Settings
Surah The man [Al-Insan] in Turkish
هَلْ أَتَىٰ عَلَى ٱلْإِنسَٰنِ حِينٌۭ مِّنَ ٱلدَّهْرِ لَمْ يَكُن شَيْـًۭٔا مَّذْكُورًا ﴿١﴾
Gerçekten de insana, zamanın bir çağı gelmişti ki anılır bir şey bile değildi insan.
Gerçek şu ki, insanın üzerinden, daha kendisi anılmaya değer bir şey değilken, uzun zamanlardan (dehr) bir süre (hin) gelip-geçti.
hel etâ `ale-l'insâni ḥînüm mine-ddehri lem yekün şey'em meẕkûrâ.
İnsanoğlu, var edilip bahse değer bir şey olana kadar, şüphesiz, uzun bir zaman geçmemiş midir?
İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi?
İnsanın üzerinden, kendisinin anılmaya değer bir şey olmadığı bir zaman periyodu geçmemiş midir?
Gerçekten insan üzerine dehirden (zamandan) öyle bir müddet geldi ki o zaman o, anılmaya değer bir şey değildi.
İnsan üzerinden, henüz anılan bir şey olmadığı bir süre geçmedi mi zamandan?
Dehrin akışı içinde öyle zaman geçti ki, o dönemde, insanın adı bile anılmazdı.
İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi?
إِنَّا خَلَقْنَا ٱلْإِنسَٰنَ مِن نُّطْفَةٍ أَمْشَاجٍۢ نَّبْتَلِيهِ فَجَعَلْنَٰهُ سَمِيعًۢا بَصِيرًا ﴿٢﴾
Şüphe yok ki biz insanı, bir katre sudan, erkeklik suyuyla kadınlık suyunun rahimde birleşmesinden yarattık sınamak için, derken onu, duyar, görür bir hale getirdik.
Şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık.
innâ ḫalaḳne-l'insâne min nuṭfetin emşâc. nebtelîhi fece`alnâhü semî`am beṣîrâ.
Biz insanı katışık bir nutfeden yaratmışızdır; onu deneriz; bu yüzden, onun işitmesini ve görmesini sağlamışızdır.
Gerçek şu ki, biz insanı katışık bir nutfeden (erkek ve kadının dölünden) yarattık; onu imtihan edelim diye, kendisini işitir ve görür kıldık.
Biz insanı bir sıvı karışımdan yarattık ki onu sınayalım. Bu yüzden onu işiten ve gören yaptık.
Doğrusu biz insanı, imtihan etmek için karışık bir nutfeden (erkek ve kadın sularından) yarattık da onu işitici, görücü yaptık.
Doğrusu, biz insanı karışım olan bir spermden yarattık. Halden hale geçiririz onu. Sonunda onu işitici, görücü yaptık.
Biz insanı katışık bir meniden yarattık. Onu denemek istiyoruz; bu sebeple de kendisini işiten ve gören bir varlık yaptık. [67,2; 18,7]
Doğrusu biz insanı, imtihan etmek için karışık bir nutfeden yarattık da onu işitici, görücü yaptık.
إِنَّا هَدَيْنَٰهُ ٱلسَّبِيلَ إِمَّا شَاكِرًۭا وَإِمَّا كَفُورًا ﴿٣﴾
İster şükretsin, ister nankör olsun, gerçekten de biz ona doğru yolu gösterdik.
Biz ona yolu gösterdik; (artık o,) ya şükredici olur ya da nankör.
innâ hedeynâhü-ssebîle immâ şâkirav veimmâ kefûrâ.
Şüphesiz ona yol gösterdik; buna kimi şükreder, kimi de nankörlük.
Şüphesiz biz ona (doğru) yolu gösterdik. İster şükredici olsun ister nankör.
Ona yolu gösterdik; ya şükredendir, ya da nankör.
Kuşkusuz biz ona yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör.
Biz onu yola kılavuzladık. Artık ya şükredici olur ya nankör.
Ona yolu da gösterdik: artık ister şükreder, ister nankör ve kâfir olur.
Biz ona yolu gösterdik: Ya şükredici veya nankör olur.
إِنَّآ أَعْتَدْنَا لِلْكَٰفِرِينَ سَلَٰسِلَا۟ وَأَغْلَٰلًۭا وَسَعِيرًا ﴿٤﴾
Şüphe yok ki kafirlere zincirleri, boyundurukları ve yakıp kavuran cehennemi hazırladık.
Doğrusu Biz kafirlere zincirler, demir halkalar (tomruklar) ve çılgınca yanan bir ateş hazırladık.
innâ a`tednâ lilkâfirîne selâsile veaglâlev vese`îrâ.
Doğrusu, inkarcılar için zincirler, demir halkalar ve çılgın alevli cehennem hazırladık.
Doğrusu biz, kafirler için zincirler; demir halkalar ve alevli bir ateş hazırladık.
İnkarcılar için zincirler, prangalar ve alevli bir ateş hazırlamışızdır.
Çünkü biz, kâfirler için zincirler, demir halkalar ve alevli bir ateş hazırlamışızdır.
Biz, nankörler için zincirler, bukağılar ve kızgın bir ateş hazırladık.
Biz kâfirlere zincirler, kelepçeler, alevli ateşler hazırladık.
Biz, kafirler için zincirler, demir halkalar ve alevli bir ateş hazırlamışızdır.
إِنَّ ٱلْأَبْرَارَ يَشْرَبُونَ مِن كَأْسٍۢ كَانَ مِزَاجُهَا كَافُورًا ﴿٥﴾
İtaat eden ve iyilikte bulunanlar, şüphe yok ki kaselerle şaraplar içerler ki kafur ırmağının suyu da karıştırılmıştır bu şaraba.
Şüphesiz ki iyiler (ebrar), karışımı kafur olan bir kadehten içerler.
inne-l'ebrâra yeşrabûne min ke'sin kâne mizâcühâ kâfûrâ.
Şüphesiz iyiler kafur katılmış bir tastan içerler.
İyiler ise, kafur katılmış bir kadehten (cennet şarabı) içerler.
İyiler ise, kafur (CHO) karıştırılmış bir kadehten içerler.
Kuşkusuz iyiler de karışımı kâfûr olan dolgun bir kadehten içerler.
İyilere gelince, onlar, karışımı kâfur olan bir kadehten içerler.
İyi insanlar ise, kâfur suyu ile hazırlanmış içecek kâselerini yudumlarlar.
İyiler de, karışımı kafur olan bir kadehten içerler.
عَيْنًۭا يَشْرَبُ بِهَا عِبَادُ ٱللَّهِ يُفَجِّرُونَهَا تَفْجِيرًۭا ﴿٦﴾
Allah'ın has kullarının içtiği bu şarap, bir kaynaktan çıkar ki onlar, diledikleri gibi, diledikleri yerlerde, onu akıtıp fışkırtırlar.
Allah'ın kullarının kendisinden içtikleri bir kaynak; onu fışkırttıkça fışkırtıp akıtırlar.
`ayney yeşrabü bihâ `ibâdü-llâhi yüfeccirûnehâ tefcîrâ.
Bu ancak Allah'ın kullarının taşıra taşıra içebileceği bir pınardır.
(Bu,) Allah'ın has kullarının içtikleri ve akıttıkça akıttıkları bir pınardır.
ALLAH'ın kullarının taşıra taşıra içtikleri bir kaynak...
Bir kaynak ki ondan Allah'ın kulları içerler, güzel yollar açarak akıtırlar onu.
Bir kaynak ki, Allah'ın kulları ondan içerler ve onu fışkırtarak akıtırlar.
Bu, Allah'ın has kullarının içip, istedikleri yere akıttıkları bir kaynaktır.
Bir kaynak ki Allah'ın kulları ondan içerler, (istedikleri yere de) fışkırtarak akıtırlar.
يُوفُونَ بِٱلنَّذْرِ وَيَخَافُونَ يَوْمًۭا كَانَ شَرُّهُۥ مُسْتَطِيرًۭا ﴿٧﴾
Adaklarını yerine getirir onlar ve şerri, her yanı saran, kaplayan günden korkarlar.
Adaklarını yerine getirirler ve şerri (kötülüğü) yaygın olan bir günden korkarlar.
yûfûne binneẕri veyeḫâfûne yevmen kâne şerruhû müsteṭîrâ.
Onlar verdikleri sözleri yerine getirirler, fenalığı yaygın olan bir günden korkarlar.
O kullar, şiddeti her yere yayılmış olan bir günden korkarak verdikleri sözü yerine getirirler.
Onlar sözlerini yerine getirirler ve alabildiğine kötü olan bir günden korkarlar.
O kullar adaklarını yerine getirirler ve fenalığı salgın (olan) bir günden korkarlar.
Onlar verdikleri sözü tam bir biçimde yerine getirirler ve kötülüğü salgın olan bir günden korkarlar.
Bu kullar, dünya hayatında iken sözlerinde durur, adadıkları şeyi yerine getirir ve felaketi bütün ufukları tutan kıyamet gününden endişe ederlerdi.
Adaklarını yerine getirirler ve şerri salgın olan bir günden korkarlar.
وَيُطْعِمُونَ ٱلطَّعَامَ عَلَىٰ حُبِّهِۦ مِسْكِينًۭا وَيَتِيمًۭا وَأَسِيرًا ﴿٨﴾
Ve ona ihtiyaçları olduğu halde yemeklerini yoksula ve yetime ve tutsağa verirler, onları doyururlar.
Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler.
veyuṭ`imûne-ṭṭa`âme `alâ ḥubbihî miskînev veyetîmev veesîrâ.
Onlar içleri çektiği halde, yiyeceği yoksula, öksüze ve esire yedirirler.
Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler.
Yoksula, öksüze ve tutsağa sevdikleri yiyecekleri yedirirler.
Düşküne, yetime ve esire seve seve yemek yedirirler.
Yoksula, yetime ve esire, yemeği severek yedirirler.
Kendileri de ihtiyaç duydukları halde yiyeceklerini, sırf Allah'ın rızasına ermek için fakire, yetime ve esire ikram ederler.
Yosula, yetime ve esire sevdikleri yemeği yedirirler:
إِنَّمَا نُطْعِمُكُمْ لِوَجْهِ ٱللَّهِ لَا نُرِيدُ مِنكُمْ جَزَآءًۭ وَلَا شُكُورًا ﴿٩﴾
Sizi, ancak Allah rızası için doyurmadayız ve sizden istemeyiz ne bir karşılık, ne bir şükür.
\"Biz size, ancak Allah'ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür.\"
innemâ nuṭ`imüküm livechi-llâhi lâ nürîdü minküm cezâev velâ şükûrâ.
\"Biz sizi ancak Allah rızası için doyuruyoruz, bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Doğrusu biz çok asık suratların bulunacağı bir günde Rabbimizden korkarız\" derler.
\"Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz.\"
\"Biz sizi ALLAH rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür beklemiyoruz.\"
\"Size sırf Allah rızası için yemek yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz.\"
\"Biz size yalnız ve yalnız Allah rızası için yediriyoruz. Sizden bir karşılık da bir teşekkür de istemiyoruz;
Ve derler ki: “Biz size sırf Allah rızası için ikram ediyoruz, yoksa sizden karşılık istemediğimiz gibi bir teşekkür bile beklemiyoruz.”
Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz.
إِنَّا نَخَافُ مِن رَّبِّنَا يَوْمًا عَبُوسًۭا قَمْطَرِيرًۭا ﴿١٠﴾
Şüphe yok ki biz, suratları astıran, azabı pek şiddetli olan gün, Rabbimizden korkarız.
\"Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimiz'den korkuyoruz.\"
innâ neḫâfü mir rabbinâ yevmen `abûsen ḳamṭarîrâ.
\"Biz sizi ancak Allah rızası için doyuruyoruz, bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Doğrusu biz çok asık suratların bulunacağı bir günde Rabbimizden korkarız\" derler.
\"Biz, çetin ve belalı bir günde Rabbimizden (O'nun azabına uğramaktan) korkarız\" (derler).
\"Biz, suratsız ve belalı bir günden ötürü Rabbimizden çekiniriz.\"
\"Biz sert ve belalı bir günde Rabbimizden korkarız.\" derler.
Çünkü biz, asık suratlı, sert bir gün yüzünden Rabbimizden korkarız.\" derler.
Biz, yüzleri ekşiten asık suratlı o günde Rabbimizin gazabından korkarız.”
Çünkü biz suratsız, çok katı bir gün(ün azabın)dan ötürü Rabbimizden korkarız. (derler).
فَوَقَىٰهُمُ ٱللَّهُ شَرَّ ذَٰلِكَ ٱلْيَوْمِ وَلَقَّىٰهُمْ نَضْرَةًۭ وَسُرُورًۭا ﴿١١﴾
Derken Allah da korumuştur onları, bugünün şerrinden ve yüzlerine bir parlaklık, gönüllerine bir sevinçtir, vermiştir.
Artık Allah, onları böyle bir günün şerrinden korumuş ve onlara parıltılı bir aydınlık ve bir sevinç vermiştir.
feveḳâhümü-llâhü şerra ẕâlike-lyevmi veleḳḳâhüm naḍratev vesürûrâ.
Allah da onları bu yüzden o günün fenalığından korur; onların yüzüne parlaklık ve neşe verir.
İşte bu yüzden Allah onları o günün fenalığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir.
Nitekim, ALLAH onları o günün kötülüğünden korur ve onlara neşe ve sevinç verir.
Allah da onları o günün fenalığından korur, yüzlerine parlaklık, gönüllerine sevinç verir.
Allah da onları o günün şerrinden korumuş ve kendilerini bir parlaklığa, bir sevince ulaştırmıştır.
Allah da onları o günün felaketinden korur, onların yüzlerine nûr, gönüllerine sürûr verir.
Allah da onları, o günün şerrinden korumuş, onlar(ın yüzlerin)e parlaklık ve (gönüllerine) sevinç vermiştir.
وَجَزَىٰهُم بِمَا صَبَرُوا۟ جَنَّةًۭ وَحَرِيرًۭا ﴿١٢﴾
Ve sabretmelerine karşılık da mükafatları, cennettir ve ipeklilerdir.
Ve sabretmeleri dolayısıyla cennetle ve ipekle ödüllendirmiştir.
vecezâhüm bimâ ṣaberû cennetev veḥarîrâ.
Sabırlarının karşılığı, cennet ve oradaki ipeklerdir.
Sabretmelerine karşılık onlara cenneti ve (cennetteki) ipekleri lütfeder.
Direndikleri için onları bahçe ve ipekle ödüllendirir.
Sabırlarına karşılık onlara bir cennet ve ipekten elbiseler verir.
Sabretmelerine karşılık olarak da onları bir bahçe ve ipekle ödüllendirmiştir.
Sabretmelerine karşılık onlara cennetler, ipekler ihsan eder.
Sabrettiklerinden dolayı onları cennet ve ipekle ödüllendirmiştir!
مُّتَّكِـِٔينَ فِيهَا عَلَى ٱلْأَرَآئِكِ ۖ لَا يَرَوْنَ فِيهَا شَمْسًۭا وَلَا زَمْهَرِيرًۭا ﴿١٣﴾
Yaslanırlar orada tahtlara, orada ne güneş görürler, ne zemheri.
Orada tahtlar üzerinde yaslanıp-dayanmışlardır. Orada ne (yakıcı) bir güneş ve ne de dondurucu bir soğuk görürler.
müttekiîne fîhâ `ale-l'erâik. lâ yeravne fîhâ şemsev velâ zemherîrâ.
Orada tahtlara yaslanırlar; orada yakıcı sıcak ve dondurucu soğuk görmezler.
Orada koltuklara kurulmuş olarak bulunurlar; ne yakıcı sıcak görülür orada, ne de dondurucu soğuk.
Orada koltuklara yaslanırlar; orada ne (yakıcı) güneş ne de dondurucu soğuk görürler.
Orada donatılmış koltuklar üzerine dayanmışlardır: Orada ne yakıcı güneş görürler, ne de şiddetli soğuk.
Koltuklar üzerine yaslanarak otururlar orada. Ne bir güneş görürler orada ne de kavurucu bir soğuk...
Koltuklarında diledikleri gibi dinlenir, orada ne güneş sıcağı görürler, ne de dondurucu soğuklara uğrarlar.
Orada divanlar üzerinde yastıklara dayanırlar. Orada ne (yakıcı) güneş görürler, ne de dondurucu soğuk.
وَدَانِيَةً عَلَيْهِمْ ظِلَٰلُهَا وَذُلِّلَتْ قُطُوفُهَا تَذْلِيلًۭا ﴿١٤﴾
Ağaçların gölgeleri, yakındır onlara ve meyveleri, adamakıllı ram olmuştur onlara.
(Meyvelerin) Gölgeleri onlara pek yakın ve devşirilmeleri kolaylaştırıldıkça kolaylaştırılmış.
vedâniyeten `aleyhim żilâlühâ veẕüllilet ḳuṭûfühâ teẕlîlâ.
Meyve ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkmış ve onların koparılması kolaylaştırılmıştır.
(Cennet ağaçlarının) gölgeleri, üzerlerine sarkar; kolayca koparılabilen meyveleri istifadelerine sunulur.
Ağaçların gölgesi üzerlerine sarkmış ve meyveler yaklaştırılarak koparılmaları kolaylaştırılmıştır.
Üzerlerine cennet gölgeleri sarkmış, meyveleri bol bol önlerine konmuştur.
Bahçenin gölgeleri üzerlerine eğilmiştir. Ve bahçenin meyveleri iyice yaklaştırılmıştır.
Cennet ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkar, meyveleri devşirmeleri pek kolay olur.
Cennetin gölgeleri, üzerlerine yaklaşmış, meyvaları da aşağı eğdirildikçe eğdirilmiştir.
وَيُطَافُ عَلَيْهِم بِـَٔانِيَةٍۢ مِّن فِضَّةٍۢ وَأَكْوَابٍۢ كَانَتْ قَوَارِيرَا۠ ﴿١٥﴾
Ve sunulur onlara gümüş kadehler ve sırça sağraklar.
Çevrelerinde gümüşten billur kablar, kupalar dolaştırılır.
veyüṭâfü `aleyhim biâniyetim min fiḍḍativ veekvâbin kânet ḳavârîrâ.
Çevrelerinde gümüş kaplar ve billur kaseler dolaştırılır.
Yanlarında gümüşten kaplar ve billur kupalar dolaştırılır.
Onlara gümüş tepsiler ve şeffaf bardaklarda sunulur.
Yanlarında gümüşten kaplar, billur kupalar dolaştırılır.
Çevrelerinde, gümüşten ve billurdan kaplar dolaştırılır. Kupalardır onlar.
Etraflarında hizmet edenler gümüş kaplar, billur kâseler, gümüşî parlaklıkta billur kupalarla dolaşır, onlara ikram ederler.Cennetlikler içeceklerini kendi iştahları ölçüsünce tayin ederler.
Yanlarında gümüş kablar, billur kupalar dolaştırılır.
قَوَارِيرَا۟ مِن فِضَّةٍۢ قَدَّرُوهَا تَقْدِيرًۭا ﴿١٦﴾
Öylesine sırça ki incecik gümüşten ve hepsini de içecekleri miktara, susuzluklarına göre ölçmüşlerdir adeta.
Gümüşten billur kaplar ki, onları belli bir ölçüyle tespit etmişlerdir.
ḳavârîrae min fiḍḍatin ḳadderûhâ taḳdîrâ.
Billurları gümüş gibi parlaktır, onları ölçüp ölçüp dağıtırlar.
Gümüşten öyle kadehler ki onları istedikleri ölçüde tayin ve takdir etmişlerdir.
Gümüşten yapılmış şeffaf bardaklar... Onları tam olarak haketmişlerdir.
Gümüşten öyle kadehler ki onları türlü türlü biçimlere koymuşlardır.
Gümüşten kupalar ki, tam diledikleri ölçüde belirlemişlerdir onları.
Etraflarında hizmet edenler gümüş kaplar, billur kâseler, gümüşî parlaklıkta billur kupalarla dolaşır, onlara ikram ederler.Cennetlikler içeceklerini kendi iştahları ölçüsünce tayin ederler.
Öyle gümüş kadehler ki onları istedikleri ölçüde takdir etmişlerdir (istedikleri kadar içki alırlar).
وَيُسْقَوْنَ فِيهَا كَأْسًۭا كَانَ مِزَاجُهَا زَنجَبِيلًا ﴿١٧﴾
Ve bir kadehle susuzlukları giderilir ki içindeki şaraba zencefil karıştırılmıştır.
Orada onlara bir kadeh içirilir ki, karışımı zencefildir.
veyüsḳavne fîhâ ke'sen kâne mizâcühâ zencebîlâ.
Orada, zencefil karışık bir tasla içirilirler.
Onlara orada bir kaseden içirilir ki (bu şarabın) karışımında zencefil vardır.
Orada zencefil (ginger) karıştırılmış bir kadehten içirilirler.
Onlara orada bir dolu kadeh sunulur ki, karışımı zencefildir.
Orada kendilerine karışımı zencefil olan bir kadehten içirilir.
Onlara karışımında zencefil bulunan kadehler ikram edilir.
Onlara orada, karışımı zencefil olan kadehten içirilir.
عَيْنًۭا فِيهَا تُسَمَّىٰ سَلْسَبِيلًۭا ﴿١٨﴾
Orada bulunan ve şarılşarıl akan, her yana giden, boğazdan kayan selsebil kaynağından.
Bir pınar ki orada \"selsebil\" olarak adlandırılır.
`aynen fîhâ tüsemmâ selsebîlâ.
O pınara \"Selsebil\" denir.
(Bu şarap) orada bir pınardandır ki adına Selsebil denir.
Bir kaynak ki, ona \"Selsebil\" denir.
Bu orada bir pınardır ki, adına \"selsebil\" derler.
Bir pınar ki, orada, selsebil diye anılır.
Bu içecekler, adı Selsebil olan pınardandır.
Bir çeşme ki adına Selsebil denir.
۞ وَيَطُوفُ عَلَيْهِمْ وِلْدَٰنٌۭ مُّخَلَّدُونَ إِذَا رَأَيْتَهُمْ حَسِبْتَهُمْ لُؤْلُؤًۭا مَّنثُورًۭا ﴿١٩﴾
Etraflarında, ölümsüz delikanlılar dolaşır, onları görünce sanırsın ki saçılmış incilerdir.
Çevrelerinde (gençlikleri ve dinçlikleri) ebedi kılınmış civanlar dolaşır-durur; sen onları gördüğün zaman saçılmış birer inci sanırsın.
veyeṭûfü `aleyhim vildânüm müḫalledûn. iẕâ raeytehüm ḥasibtehüm lü'lüem menŝûrâ.
Yanlarında ölümsüz gençler dolaşır; onları gördüğünde saçılmış birer inci sanırsın.
O insanların etrafında öyle ölümsüz genç nedimler dolaşır ki, onları gördüğünde, etrafa saçılıp dağılmış inciler sanırsın.
Onlara ölümsüz gençler servis yapacaktır. Onları görsen, kendilerini saçılmış inci sanırsın.
Etraflarında ölümsüz hizmetçiler dolaşır, onları görünce saçılmış inciler sanırsın.
Dolaşır çevrelerinde, sürekli görevlendirilmiş gençler. Görseydin onları, dizilmiş inciler sanırdın.
Etraflarında ebedî cennet çocukları dolaşır durur ki, onları gördüğünde parlaklıklarından ötürü etrafa saçılan inciler sanırsın.
Çevrelerinde de (öyle) ölümsüz gençler dolaşır ki, onları görsen, kendilerini saçılmış inci sanırsın.
وَإِذَا رَأَيْتَ ثَمَّ رَأَيْتَ نَعِيمًۭا وَمُلْكًۭا كَبِيرًا ﴿٢٠﴾
Ne yana baksan nimetler görürsün, ne yana baksan, pek büyük ve zevalsiz bir saltanat ve devletler.
Her nereye baksan, bir nimet ve büyük bir mülk görürsün.
veiẕâ raeyte ŝemme raeyte ne`îmev vemülken kebîrâ.
Oranın neresine baksan, nimet ve büyük bir saltanat görürsün.
Ne yana bakarsan bak, (yığınla) nimet ve ulu bir saltanat görürsün.
Nereye baksan nimetler ve büyük bir yönetim görürsün.
Orada nereye baksan bir nimet ve pek büyük bir mülk görürsün.
Oraya baktığında, nereye göz atsan büyük bir nimet, büyük bir mülk ve yönetim görürsün.
Hangi tarafa baksan hep nimet, servet, ihtişam, büyük bir saltanat görürsün.
Orada nereye baksan, bir ni'met ve büyük bir mülk görürsün.
عَٰلِيَهُمْ ثِيَابُ سُندُسٍ خُضْرٌۭ وَإِسْتَبْرَقٌۭ ۖ وَحُلُّوٓا۟ أَسَاوِرَ مِن فِضَّةٍۢ وَسَقَىٰهُمْ رَبُّهُمْ شَرَابًۭا طَهُورًا ﴿٢١﴾
Üstlerinde, ipincecik yeşil ve ipek elbiseler, kalın ipekten dokunmuş libaslar vardır ve gümüş bilezikler takınırlar ve Rableri, onları tertemiz bir şarapla suvarır.
Onların üzerinde hafif ipek ve ağır işlenmiş atlastan yeşil elbiseler vardır. Gümüşten bileziklerle bezenmişlerdir. Rableri onlara tertemiz bir şarab içirmiştir.
`âliyehüm ŝiyâbü sündüsin ḫuḍruv veistebraḳ. veḥullû esâvira min fiḍḍah. veseḳâhüm rabbühüm şerâben ṭahûrâ.
Üzerlerinde ince yeşil ipekli, parlak atlastan elbiseler vardır; gümüş bileziklerle süslenmişlerdir Rableri onlara tertemiz içecekler içirir.
Üzerlerinde yeşil ipekten ince ve kalın elbiseler vardır; gümüş bilezikler takınmışlardır. Rableri onlara tertemiz bir içki içirir.
Üstlerinde yeşil kadifeden elbiseler ve ipekler vardır. Gümüş bilezikler takınmışlardır. Rab'leri onlara temiz bir içecek içirir.
Üstlerinde zarif ve yeşil, kalın ipekten bir elbise vardır. Gümüş bileziklerle süslenmişlerdir. Rableri onlara temiz bir içecek içirmiştir.
Üzerlerinde yeşil-ince ipeklerle, sırmalı, kalın ipeklerden giysiler vardır. Gümüşten bileziklerle süslenmişlerdir. Ve Rableri onlara tertemiz bir içki ikram etmiştir.
Elbiseleri ince veya kalın yeşil renkli ipeklerden, atlaslardandır. Gümüş bilezikler takınırlar. Onların Rabbi, kendilerine tertemiz bir içki ikram edip şöyle demiştir: “İşte bütün bunlar sizin mükâfatınızdır! Gayretleriniz makbul oldu.”
(Cennet ehlinin) Üstlerinde yeşil ipekten ince ve kalın giysiler var. Gümüş bilezikler takınmışlardır. Rableri onlara tertemiz bir içki içirmiş(ve şöyle demiş)tir:
إِنَّ هَٰذَا كَانَ لَكُمْ جَزَآءًۭ وَكَانَ سَعْيُكُم مَّشْكُورًا ﴿٢٢﴾
Şüphe yok ki bu, size bir mükafattır ve çalışmanız, makbuldür.
Şüphesiz, bu, sizin için bir mükafaattır. Sizin çaba-harcamanız şükre değer (meşkur: makbul) görülmüştür.
inne hâẕâ kâne leküm cezâev vekâne sa`yüküm meşkûrâ.
\"İşte bu sizin işlediklerinizin karşılığıdır, çalışmalarınız şükre değer\" denir.
(Onlara şöyle denir:) Bu, sizin için bir mükafattır. Sizin gayretiniz karşılığını bulmuştur.
Bu, ödülünüzdür ve gayretinize teşekkür edilmiştir.
(Onlara şöyle denir): \"İşte bu sizin bir mükâfatınızdı. Gayretiniz karşılığını bulmuştur.\"
İşte bu size bir ödüldür. Ve sizin gayretiniz şükranla karşılanmıştır.
Elbiseleri ince veya kalın yeşil renkli ipeklerden, atlaslardandır. Gümüş bilezikler takınırlar. Onların Rabbi, kendilerine tertemiz bir içki ikram edip şöyle demiştir: “İşte bütün bunlar sizin mükâfatınızdır! Gayretleriniz makbul oldu.”
Bu, sizin ödülünüzdür. Çalışmanızın karşılığı verilmiştir!
إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا عَلَيْكَ ٱلْقُرْءَانَ تَنزِيلًۭا ﴿٢٣﴾
Şüphe yok ki biz indirdik Kur'an'ı sana ayetayet ve zamanzaman.
Gerçek şu ki, Kur'an'ı senin üzerine 'safhalar halinde bir indirme tarzıyla (tenzil)’ indiren Biziz, Biz.
innâ naḥnü nezzelnâ `aleyke-lḳur'âne tenzîlâ.
Kuran'ı sana indiren şüphesiz Biziz.
(Resulüm!) Kur'an'ı sana biz, evet biz indirdik.
Kuşkusuz, Kuran'ı sana bir indirişle biz indirdik.
Kur'ân'ı sana kısım kısım biz indirdik biz.
Biz indirdik o Kur'an'ı sana parça parça, biz!
Ey Resulüm! Kur'ân’ı sana parça parça Biz indiriyoruz.
Muhakkak Biziz, Biz ki sana Kur'an'ı parça parça indirdik.
فَٱصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ وَلَا تُطِعْ مِنْهُمْ ءَاثِمًا أَوْ كَفُورًۭا ﴿٢٤﴾
Artık sabret Rabbinin hükmüne ve uyma, onlardan suçlu, yahut nankör olana.
Öyleyse, Rabbinin hükmüne sabır göster. Onlardan günahkar veya nankör olana itaat etme.
faṣbir liḥukmi rabbike velâ tüṭi` minhüm âŝimen ev kefûrâ.
Rabbinin hükmüne kadar sabret; onların günah işleyen ve inkarcı olanlarına uyma.
Artık Rabbinin hükmüne (boyun eğip) sabret; onlardan hiçbir günahkara, yahut hiçbir nanköre boyun eğme.
Öyleyse Rabbinin hükmünü izlemekte sabret; onlardan hiç bir nankör günahkara uyma.
O halde Rabbinin hüküm vermesi için sabret. Onlardan hiçbir günahkâra yahut nanköre itaat etme.
O halde, Rabbinin hükmü karşısında sabret ve onların günahkârlarına da nankörlerine de boyun eğme.
O halde Rabbinin hükmü gelinceye kadar sabret, sakın günaha ve küfre dadananlara itaat etme.
O halde Rabbinin hükmüne sabret ve onlardan hiçbir günahkara, yahut nanköre ita'at etme.
وَٱذْكُرِ ٱسْمَ رَبِّكَ بُكْرَةًۭ وَأَصِيلًۭا ﴿٢٥﴾
Ve an Rabbinin adını sabah ve akşam.
Ve sabah, akşam Rabbinin adını zikret.
veẕküri-sme rabbike bükratev veeṣîlâ.
Rabbinin adını sabah akşam an.
Sabah akşam Rabbinin ismini yadet.
Sabah akşam Rabbinin ismini an.
Sabahakşam Rabbinin ismini an.
Rabbinin adını sabahtan da akşamdan da an!
Sabah akşam Rabbinin adını zikret! Gecenin bir kısmında da O'na secde et, geceleyin uzun bir süre de O’na tesbih ve ibadet et.
Sabah akşam Rabbinin adını an.
وَمِنَ ٱلَّيْلِ فَٱسْجُدْ لَهُۥ وَسَبِّحْهُ لَيْلًۭا طَوِيلًا ﴿٢٦﴾
Ve geceleyin de secde et artık ona ve tenzih et uzun gecelerde onu.
Gecenin bir bölümünde O'na secde et ve geceleyin uzun uzadıya O'nu tesbih et.
vemine-lleyli fescüd lehû vesebbiḥhü leylen ṭavîlâ.
Geceleyin O'na secde et; O'nu geceleri uzun uzun tesbih et.
Gecenin bir kısmında O'na secde et; gecenin uzun bir bölümünde de O'nu tesbih et.
Geceleyin O'na secde et ve O'nu uzun gecelerde yücelt.
Gecenin bir bölümünde de O'na secde et (akşam ve yatsı namazlarını kıl). Hem de O'nu uzun bir gece tesbih et (teheccüd namazı kıl).
Gecenin bir kısmında da O'na secde et! Ve geceleyin O'nu uzunca tespih et/uzun bir gece boyu O'nu tespih et!
Sabah akşam Rabbinin adını zikret! Gecenin bir kısmında da O'na secde et, geceleyin uzun bir süre de O’na tesbih ve ibadet et.
Gecenin bir bölümünde O'na secde et ve geceleyin uzun zaman O'nu tesbih eyle (şanının yüceliğini an)!
إِنَّ هَٰٓؤُلَآءِ يُحِبُّونَ ٱلْعَاجِلَةَ وَيَذَرُونَ وَرَآءَهُمْ يَوْمًۭا ثَقِيلًۭا ﴿٢٧﴾
Şüphe yok ki bunlar çabucak gelipgeçeni severler de o ağır günü artlarına atar, bırakırgiderler.
Gerçek şu ki bunlar, çarçabuk geçmekte olan (dünyay)ı seviyorlar. Önlerinde bulunan ağır bir günü bırakıyorlar.
inne hâülâi yüḥibbûne-l`âcilete veyeẕerûne verâehüm yevmen ŝeḳîlâ.
Doğrusu insanlar, çabuk elde edilen dünya nimetlerini severler de ağırlığı çekilmez günü arkalarında bırakırlar.
Şu insanlar, çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar da önlerindeki çetin bir günü (ahireti) ihmal ediyorlar.
Bunlar şu geçici (dünya hayatını) seviyorlar ve önlerindeki ağır bir günü ise önemsemiyorlar.
Çünkü onlar bu dünyayı seviyorlar ve önlerindeki ağır bir günü arkaya atıyorlar.
Bunlar, hemen gelecek olanı seviyorlar da ötelerindeki zorlu bir günü ihmal ediyorlar.
Şu insanlar bu peşin dünya hayatını arzulayıp, önlerinde kendilerini bekleyen o ağır günü ihmal ediyorlar.
Bunlar, şu çabuk(geçen dünyay)ı seviyorlar da ötelerindeki ağır bir günü bırakıyorlar.
نَّحْنُ خَلَقْنَٰهُمْ وَشَدَدْنَآ أَسْرَهُمْ ۖ وَإِذَا شِئْنَا بَدَّلْنَآ أَمْثَٰلَهُمْ تَبْدِيلًا ﴿٢٨﴾
Biz yarattık onları ve kuvvetlendirdik yaratılışlarını ve dilersek onları değiştiririz de yerlerine, onlara benzer başkalarını getiririz.
Onları Biz yarattık ve bağlarını sımsıkı bağladık. Dilediğimiz zaman da onları benzerleriyle değiştiririz.
naḥnü ḫalaḳnâhüm veşedednâ esrahüm. veiẕâ şi'nâ beddelnâ emŝâlehüm tebdîlâ.
Onları yaratan, mafsallarını pekiştiren Biziz; dilersek onları benzerleri ile değiştiriveririz.
Onları biz yarattık; onların yaratılışını sapasağlam yaptık. Dilediğimizde (kendilerini yok eder) yerlerine benzerlerıni getiririz.
Onları biz yarattık ve yerleştirdik. Dilediğimiz zaman da onları benzerleriyle değiştiririz.
Onları biz yarattık ve mafsallarını sımsıkı bağladık. Dilediğimiz vakit de kılıklarını değiştiririz.
Biz yarattık onları ve kuvvetli yaptık bağlarını/eklemlerini. Dilediğimizde benzerleri ile değiştiririz onları.
Onları yaratan, organlarını birbirine bağlayan ve onlara bu sağlam bünyeyi veren Biz'iz.Dilediğimiz vakit elbette onların yerine başkalarını getirebiliriz.
Biz onları yarattık, yapılarını sıkıca bağladık. Dilediğimiz zaman onları benzerleriyle değiştiririz.
إِنَّ هَٰذِهِۦ تَذْكِرَةٌۭ ۖ فَمَن شَآءَ ٱتَّخَذَ إِلَىٰ رَبِّهِۦ سَبِيلًۭا ﴿٢٩﴾
Şüphe yok ki bu, bir öğüttür, artık kim dilerse Rabbine doğru, bir yol tutar.
Şüphesiz, bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine bir yol bulabilir.
inne hâẕihî teẕkirah. femen şâe-tteḫaẕe ilâ rabbihî sebîlâ.
Bu sadece bir öğüttür; dileyen, Rabbine giden yolu tutar.
Şüphesiz ki bu bir öğüttür. Aırtık dileyen Rabbine bir yol tutar.
Bu bir hatırlatmadır: Dileyen, Rabbine varan bir yol tutar.
İşte bu bir öğüttür. Dileyen Rabbine giden yolu tutar.
İşte bu, bir hatırlatıcı ve düşündürücüdür. Dileyen, Rabbine doğru, bir yol edinir.
İşte bu, bir öğüttür, bir uyarıdır. Artık dileyen Rabbine varan yolu tutar.
Bu bir öğüttür. Dileyen, Rabbine varan yolu tutar.
وَمَا تَشَآءُونَ إِلَّآ أَن يَشَآءَ ٱللَّهُ ۚ إِنَّ ٱللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًۭا ﴿٣٠﴾
Ve Allah dilemedikçe onlar, dileyemezler; şüphe yok ki Allah, her şeyi bilir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Gerçekten Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
vemâ teşâûne illâ ey yeşâe-llâh. inne-llâhe kâne `alîmen ḥakîmâ.
Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Doğrusu Allah, bilendir, Hakim'dir.
Sizler ancak Rabbinizin dilemesi (izin vermesi) sayesinde (bir şeyi) dileyebilirsiniz. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.
ALLAH dilemedikçe siz dileyemezsiniz. ALLAH Bilendir, Bilgedir.
Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Kuşkusuz Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Allah Alîm'dir, Hakîm'dir.
Ama Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz. Çünkü her şeyi bilen, tam hüküm ve hikmet sahibi olan, Allah'tır. Her şeyi bildiği gibi, rahmet ve hidâyete lâyık olanları da pek iyi bilir.
Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Şüphesiz Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
يُدْخِلُ مَن يَشَآءُ فِى رَحْمَتِهِۦ ۚ وَٱلظَّٰلِمِينَ أَعَدَّ لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًۢا ﴿٣١﴾
Dilediğini rahmetine alır; ve zalimlere gelince: Elemli bir azap hazırlamıştır onlara.
Dilediğini Kendi rahmetine sokar. Zalimlere ise, onlar için acı bir azap hazırlamıştır.
yüdḫilü mey yeşâü fî raḥmetih. veżżâlimîne e`adde lehüm `aẕâben elîmâ.
Dilediğine rahmet eder. Zalimlere, işte onlara, can yakıcı bir azap hazırlamıştır.
O, dilediğini rahmetine dahil eder. Zalimlere gelince, onlar için elem verici bir azap hazırlamıştır.
O, dilediğini ve/veya dileyeni Rahmetine sokar. Zalimlere ise acı bir ceza hazırlamıştır.
Allah dilediğini rahmetine sokar. Zalimlere ise, acıklı bir azap hazırlamıştır.
Dilediğini/dileyeni rahmetinin içine sokar. Zalimlere gelince, onlar için korkunç bir azap hazırlamıştır.
Böylece dilediğini rahmetine alır. Zalimler için ise, gayet acı bir ceza hazırlamıştır.
Dilediğini rahmetine sokar. Zalimlere gelince, onlar için acı bir azab hazırlamıştır.