Settings
Surah Those who drag forth [An-Naziat] in Turkish
وَٱلنَّٰزِعَٰتِ غَرْقًۭا ﴿١﴾
Andolsun şiddetle çekip alanlara.
Ta en derinden acıyla sökerek çıkaranlara andolsun.
vennâzi`âti garḳâ.
Canları boğarcasına şiddetle çekip alanlara and olsun,
Söküp çıkaranlara, andolsun;
Andolsun söküp çıkaranlara,
Andolsun şiddetle çekip çıkaranlara,
Yemin olsun, çekip koparanlara/yay çekenlere/kuyudan su çekenlere/bağsız-bekçisiz koşan atlara/ayrılık yüzünden hasret çekenlere/daldırıp daldırıp çıkaranlara,
Var gücüyle koşanlar,
Andolsun söküp çıkaranlara,
وَٱلنَّٰشِطَٰتِ نَشْطًۭا ﴿٢﴾
Ve neşeli neşeli yürüyenlere.
Yumuşacık çekip alanlara,
vennâşiṭâti neşṭâ.
Canları kolaylıkla alanlara and olsun,
Yavaşça çekenlere,
Rahatça çekenlere,
Usulcacık çekenlere,
Yemin olsun, rahatça, incitmeden çekenlere/düğümü hünerle çözenlere/bir yerden bir yere gidenlere/coşkuyla iç çekenlere,
Neş'e ve şevkle yürüyenler,
Hemen çekip alanlara,
وَٱلسَّٰبِحَٰتِ سَبْحًۭا ﴿٣﴾
Ve yüze yüze gidenlere.
Yüzdükçe yüzerek gidenlere,
vessâbiḥâti sebḥâ.
Yüzüp yüzüp gidenlere and olsun,
Yüzdükçe yüzenlere,
Yüzüp akanlara,
Yüzüp yüzüp gidenlere,
Yemin olsun, boşlukta yahut suda yüzüp gidenlere,
Yüzüp yüzüp gidenler,
Yüzüp gidenlere,
فَٱلسَّٰبِقَٰتِ سَبْقًۭا ﴿٤﴾
Ve herkesi geçenlere.
Öncü olarak yarışıp geçenlere,
fessâbiḳâti sebḳâ.
Yarıştıkça yarışan ve işleri yöneten meleklere and olsun
Yarıştıkça yarışanlara,
Yarışıp birbirlerini geçenlere,
Yarışıp geçenlere,
Derken öne geçip yarışı kazananlara,
Yarışıp geçenler
Yarışıp, geçenlere,
فَٱلْمُدَبِّرَٰتِ أَمْرًۭا ﴿٥﴾
Ve işi tedbirle yapanlara.
Derken işi bir düzen içinde evirip çevirenlere,
felmüdebbirâti emrâ.
Yarıştıkça yarışan ve işleri yöneten meleklere and olsun
Derken iş düzenleyenlere.
Ve böylece emirleri uygulayanlara...
Derken bir iş çevirenlere kasem olsun (ki kıyamet var).
Bir iş ve oluşu çekip çevirenlere,
İşleri düzenleyip yönetenler, hakkı için ki: (kıyamet gerçektir, hepiniz ölümden sonra diriltileceksiniz!)
Derken işi düzenleyenlere!
يَوْمَ تَرْجُفُ ٱلرَّاجِفَةُ ﴿٦﴾
O gün, bir sarsıntıdır, sarsar.
O sarsıntının sarsacağı gün,
yevme tercüfü-rrâcifeh.
O gün bir sarsıntı sarsar.
Birinci üflemenin (kainatı) sarstığı,
O gün o sarsıntı sarsar.
O gün deprem sarsar,
Ki o gün şiddetle sarsacak olan saracaktır.
Günü gelince, sura ilk üfleme, yeri şiddetli bir depremle yıkacak!
O gün o gürültü sarsar.
تَتْبَعُهَا ٱلرَّادِفَةُ ﴿٧﴾
Ardından bir sarsıntı daha gelir çatar.
Arkasından onu diğer bir sarsıntı izleyecek.
tetbe`uhe-rrâdifeh.
Peşinden bir diğeri gelir.
Onu ikinci üflemenin takip ettiği gün,
Ardından bir diğeri izler.
Onu ikinci bir sarsıntı izler.
Onu, ardısıra gelen izleyecektir.
Onu izleyen ikinci üfleme herkesi mezarından kaldıracak!
Ardından başka bir gürültü gelir.
قُلُوبٌۭ يَوْمَئِذٍۢ وَاجِفَةٌ ﴿٨﴾
Yürekler, belinleyip korkar.
O gün yürekler (dehşet içinde) hoplayacak.
ḳulûbüy yevmeiẕiv vâcifeh.
O gün kalbler titrer.
İşte o gün yürekler kaygıdan oynar,
O gün yürekler titrer.
Yürekler vardır, o gün kaygıdan hoplar.
Bazı kalpler o gün kaygıdan titreyecektir.
O gün kalpler güp güp atacak
O gün bazı yürekler çarpar.
أَبْصَٰرُهَا خَٰشِعَةٌۭ ﴿٩﴾
Gözleri yere dikilir.
Gözler zillet içinde düşecek.
ebṣâruhâ ḫâşi`ah.
İnsanların gözleri yere döner.
Gözler yorgun düşer.
Gözleri ise alçalır.
Gözler kalkmaz saygıdan.
Onların gözleri yerlere eğilecektir.
Gözler yere eğilecek
Gözleri (korkudan) aşağı kayar.
يَقُولُونَ أَءِنَّا لَمَرْدُودُونَ فِى ٱلْحَافِرَةِ ﴿١٠﴾
Onlar derler ki: Çukura atıldıktan sonra mı dirileceğiz de çıkacağız?
Derler ki: \"Biz çukurda iken, gerçekten biz mi yeniden (diriltilip) döndürüleceğiz?\"
yeḳûlûne einnâ lemerdûdûne fi-lḥâfirah.
Derler ki: \"Biz eski halimize mi döndürüleceğiz?\"
Diyorlar ki, \"Öldükten sonra biz, (dünyadaki) ilk halimize mi döndürüleceğiz,
Derler ki, \"Daha önceki halimize mi döndürüldük?\"
Diyorlar ki: \"Biz tekrar eski halimize mi döndürülecekmişiz?
\"Biz gerçekten bu çukurda eski halimize döndürülecek miyiz?\" diyorlar.
İnkârcılar alay ederek şöyle derler: “Çürümüş kemik haline geldikten sonra mı biz eski durumumuza getirilecekmişiz! O takdirde bu, bizim için ziyanlı bir dönüş olur!”
Diyorlar ki: \"Biz yine eski halimize döndürülecek miyiz?\"
أَءِذَا كُنَّا عِظَٰمًۭا نَّخِرَةًۭ ﴿١١﴾
Ufalanmış bir kemik yığını haline geldikten sonra mı olacak bu iş?
\"Biz çürüyüp dağılmış kemikler olduğumuz zaman mı?\"
eiẕâ künnâ `iżâmen neḫirah.
\"Ufalanmış kemik olduğumuz zaman mı?\"
(Hem de) çürümüş kemikler olduktan sonra ha?\"
\"Biz çürümüş kemikler olduktan sonra ha!?\"
\"Biz, çürümüş kemikler olduktan sonra ha?\"
\"Un-ufak kemikler haline geldikten sonra, öyle mi!\"
İnkârcılar alay ederek şöyle derler: “Çürümüş kemik haline geldikten sonra mı biz eski durumumuza getirilecekmişiz! O takdirde bu, bizim için ziyanlı bir dönüş olur!”
Biz çürümüş kemikler olduktan sonra ha?
قَالُوا۟ تِلْكَ إِذًۭا كَرَّةٌ خَاسِرَةٌۭ ﴿١٢﴾
Öyleyse derler, bu, pek ziyanlı bir dönüş.
Derler ki: \"Şu durumda, zararına bir dönüştür bu.\"
ḳâlû tilke iẕen kerratün ḫâsirah.
Derler ki: \"O takdirde bu zararına bir dönüştür.\"
\"O zaman bu, ziyanlı bir dönüş olur\" dediler.
\"Öyleyse bu zararına bir dönüştür,\" derler.
\"Öyleyse bu çok zararlı bir dönüştür.\" dediler.
\"Hüsran dolu bir dönüştür bu öyleyse!\" diye konuştular.
İnkârcılar alay ederek şöyle derler: “Çürümüş kemik haline geldikten sonra mı biz eski durumumuza getirilecekmişiz! O takdirde bu, bizim için ziyanlı bir dönüş olur!”
Öyle ise bu, ziyanlı bir dönüştür! dediler.
فَإِنَّمَا هِىَ زَجْرَةٌۭ وَٰحِدَةٌۭ ﴿١٣﴾
Halbuki o, bir tek haykırış.
Oysa bu, yalnızca tek bir haykırıştır.
feinnemâ hiye zecratüv vâḥideh.
Doğrusu bir tek çığlık yetecektir.
Bu dönüş, sadece bir seslenmeye bakar.
O bir tek dürtüşten ibarettir.
Fakat o bir tek haykırıştır.
Oysaki o, sert bir komut sesinden ibarettir.
Fakat olay (zor değil,) bir tek emirden ibarettir. Bir anda mahşerde toplanıverirler! [17,52; 54,50; 16,77]
O (olay zor değil) bir tek haykırış(a bakmakta)dır.
فَإِذَا هُم بِٱلسَّاهِرَةِ ﴿١٤﴾
Derken onlar dümdüz bir yerde toplanırlar.
Bir de bakarsın ki, onlar, yerin üstündedirler.
feiẕâ hüm bissâhirah.
Hepsi hemen bir düzlüğe dökülecektir.
Birdenbire kendilerini mahşerde buluverirler.
Onlar uyanıvermişlerdir.
Bir de bakarsın hepsi meydandadır.
Bir anda hepsi uyanıp ortaya geliverir.
Fakat olay (zor değil,) bir tek emirden ibarettir. Bir anda mahşerde toplanıverirler! [17,52; 54,50; 16,77]
Hemen onlar uyanıklık alanındadırlar.
هَلْ أَتَىٰكَ حَدِيثُ مُوسَىٰٓ ﴿١٥﴾
Gelmedi mi Musa'ya ait söz sana?
Musa'nın haberi sana geldi mi?
hel etâke ḥadîŝü mûsâ.
Musa'nın başından geçen olay sana geldi mi?
(Habibim!) Sana Musa'nın haberi geldi mi?
Sana Musa'nın tarihi ulaştı mı?
Musa'nın haberi sana geldi mi?
Ulaştı mı sana Mûsa'nın haberi?
Mûsa'nın hadisesinden haberin olmuştu değil mi?
Musa'nın haberi sana geldi mi?
إِذْ نَادَىٰهُ رَبُّهُۥ بِٱلْوَادِ ٱلْمُقَدَّسِ طُوًى ﴿١٦﴾
Hani Rabbi, kutlu Tuva vadisinde nida etmişti ona.
Hani Rabbi ona, kutsal vadi Tuva'da seslenmişti:
iẕ nâdâhü rabbühû bilvâdi-lmüḳaddesi ṭuvâ.
Tuva'da, kutsal bir vadide, Rabbi ona şöyle hitap etmişti:
Kutsal vadi Tuva'da Rabbi ona şöyle seslenmişti:
Rabbi, kutsal Tuva vadisinde ona seslenmişti:
Hani Rabbi ona kutsal vaadi Tuva'da seslenmişti:
Hani, Rabbi ona, kutsal vadide, Tuva'da seslenmişti:
Hani Rabbi ona kutlu Tuvâ vâdisinde şöyle seslenmişti:
Hani Rabbi ona Kutsal Vadi'de, \"Tuva\"'da ünlemişti:
ٱذْهَبْ إِلَىٰ فِرْعَوْنَ إِنَّهُۥ طَغَىٰ ﴿١٧﴾
Git Firavun'a, şüphe yok ki o, azdı.
\"Firavun'a git; çünkü o, azdı.\"
iẕheb ilâ fir`avne innehû ṭagâ.
\"Firavun'a git; doğrusu o azmıştır.\"
Firavun'a git! Çünkü o çok azdı.
\"Firavun'a git; o azdı.\"
\"Haydi, demişti, git Firavun'a, çünkü o çok azdı.\"
\"Firavun'a git! İyice azdı o.\"
“Firavuna git, zira o iyice azdı!Ona de ki: kendini arındırmaya gönlün var mı?
Fir'avn'a git, çünkü o azdı.
فَقُلْ هَل لَّكَ إِلَىٰٓ أَن تَزَكَّىٰ ﴿١٨﴾
De ki: İster misin temizlenmeyi.
Ona de ki: “Temizlenmek ister misin?\"
feḳul hel leke ilâ en tezekkâ.
\"Ona de ki: Arınmağa niyetin var mı?\"
De ki: Nasıl arınmağa gönlün var mı?
\"Ona de ki: Arınmayacak mısın?\"
De ki: İster misin arınasın?
\"De ki ona: 'Arınıp temizlenmeye ne dersin?\"
“Firavuna git, zira o iyice azdı!Ona de ki: kendini arındırmaya gönlün var mı?
De ki: Arınmağa gönlün var mı?
وَأَهْدِيَكَ إِلَىٰ رَبِّكَ فَتَخْشَىٰ ﴿١٩﴾
Ve sana Rabbinin yolunu göstereyim de korkasın, saygı duyasın?
\"Seni Rabbine yönelteyim, böylece (O'ndan) korkmuş olursun.\"
veehdiyeke ilâ rabbike fetaḫşâ.
\"Rabbine giden yolu göstereyim ki O'na saygı duyup korkasın.\"
Seni Rabbimin yoluna iletmemi ister misin? Böylece ondan korkarsın.
\"Seni Rabbine ileteyim de saygılı olasın.\"
Seni Rabbinin yoluna ileteyim de ondan korkasın.
\"Seni Rabbine kılavuzlayayım da gönülden ürperesin!\"
“İster misin Seni Rabbine kavuşturan yola vurayım.Böylece Sen de O'na saygı duyasın?” [7,104-105; 26,16-17; 26,23-28]
Seni Rabbin(in yolun)a ileteyim de O'ndan korkasın.
فَأَرَىٰهُ ٱلْءَايَةَ ٱلْكُبْرَىٰ ﴿٢٠﴾
Derken ona en büyük delili göstermişti.
(Musa) Ona büyük mucizeyi gösterdi.
feerâhü-l'âyete-lkübrâ.
Bunun üzerine ona en büyük mucizeyi gösterdi.
Ve ona en büyük mucizeyi gösterdi.
Ona büyük mucizeyi gösterdi.
Musa Firavun'a o büyük mucizeyi gösterdi.
Derken, ona o en büyük mucizeyi gösterdi.
Ona en büyük mûcizeyi gösterdi.
Ona büyük mu'cizeyi gösterdi.
فَكَذَّبَ وَعَصَىٰ ﴿٢١﴾
Oysa yalanlamıştı, karşı gelmişti.
Fakat o, yalanladı ve isyan etti.
fekeẕẕebe ve`aṣâ.
Ama Firavun yalanladı ve baş kaldırdı.
(O ise) hemen yalanladı ve isyan etti.
Fakat o yalanladı ve karşı geldi.
Fakat Firavun yalanladı, karşı geldi.
Ama o yalanladı, isyan etti.
Fakat o buna “yalan” dedi ve isyan etti.
Fakat o yalanladı, karşı geldi.
ثُمَّ أَدْبَرَ يَسْعَىٰ ﴿٢٢﴾
Sonra da geri dönmüştü de koşup gitmişti.
Sonra (karşı yönde) çaba harcayıp sırtını döndü.
ŝümme edbera yes`â.
Geri dönüp yürüdü.
Sonra (inkar için) olanca çabasını göstererek sırtını döndü.
Sonra, sırtını döndü, (aleyhte) çaba gösterdi.
Sonra koşarak dönüp gitti.
Sonra, sırtını döndü; koşuyordu.
Sonra sırtını dönüp Mûsâ'ya karşı bir çalışma içine girdi.
Sonra sırtını döndü; (Musa'nın getirdiklerini iptal etmek için) çalışmağa koyuldu.
فَحَشَرَ فَنَادَىٰ ﴿٢٣﴾
Derken halkı toplamıştı da bağırmıştı.
Sonunda (yardımcı güçlerini) topladı, seslendi;
feḥaşera fenâdâ.
Adamlarını toplayıp seslendi:
Derhal (adamlarını) topladı ve (onlara) bağırdı:
Toplayıp, ilan etti.
Derken adamlarını topladı da bağırdı:
Derken, bir araya toplayıp bağırdı.
Adamlarını topladı ve onlara: “Sizin en yüce rabbiniz benim!” dedi. [26,29; 7,127]
(Adamlarını) Topladı, (onlara) bağırdı:
فَقَالَ أَنَا۠ رَبُّكُمُ ٱلْأَعْلَىٰ ﴿٢٤﴾
Ben, sizin en yüce Rabbinizim demişti.
Dedi ki: \"Sizin en yüce Rabbiniz benim.\"
feḳâle ene rabbükümü-l'a`lâ.
\"Sizin en yüce rabbiniz benim\" dedi.
Ben, sizin en yüce Rabbinizim! dedi.
\"Ben sizin en yüce rabbinizim,\" dedi.
\"Ben sizin en yüce Rabbinizim\" dedi.
Dedi ki: \"Ben sizin en yüce rabbinizim.\"
Adamlarını topladı ve onlara: “Sizin en yüce rabbiniz benim!” dedi. [26,29; 7,127]
Ben sizin en yüce Rabbinizim! dedi.
فَأَخَذَهُ ٱللَّهُ نَكَالَ ٱلْءَاخِرَةِ وَٱلْأُولَىٰٓ ﴿٢٥﴾
Derken Allah onu, dünyada da, ahirette de azaplandırarak helak etmişti.
Böylelikle Allah onu, ahiret ve dünya azabıyla yakaladı.
feeḫaẕehü-llâhü nekâle-l'âḫirati vel'ûlâ.
Allah bunun üzerine onu dünya ve ahiret azabına uğrattı.
Allah onu, (herkese ibret olarak) dünya ve ahiret azabıyla cezalandırdı.
Sonunda, ALLAH onu ahiret ve dünya cezasına çarptı.
Allah da onu tuttu, dünya ve ahiret azabıyla yakalayıverdi.
Bunun üzerine Allah, onu sonraya ve önceye ibret olmak üzere bir ceza ile çarptı.
Allah da onu dünyada da, âhirette de şiddetle cezalandırdı.
Allah da onu, sonun ve ilkin (ahiretin ve dünyanın) azabıyle cezalandırdı.
إِنَّ فِى ذَٰلِكَ لَعِبْرَةًۭ لِّمَن يَخْشَىٰٓ ﴿٢٦﴾
Şüphe yok ki bunda bir ibret var korkanlara.
Gerçekten bunda 'içi titreyerek korkacak' kimse için elbette bir ibret (ders) vardır.
inne fî ẕâlike le`ibratel limey yaḫşâ.
Doğrusu bunda Allah'tan korkan kimseye ders vardır.
Elbette bunda, korkan kimseler için büyük bir ibret vardır.
Kuşkusuz, saygı duyanlar için bunda bir ibret vardır.
Kuşkusuz bunda, saygı duyacaklar için bir ibret vardır.
Kuşkusuz, bunda, içine ürperti düşen için tam bir ibret vardır.
Bu da Rabbini sayacak kimselere bir ibret oldu.
Şüphesiz bunda (Allah'tan) korkacak kimse için ibret vardır.
ءَأَنتُمْ أَشَدُّ خَلْقًا أَمِ ٱلسَّمَآءُ ۚ بَنَىٰهَا ﴿٢٧﴾
Sizi yaratmak mı daha güç sizce, yoksa göğü yaratmak mı? Onu kurdu.
Yaratmak bakımından siz mi daha güçsünüz yoksa gök mü? (Allah) Onu bina etti.
eentüm eşeddü ḫalḳan emi-ssemâü. benâhâ.
Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı? Ki onu Allah bina edip yükseltmiş ve ona şekil vermiştir.
Sizi yaratmak mı daha güç, yoksa gökyüzünü yaratmak mı, ki onu Allah bina etti,
Siz mi, yoksa gök mü yaratılış açısından daha zorludur? Onu O yaptı.
Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz, yoksa gök mü? Onu Allah bina etti.
Siz mi daha zorsunuz yaratılışça, gök mü?
Siz ey haşri inkâr edenler: Düşünün, sizi yeniden yaratmak mı zor, yoksa gök âlemini mi?İşte bakın: Allah onu nasıl da sağlam bina etti! [40,57; 36,81]
Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz, yoksa gök mü? (Allah) onu yaptı.
رَفَعَ سَمْكَهَا فَسَوَّىٰهَا ﴿٢٨﴾
Tavanını yücelti, düzüp koştu.
Boyunu yükseltti, ona belli bir düzen verdi.
rafe`a semkehâ fesevvâhâ.
Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı? Ki onu Allah bina edip yükseltmiş ve ona şekil vermiştir.
Onu yükseltti, düzene koydu,
Onu alabildiğine yükseltti ve düzenledi.
Tavanını yükseltti, onu bir düzene koydu.
Onu O yapıp kurdu. Onun boyunu yükseltti; ardından ona ahenk ve düzen verdi.
Allah onu direksiz yükseltti ve kusursuz işleyen bir sisteme bağladı.
Kalınlığını (tavanını) yükseltti, onu düzenledi.
وَأَغْطَشَ لَيْلَهَا وَأَخْرَجَ ضُحَىٰهَا ﴿٢٩﴾
Ve gecesini kararttı, kuşluk çağını meydana çıkarttı.
Gecesini kararttı, kuşluğunu açığa-çıkardı.
veagṭaşe leylehâ veaḫrace ḍuḥâhâ.
Gecesini karanlık yapmış, gündüzünü aydınlatmıştır.
Gecesini kararttı, gündüzünü ağarttı.
Gecesini kararttı, sabahını ise ortaya çıkardı.
Gecesini kararttı, kuşluğunu çıkardı.
Gecesini kararttı, kuşluğunu ortaya çıkardı.
Gecesini karanlık, gündüzünü parlak şekilde açığa çıkardı.
Gecesini örtüp kararttı, kuşluğunu (güneşinin ışığını) açığa çıkardı.
وَٱلْأَرْضَ بَعْدَ ذَٰلِكَ دَحَىٰهَآ ﴿٣٠﴾
Ve yeryüzünü de bundan sonra yaydı, döşedi.
Bundan sonra yeryüzünü serip döşedi.
vel'arḍa ba`de ẕâlike deḥâhâ.
Ardından yeri düzenlemiştir.
Ondan sonra da yerküreyi döşedi,
Ve yeri de yumurta biçimine soktu
Bundan sonra da yeryüzünü döşedi.
Bundan sonra da yeri yayıp deve kuşu yumurtası biçiminde yuvarlattı.
Sonra da yeri döşeyip yerleşmeye hazırladı.
Bundan sonra da yeri yayıp yuvarlattı.
أَخْرَجَ مِنْهَا مَآءَهَا وَمَرْعَىٰهَا ﴿٣١﴾
Oradan suyunu, otlağını çıkarıp meydana getirdi.
Ondan da suyunu ve otlağını çıkardı.
aḫrace minhâ mâehâ vemer`âhâ.
Suyunu ondan çıkarmış ve otlak yer meydana getirmiştir.
Yerden suyunu ve otlağını çıkardı,
Ondan suyunu ve otlağını çıkardı.
Ondan suyunu ve otlağını çıkardı.
Ondan suyunu, otlağını çıkardı.
Oradan sularını, otlaklarını çıkardı.
Ondan suyunu ve otlağını çıkardı,
وَٱلْجِبَالَ أَرْسَىٰهَا ﴿٣٢﴾
Ve dağlarını oturttu.
Dağlarını dikip-oturttu;
velcibâle ersâhâ.
Dağları yerleştirmiştir.
Dağları sağlam bir şekilde yerleştirdi.
Dağları da çaktı.
Dağlarını oturttu.
Dağları, demir atmış gibi oturttu;
Dağlarını oturttu.
Dağları oturttu,
مَتَٰعًۭا لَّكُمْ وَلِأَنْعَٰمِكُمْ ﴿٣٣﴾
Sizin ve hayvanlarınızın faydası için.
Size ve hayvanlarınıza bir yarar (meta) olmak üzere.
metâ`al leküm velien`âmiküm.
Bunları sizin ve hayvanlarınızın geçinmesi için yapmıştır.
Kendiniz ve hayvanlarınız için bir faydalanma olmak üzere.
Tüm bunlar sizin ve hayvanlarınızın geçimi için.
Sizin ve hayvanlarınızın geçimi için.
Sizin için ve hayvanlarınız için bir geçim aracı olarak.
Bütün bunları sizin ve hayvanlarınızın hayat için yaptı.
Sizin ve hayvanlarınızın geçimi için.
فَإِذَا جَآءَتِ ٱلطَّآمَّةُ ٱلْكُبْرَىٰ ﴿٣٤﴾
Derken o pek büyük felaket gelip çatınca.
Ancak o, 'herşeyi batırıp gömen büyük-felaket’ (kıyamet) geldiği zaman.
feiẕâ câeti-ṭṭâmmetü-lkübrâ.
Güç yetirilemeyen en büyük baskın geldiği zaman, o gün, insan ne uğurda çalıştığını anlar.
Her şeyi alt üst eden o büyük felaket geldiği vakit,
Büyük baskın geldiği zaman,
Fakat o her şeyi bastıran büyük felaket geldiği vakit,
O güç yetmez büyük felaket geldiğinde,
Fakat her şeyi bastıran o felaket geldiği zaman,
Herşeyi bastıran o büyük felaket geldiği zaman,
يَوْمَ يَتَذَكَّرُ ٱلْإِنسَٰنُ مَا سَعَىٰ ﴿٣٥﴾
İnsan, o gün anlar, hatırlar neye çalıştığını.
O gün, insan, neye çaba harcadığını düşünüp-anlar.
yevme yeteẕekkeru-l'insânü mâ se`â.
Güç yetirilemeyen en büyük baskın geldiği zaman, o gün, insan ne uğurda çalıştığını anlar.
İnsanın yapıp ettiklerini hatırlayacağı gün,
O gün insan, neyin uğrunda çaba harcadığını anlar.
O, insanın neyin peşinde koştuğunu anladığı gün,
O gün insan, uğrunda gayret sarfettiği şeyi hatırlar.
İnsan neyin peşinde koştuğunu anlar ama, artık iş işten geçer.
O gün insan, neyin peşinde koşmuş olduğunu hatırlar.
وَبُرِّزَتِ ٱلْجَحِيمُ لِمَن يَرَىٰ ﴿٣٦﴾
Ve cehennem, belirtilir görene.
Görebilenler için cehennem de sergilenmiştir.
vebürrizeti-lceḥîmü limey yerâ.
Cehennem her bakanın göreceği şekilde gösterilir.
Ve görene cehennem açık bir şekilde gösterilmiştir.
Cehennem göz önüne çıkarılacaktır.
Gören kimseler için cehennem hortlatıldığı vakit,
Gören kişi için cehennem apaçık ortaya çıkarılmıştır.
Cehennem her görene, apaçık görünür.
Gören kimseler için cehennem ortaya çıkarılmıştır.
فَأَمَّا مَن طَغَىٰ ﴿٣٧﴾
Artık kim azmışsa.
Artık kim taşkınlık edip-azarsa,
feemmâ men ṭagâ.
İşte, azıp da dünya hayatını tercih edenin varacağı yer şüphesiz cehennemdir.
Artık kim azmışsa,
Azgınlara,
Artık her kim azgınlık etmiş,
Artık azmış olan,
Artık kim azdıysa,
Artık kim azmışsa,
وَءَاثَرَ ٱلْحَيَوٰةَ ٱلدُّنْيَا ﴿٣٨﴾
Dünya yaşayışını üstün tutmuşsa,
Ve dünya hayatını seçerse,
veâŝera-lḥayâte-ddünyâ.
İşte, azıp da dünya hayatını tercih edenin varacağı yer şüphesiz cehennemdir.
Ve dünya hayatını ahirete tercih etmişse,
Ve dünya hayatını yeğleyenlere gelince.
Ve dünya hayatını tercih etmişse,
Ve iğreti hayatı yeğlemiş olan için,
Âhireti unutup dünya zevkini tercih ettiyse,
Ve şu yakın hayatı yeğlemişse,
فَإِنَّ ٱلْجَحِيمَ هِىَ ٱلْمَأْوَىٰ ﴿٣٩﴾
Artık cehennemdir onun yeriyurdu.
Şüphesiz cehennem, (onun için) bir barınma yeridir.
feinne-lceḥîme hiye-lme'vâ.
İşte, azıp da dünya hayatını tercih edenin varacağı yer şüphesiz cehennemdir.
Şüphesiz cehennem(onun için) tek barınaktır.
Gidilecek yer cehennem olacaktır.
Kuşkusuz onun varacağı yer cehennemdir.
Cehennem, barınağın ta kendisidir.
Onun varacağı yer, olsa olsa cehennemdir!
Onun barınağı cehennemdir.
وَأَمَّا مَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِۦ وَنَهَى ٱلنَّفْسَ عَنِ ٱلْهَوَىٰ ﴿٤٠﴾
Ve ama kim, Rabbinin durağından korkup da nefsi, dileğinden çekmişse.
Kim Rabbinin makamından korkar ve nefsi heva (istek ve tutkular) dan sakındırırsa,
veemmâ men ḫâfe meḳâme rabbihî venehe-nnefse `ani-lhevâ.
Ama kim Rabbinin azametinden korkup da kendini kötülükten alıkoymuşsa, varacağı yer şüphesiz cennettir.
Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştırmış kimse için,
Rabbinin makamına karşı saygı duyan ve kendini kötü arzulardan alıkoyanlara gelince
Kim de Rabbinin divanında durmaktan korkmuş, nefsini boş heveslerden menetmiş ise,
Rabbinin yüceliğinden korkup nefsini boş heveslerden yasaklamış olan içinse,
Ama kim Rabbinin divanında durmaktan korkarsa,ve nefsini heva ve hevese uymaktan dizginlerse,
Ama kim Rabbinin divanında dur(up hesap ver)mekten korkmuş ve nefsi(ni) kötü heves(ler) den men'etmişse
فَإِنَّ ٱلْجَنَّةَ هِىَ ٱلْمَأْوَىٰ ﴿٤١﴾
Şüphe yok ki cennettir onun yeriyurdu.
Artık şüphesiz cennet, (onun için) bir barınma yeridir.
feinne-lcennete hiye-lme'vâ.
Ama kim Rabbinin azametinden korkup da kendini kötülükten alıkoymuşsa, varacağı yer şüphesiz cennettir.
Şüphesiz cennet(onun) yegane barınağıdır.
Gidilecek yer cennet olacaktır.
Kuşkusuz onun varacağı yer cennettir.
Cennet, barınağın ta kendisidir.
Onun varacağı yer de olsa olsa cennettir!
Onun barınağı da cennettir.
يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ ٱلسَّاعَةِ أَيَّانَ مُرْسَىٰهَا ﴿٤٢﴾
Senden sorarlar kıyameti, ne vakit kopacak?
\"O ne zaman demir atacak?\" diye, sana kıyamet-saatini soruyorlar.
yes'elûneke `ani-ssâ`ati eyyâne mürsâhâ.
Senden kıyametin ne zaman gelip çatacağını sorarlar.
Sana kıyameti sorarlar: Gelip çatması ne zamandır? (derler.)
Sana Saat (dünyanın sonu) ne zaman gerçekleşecektir diye soruyorlar.
Sana o kıyameti soruyorlar, ne zaman kopacak diye.
O saatten soruyorlar sana, \"gelip demir atması ne zaman?\" diye.
Sana kıyamet saatini sorarlar: “Demir atması ne zaman?” diye.
Sana sa'atden soruyorlar: Demir atması (gelip çatması) ne zaman diye.
فِيمَ أَنتَ مِن ذِكْرَىٰهَآ ﴿٤٣﴾
Sen, onu ne bilirsin ki ne anlatacaksın?
Onunla ilgili bilgi vermekten yana, sende ne var ki…
fîme ente min ẕikrâhâ.
Nerde senden onu anlatması?
Sen onu nereden bilip bildireceksin!
Onu bildirmek, (ey Muhammed) senin görevin değildir.
Sen nerde, onu anlatmak nerde?!
Nerede sende, onu hatırlatacak şey!
Sen nerede, onun vaktini bildirmek nerede? [7,187]
Sen nerede, onun vaktini söylemek nerede?!
إِلَىٰ رَبِّكَ مُنتَهَىٰهَآ ﴿٤٤﴾
Onun sonu, Rabbine aittir, o bilir.
En sonunda o (ve onunla ilgili bilgi), Rabbine aittir.
ilâ rabbike müntehâhâ.
Onun bilgisi Rabbine aittir.
Onun nihai ilmi yalnız Rabbine aittir.
Onun kararı Rabbine aittir.
Onun son ilmi Rabbine aittir.
Ona ilişkin bilginin sonu Rabbine varır.
Onun sonu Rabbine varır, kesin bilgisi O'na aittir.
Onun bilgisi Rabbine aittir.
إِنَّمَآ أَنتَ مُنذِرُ مَن يَخْشَىٰهَا ﴿٤٥﴾
Sen ancak, korkanı korkutansın.
Sen, yalnızca ondan 'içi titreyerek korkanlar' için bir uyarıcısın.
innemâ ente münẕiru mey yaḫşâhâ.
Sen sadece kıyametten korkanı uyaransın.
Sen ancak ondan korkanları uyarırsın.
Senin görevin, sadece ondan korkanları uyarmaktır.
Sen ancak ondan korkacak olanları uyarıcısın.
Sen sadece, ondan korkanları uyaransın.
Sana düşen sadece: ondan korkanı uyarmaktır.
Sen ancak, ondan korkacak olanları uyarıcısın.
كَأَنَّهُمْ يَوْمَ يَرَوْنَهَا لَمْ يَلْبَثُوٓا۟ إِلَّا عَشِيَّةً أَوْ ضُحَىٰهَا ﴿٤٦﴾
Onu gördükleri gün, bir akşamcık yaşamışa dönerler, yahut da günün kuşluk çağı.
Onu gördükleri gün, sanki, bir akşam veya bir kuşluk-vaktinden başkasını yaşamamış gibidirler.
keennehüm yevme yeravnehâ lem yelbeŝû illâ `aşiyyeten ev ḍuḥâhâ.
Kıyameti gördükleri gün dünyada ancak bir akşam yahut bir kuşluk vakti kadar kalmış olduklarını sanırlar.
Kıyamet gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.
Onu gördükleri gün, sanki (dünyada) bir akşam veya kuşluk vakti kadar kalmışlardır
Onlar o kıyameti görecekleri gün sanki dünyada bir akşam veya kuşluğundan başka durmamışa dönecekler.
Onu gördükleri gün onlar, dünyada sanki bir akşam veya onun kuşluk vaktinden başka kalmamışa dönerler.
Onu gördükleri gün öyle gelir ki onlara:Yalnız bir akşam veya bir sabah faslı durdular dünyada.
Onlar onu gördükleri zaman sanki (dünyada) bir akşam veya onun kuşluk vaktinden fazla kalmamış gibi olurlar.