِينٍۢ ﴿٣٦﴾
Ve irinden başka bir yemek de yok.
\"İrin ve kan karışımından başka bir yemek yoktur.\"
velâ ṭa`âmün illâ min gislîn.
\"Günahkarların yiyeceği olan kanlı irinden başka bir yiyeceği de yoktur.\"
İrinden başka yiyecek de yoktur.
Hiç bir yiyeceği de... İrin hariç,
Bir irinden başka yiyecek de yok.
\"Yıkananların atık sularından başka yemek de yoktur.\"
Yiyecek olarak da cehennemliklerin irininden başka bir şey bulunmaz.
İrinden başka yiyecek de yoktur.
لَّا يَأْكُلُهُۥٓ إِلَّا ٱلْخَٰطِـُٔونَ ﴿٣٧﴾
Onu da ancak suçlular yer.
\"Bunu da, hata edenlerden başkası yemez.\"
lâ ye'külühû ille-lḫâṭiûn.
\"Günahkarların yiyeceği olan kanlı irinden başka bir yiyeceği de yoktur.\"
Onu (bile bile )hata işleyenlerden başkası yemez.
Onu ancak günahkarlar yer.
Onu günahkârlardan başkası yemez.
\"Ki o atık suyu sadece günahkârlar yer.\"
Onu, büyük şirk suçunu işleyenlerden başkası yemez.
Onu, (bile bile) hata işleyenlerden başkası yemez.
فَلَآ أُقْسِمُ بِمَا تُبْصِرُونَ ﴿٣٨﴾
Artık iş, sizin sandığınız gibi değil, andolsun gördüğünüze.
Hayır; gördüklerinize yemin ederim,
felâ uḳsimü bimâ tübṣirûn.
Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, Kuran şerefli bir elçinin getirdiği sözdür.
Görebildikleriniz üzerine yemin ederim,
Yemin ederim gördüklerinize,
Andolsun gördüklerinize,
Hayır, sandıkları gibi değil! Yemin ederim gördüklerinize,
Yok, yok! gördüğünüz ve göremediğiniz âlemlere yemin olsun ki!
Yoo, yemin ederim; gördüklerinize,
وَمَا لَا تُبْصِرُونَ ﴿٣٩﴾
Ve görmediğinize.
Görmediklerinize de.
vemâ lâ tübṣirûn.
Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, Kuran şerefli bir elçinin getirdiği sözdür.
Ve göremediklerinize ki,
Ve görmediklerinize,
Ve görmediklerinize..
Ve görmediklerinize!
Yok, yok! gördüğünüz ve göremediğiniz âlemlere yemin olsun ki!
Ve görmediklerinize,
إِنَّهُۥ لَقَوْلُ رَسُولٍۢ كَرِيمٍۢ ﴿٤٠﴾
Şüphe yok ki bu, kerem sahibi bir elçinin sözü elbet.
Hiç şüphesiz o (Kur'an), şerefli bir elçinin kesin sözüdür.
innehû leḳavlü rasûlin kerîm.
Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, Kuran şerefli bir elçinin getirdiği sözdür.
Hiç şüphesiz o (Kur'an), çok şerefli bir elçinin sözüdür.
Ki bu şerefli bir elçinin (getirdiği) sözdür.
Kuşkusuz Kur'ân, şerefli bir peygamberin (Allah'tan) getirdiği sözdür.
Ki o, çok soylu bir elçinin sözüdür.
Bu Kur'ân, pek kerim bir Resulün sözüdür.
Ki, o (Kur'an) elbette değerli bir elçinin sözüdür.
وَمَا هُوَ بِقَوْلِ شَاعِرٍۢ ۚ قَلِيلًۭا مَّا تُؤْمِنُونَ ﴿٤١﴾
Ve bu, şair sözü değil, ne de az inanırsınız.
O, bir şairin sözü değildir. Ne az inanıyorsunuz?
vemâ hüve biḳavli şâ`ir. ḳalîlem mâ tü'minûn.
O, şair sözü değildir; ne az inanıyorsunuz!
Ve o, bir şair sözü değildir. Ne de az iman ediyorsunuz!
O bir şair sözü değildir; ne de az inanıyorsunuz?
O bir şair sözü değildir, siz çok az inanıyorsunuz.
Bir şairin sözü değildir o. Ne kadar da az inanıyorsunuz?
O, bir şairin sözü değildir, inanmanız ne de az sizin!
O, bir şa'irin sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz!
وَلَا بِقَوْلِ كَاهِنٍۢ ۚ قَلِيلًۭا مَّا تَذَكَّرُونَ ﴿٤٢﴾
Ve kahin sözü de değil, ne de az düşünürsünüz.
Bir kahinin de sözü değildir. Ne az öğüt alıp-düşünüyorsunuz?
velâ biḳavli kâhin. ḳalîlem mâ teẕekkerûn.
Kahin sözü de değildir; ne az düşünüyorsunuz!
Bir kahin sözü de değildir (o). Ne de az düşünüyorsunuz!
Kahin sözü de değildir; ne de az düşünüyorsunuz?
Bir kâhin sözü de değildir, ne de az düşünüyorsunuz!
Bir kâhinin sözü de değildir o. Ne kadar da az araştırıp düşünüyorsunuz?
O bir kâhinin sözü de değil! Ne de az düşünüyorsunuz!
Bir kahinin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!
تَنزِيلٌۭ مِّن رَّبِّ ٱلْعَٰلَمِينَ ﴿٤٣﴾
Âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.
Alemlerin Rabbinden bir indirilmedir.
tenzîlüm mir rabbi-l`âlemîn.
Kuran, Alemlerin Rabbinden indirilmedir.
(O), alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.
Evrenlerin Rabbinden indirilmedir.
O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmedir.
Âlemlerin Rabbi'nden bir indiriştir o.
O, Rabbülâlemin'den indirilen bir derstir.
Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.
وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ ٱلْأَقَاوِيلِ ﴿٤٤﴾
Ve eğer bize isnad ederek bazı laflar etseydi.
Eğer o, Bize karşı bazı sözleri uydurup-söylemiş olsaydı.
velev teḳavvele `aleynâ ba`ḍa-l'eḳâvîl.
Eğer o (Muhammed), Bize karşı, ona bazı sözler katmış olsaydı, Biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık.
Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı,
O bize bazı sözler yakıştırsa,
O, bize isnâden bazı sözler uydurmaya kalkışsaydı,
Eğer bazı lafları bizim sözlerimiz diye ortaya sürseydi,
Eğer o Resul bizim adımıza birtakım sözler uydursaydı, onu elimizle yakalar, sonra da onun şah damarını keserdik.
Eğer o, (Muhammed), bazı laflar uydurup bize iftira etseydi,
لَأَخَذْنَا مِنْهُ بِٱلْيَمِينِ ﴿٤٥﴾
Elbette onu kudretimizle alırdık.
Muhakkak onun sağ-elini (bütün güç ve kudretini) çekip-alıverirdik.
leeḫaẕnâ minhü bilyemîn.
Eğer o (Muhammed), Bize karşı, ona bazı sözler katmış olsaydı, Biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık.
Elbette onu kıskıvrak yakalardık.
Biz onu kuvvetle yakalar,
Elbette biz onu bundan dolayı kuvvetle yakalardık.
Yemin olsun, ondan sağ elini koparırdık.
Eğer o Resul bizim adımıza birtakım sözler uydursaydı, onu elimizle yakalar, sonra da onun şah damarını keserdik.
Elbette onun sağ(elini veya kuvvet)ini alırdık.
ثُمَّ لَقَطَعْنَا مِنْهُ ٱلْوَتِينَ ﴿٤٦﴾
Sonra da elbette şah damarını çeker koparırdık.
Sonra onun can damarını elbette keserdik.
ŝümme leḳaṭa`nâ minhü-lvetîn.
Eğer o (Muhammed), Bize karşı, ona bazı sözler katmış olsaydı, Biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık.
Sonra onun can damarını koparırdık (onu yaşatmazdık).
Sonra, ondan vahyi keserdik.
Sonra da onun şah damarını keser atardık.
Sonra ondan can damarını mutlaka keserdik.
Eğer o Resul bizim adımıza birtakım sözler uydursaydı, onu elimizle yakalar, sonra da onun şah damarını keserdik.
Sonra onun can damarını keserdik.
فَمَا مِنكُم مِّنْ أَحَدٍ عَنْهُ حَٰجِزِينَ ﴿٤٧﴾
Artık buna mani olamazdı sizden hiçbir kimsecik.
O zaman, sizden hiç kimse araya girerek bunu kendisinden engelleyip-uzaklaştıramazdı.
femâ minküm min eḥadin `anhü ḥâcizîn.
Hiçbiriniz de onu koruyamazdınız.
Hiçbiriniz buna mani de olamazdınız.
Ve sizden kimse de buna engel olamazdı.
O vakit sizden hiçbiriniz ona siper de olamazdınız.
Sizin hiçbiriniz ona siper de olamazdınız.
Sizden kimse de buna mani olamazdı.
Sizden hiç kimse buna engel olamazdı.
وَإِنَّهُۥ لَتَذْكِرَةٌۭ لِّلْمُتَّقِينَ ﴿٤٨﴾
Ve şüphe yok ki Kur'an, çekinenlere öğüttür.
Çünkü o (Kur'an, Allah'tan sakınan) muttakiler için bir öğüttür.
veinnehû leteẕkiratül lilmütteḳîn.
Doğrusu Kuran Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir öğüttür.
Doğrusu o (Kur'an), takva sahipleri için bir öğüttür.
Kuşkusuz bu, erdemliler için bir hatırlatmadır.
O hiç kuşkusuz, takva sahipleri için unutulmayacak bir öğüttür.
Gerçek şu ki o, sakınanlar için tam bir uyarıcı ve düşündürücüdür.
Şüphesiz o müttakiler için bir irşaddır. [41,44; 2,2]
O (Kur'an), korunanlar için bir öğüttür.
وَإِنَّا لَنَعْلَمُ أَنَّ مِنكُم مُّكَذِّبِينَ ﴿٤٩﴾
Ve şüphe yok ki biz, elbette biliriz, sizden, yalanlayanlar vardır.
Elbette Biz, içinizde yalanlayanların bulunduğunu biliyoruz.
veinnâ lena`lemü enne minküm mükeẕẕibîn.
İçinizde yalanlayanlar bulunduğunu şüphesiz bilmekteyiz.
İçinizde (onu) yalan sayanlar bulunduğunu şüphesiz bilmekteyiz.
İçinizden yalanlayanlar olduğunu iyi biliyoruz.
Bununla beraber biz biliyoruz ki sizden inanmayanlar var.
Ve biz, içinizden onu yalanlayanların bulunduğunu kesinlikle biliyoruz.
Elbette sizden bazılarının Peygamberi “yalancı” saydığını biliriz.
Biz, içinizde yalanlayanlar bulunduğunu elbette biliyoruz.
وَإِنَّهُۥ لَحَسْرَةٌ عَلَى ٱلْكَٰفِرِينَ ﴿٥٠﴾
Ve şüphe yok ki Kur'an, kafirlere adeta bir hasrettir.
Gerçekten o (Kur'an), kafirler için bir hasrettir.
veinnehû leḥasratün `ale-lkâfirîn.
Doğrusu Kuran, inkarcılar için bir üzüntüdür.
Muhakkak o, kafirler için bir iç yarasıdır.
O, inkarcılar için bir üzüntü kaynağıdır.
Kuşkusuz bu Kur'ân kafirler için bir pişmanlık vesilesidir.
Ve o, gerçeği örten nankörler/inkârcılar için tam bir hasrettir.
Şüphesiz o, kâfirler için büyük bir pişmanlık ve karşılaşacakları kesin bir gerçektir. [26,200-201; 34,54]
Doğrusu o, kafirler için hasrettir.
وَإِنَّهُۥ لَحَقُّ ٱلْيَقِينِ ﴿٥١﴾
Ve şüphe yok ki o, elbette gerçeğin ta kendisidir.
Ve şüphesiz o, kesin bir gerçektir (hakku'l-yakîn).
veinnehû leḥaḳḳu-lyeḳîn.
O, şüphesiz kesin gerçektir.
Ve o, gerçekten kat'i bilginin ta kendisidir.
O, kuşkusuz mutlak gerçektir.
Gerçekten o, şüphe götürmez bir bilgidir.
Ve o, kesin bilginin tam gerçeğidir.
Şüphesiz o, kâfirler için büyük bir pişmanlık ve karşılaşacakları kesin bir gerçektir. [26,200-201; 34,54]
O, kesin gerçektir.
فَسَبِّحْ بِٱسْمِ رَبِّكَ ٱلْعَظِيمِ ﴿٥٢﴾
Artık pek ulu Rabbinin adını anarak tenzih et onu.
Öyleyse, büyük Rabbini ismiyle tesbih et.
fesebbiḥ bismi rabbike-l`ażîm.
Öyleyse çok büyük olan Rabbinin adını tesbih et.
O halde, ulu Rabbinin adını yüceltip noksanlıklardan tenzih et.
Öyleyse Büyük olan Rabbinin ismini yücelt.
O halde, haydi tesbih et Rabbinin yüce ismiyle
Hadi artık, yüce Rabbinin adını tespih et!
O halde, (ey şanlı Elçi)! Haydi sen de Rabbinin yüce adını zikret!
Öyleyse ulu Rabbinin adını tesbih et (O'nun eksikliklerinden uzak, yücelerden yüce olduğunu an).