Setting
Surah The rising of the dead [Al-Qiyama] in Turkish
لَآ أُقْسِمُ بِيَوْمِ ٱلْقِيَٰمَةِ ﴿١﴾
Andolsun kıyamet gününe.
Hayır, kalkış (kıyamet) gününe and ederim.
lâ uḳsimü biyevmi-lḳiyâmeh.
Kıyamet gününe yemin ederim.
Kıyamet gününe yemin ederim.
Diriliş Gününe and içerim.
Hayır, yemin ederim o kıyamet gününe.
Hayır, öyle değil! Kıyamet gününe yemin ederim ki,
Hayır, gerçek öyle değil! Kıyamet günü hakkı için,
Yoo, kıyamet gününe and içerim,
وَلَآ أُقْسِمُ بِٱلنَّفْسِ ٱللَّوَّامَةِ ﴿٢﴾
Ve andolsun kendini kınayıp duran nefse.
Ve yine hayır; kendini kınayıp duran nefse de and ederim.
velâ uḳsimü binnefsi-llevvâmeh.
Ve nedamet çeken nefse yemin ederim.
Kendini kınayan (pişmanlık duyan) nefse yemin ederim (diriltilip hesaba çekileceksiniz).
Sürekli özeleştiride bulunan kişiye and içerim.
Yine hayır, yemin ederim o sürekli kendini kınayan nefse.
Öyle değil! Kendisini ısrarla kınayan benliğe de yemin ederim.
Kendisini eleştirip kusurlarından pişmanlık duyan kimse hakkı için (ki siz mutlaka diriltileceksiniz).
Yoo, daima, kendini kınayan nefse and içerim.
أَيَحْسَبُ ٱلْإِنسَٰنُ أَلَّن نَّجْمَعَ عِظَامَهُۥ ﴿٣﴾
Sanıyor mu insan, kemiklerini hiç mi toplayamayız?
İnsan, onun kemiklerini Bizim kesin olarak biraraya getirmeyeceğimizi mi sanıyor?
eyaḥsebü-l'insânü ellen necme`a `iżâmeh.
İnsan, kemiklerini bir araya toplayamayız mı sanıyor?
İnsan, kendisinin kemiklerini biraraya toplayamayacağımızı mı sanır?
İnsan, kemiklerini bir araya toplayamayız mı sanıyor?
İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor?
İnsan, kendisinin kemiklerini asla bir araya toplamayacağımızı mı sanıyor?
İnsan zanneder mi ki ölümünden sonra Biz kemiklerini toplayıp onu diriltmeyeceğiz?
İnsan kendisinin kemiklerini bir araya toplamayacağımızı mı sanıyor?
بَلَىٰ قَٰدِرِينَ عَلَىٰٓ أَن نُّسَوِّىَ بَنَانَهُۥ ﴿٤﴾
Evet, değil kemiklerini, parmak uçlarını bile düzüp koşmaya gücümüz yeter.
Evet; onun parmak uçlarını dahi derleyip-(yeniden) düzene koymaya güç yetirenleriz.
belâ ḳâdirîne `alâ en nüsevviye benâneh.
Evet, Biz onu, parmak uçlarına varıncaya kadar bütün incelikleriyle yeniden yapmaya kadiriz.
Evet, bizim, onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter.
Evet; parmak uçlarını bile düzenlemeye gücümüz yeter.
Evet, bizim onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter.
Hayır, sandığı gibi değil! Biz onun parmak uçlarını da tam bir biçimde düzenlemeye gücü yetenleriz.
Evet, toplarız, hem de parmak uçlarına varıncaya kadar eski halinde düzenleriz!
Evet, toplarız, onun parmak uçlarnı düzenlemeğe gücümüz yeter.
بَلْ يُرِيدُ ٱلْإِنسَٰنُ لِيَفْجُرَ أَمَامَهُۥ ﴿٥﴾
Hayır, insan, ilerde olanı yalanlamak ister.
Ancak insan, önündeki (sonsuz geleceği)ni de 'fücurla sürdürmek ister.'
bel yürîdü-l'insânü liyefcüra emâmeh.
Ama, insanoğlu gelecekte de suç işlemek ister de: \"Kıyamet günü ne zamanmış! \" der.
Fakat insan önündekini (kıyameti) yalanlamak ister.
Doğrusu, insan her şeyin önüne sergilenmesini ister.
Fakat insan günahı devam ettirmek ister.
Fakat insan kendi önünde rezillik sergilemeyi ister.
Fakat insan suç işleyip durmak için önündeki kıyameti inkâr etmek ister de,
Fakat insan, devamlı suç işleyerek ilerisini berbadetmek ister.
يَسْـَٔلُ أَيَّانَ يَوْمُ ٱلْقِيَٰمَةِ ﴿٦﴾
Ve kıyamet günü ne vakit diye sorar.
\"Kıyamet günü ne zamanmış\" diye sorar.
yes'elü eyyâne yevmü-lḳiyâmeh.
Ama, insanoğlu gelecekte de suç işlemek ister de: \"Kıyamet günü ne zamanmış! \" der.
\"Kıyamet günü ne zamanmış?\" diye sorar.
\"Diriliş Günü ne zaman?\" diye sorar.
O kıyamet günü ne zaman? diye sorar.
\"Kıyamet günü nerede/ne zaman?\" diye sorar.
“Ne zamanmış o kıyamet günü?” diye alay eder.
Kıyamet günü nerede? diye sorup durur.
فَإِذَا بَرِقَ ٱلْبَصَرُ ﴿٧﴾
Ve şaşırıp gözler dikilince.
Ama göz 'kamaşıp da kaydığı,'
feiẕâ beriḳa-lbeṣar.
Gözün kamaştığı, ayın tutulduğu, güneş ve ayın bir araya getirildiği zaman, işte o gün insan: \"kaçacak yer nerede?\" der.
İşte, göz kamaştığı,
Gözün kamaştığı,
Ne zaman ki o göz şimşek çakar,
Göz şimşek çaktığında,
Gözler kamaşıp karardığı,
Ama göz (güneş gibi ortaya çıkan gerçeğin karşısında) kamaştığı,
وَخَسَفَ ٱلْقَمَرُ ﴿٨﴾
Ve ay tutulunca.
Ay karardığı,
veḫasefe-lḳamer.
Gözün kamaştığı, ayın tutulduğu, güneş ve ayın bir araya getirildiği zaman, işte o gün insan: \"kaçacak yer nerede?\" der.
Ay tutulduğu,
Ayın tutulduğu,
Ay tutulur,
Ay tutulduğunda,
Ayın ışığının büsbütün gittiği,
Ay tutulduğu,
وَجُمِعَ ٱلشَّمْسُ وَٱلْقَمَرُ ﴿٩﴾
Ve güneşle ay birleştirilince.
Güneş ve ay birleştirildiği zaman;
vecümi`a-şşemsü velḳamer.
Gözün kamaştığı, ayın tutulduğu, güneş ve ayın bir araya getirildiği zaman, işte o gün insan: \"kaçacak yer nerede?\" der.
Güneşle ay biraraya getirildiği zaman!
Ve güneş ile ay bir araya toplandığı zaman,
Güneş ve ay toplanır,
Ve Güneş'le Ay biraraya getirildiğinde,
Güneş ile ay yan yana getirildiği zaman...
Güneş ve Ay bir araya toplandığı zaman!
يَقُولُ ٱلْإِنسَٰنُ يَوْمَئِذٍ أَيْنَ ٱلْمَفَرُّ ﴿١٠﴾
İnsan der ki o gün, nerede kaçacak yer?
İnsan o gün: \"Kaçış nereye?\" der.
yeḳûlü-l'insânü yevmeiẕin eyne-lmeferr.
Gözün kamaştığı, ayın tutulduğu, güneş ve ayın bir araya getirildiği zaman, işte o gün insan: \"kaçacak yer nerede?\" der.
O gün insan, \"Kaçacak yer neresi!\" diyecektir.
O gün insanoğlu, \"Kaçacak yer nerede?\" der.
İşte o gün insan, \"kaçacak yer neresi?\" der.
Der ki insan o gün: \"Kaçılacak yer nerede?\"
İşte o gün insan der: “Var mı kaçacak mekân?”
(Evet) O gün insan: \"Kaçacak yer neresi?\" der.
كَلَّا لَا وَزَرَ ﴿١١﴾
Hayır, yok kaçacak, sığınacak yer.
Hayır, sığınacak herhangi bir yer yok.
kellâ lâ vezer.
Hayır; hayır; bir sığınak yoktur.
Hayır, hayır! (Kaçıp) sığınacak yer yoktur!
Hayır, bir sığınak yok.
Hayır, hayır, yok bir siper.
Hayır, yok sığınacak yer!
Hayır, sığınacak hiçbir yer yoktur.
Hayır, sığınacak yer yoktur.
إِلَىٰ رَبِّكَ يَوْمَئِذٍ ٱلْمُسْتَقَرُّ ﴿١٢﴾
O gün Rabbinin katındadır karar edilecek yer.
O gün, 'sonunda varılıp karar kılınacak yer (müstakar)' yalnızca Rabbinin katıdır.
ilâ rabbike yevmeiẕin-lmüsteḳarr.
O gün, sen, Rabbinin huzuruna varıp durursun.
O gün varıp durulacak yer, sadece Rabbinin huzurudur.
O gün son durak Rabb'inin huzurudur.
O gün varılıp durulacak yer, ancak Rabbinin huzurudur.
Varılıp durulacak yer Rabbinin huzurudur o gün.
O gün varılacak yer ancak Rabbinin huzurudur!
O gün varıp durulacak yer, ancak Rabbinin huzurudur (ey insan).
يُنَبَّؤُا۟ ٱلْإِنسَٰنُ يَوْمَئِذٍۭ بِمَا قَدَّمَ وَأَخَّرَ ﴿١٣﴾
O gün önce yaptığı da haber verilir insana, sonra yaptığı da.
İnsana o gün, önceden takdim ettikleri ve erteledikleri şeylerle haber verilir.
yünebbeü-l'insânü yevmeiẕim bimâ ḳaddeme veeḫḫar.
O gün, insanoğluna önde ve sonda yaptığı ne varsa bildirilir.
O gün insana, ileri götürdüğü ve geri bıraktığı ne varsa bildirilir.
O gün insana, yapıp yapmadığı herşey haber verilir.
O gün insana, yapıp öne sürdüğü ve geri bıraktığı ne varsa bildirilir.
Haber verilir insana o gün önden gönderdiği de arkaya bıraktığı da.
O gün insana yaptığı her türlü iyilik ve fenalık ile; yapmadığı her türlü iyilik ve fenalık tek tek bildirilir.Ona göre karşılığını alır.
(O zaman) İnsanın yapıp öne sürdüğü, (yapmayıp) geri bıraktığı herşey kendisine haber verilir.
بَلِ ٱلْإِنسَٰنُ عَلَىٰ نَفْسِهِۦ بَصِيرَةٌۭ ﴿١٤﴾
Hayır, insanın azası, aleyhine tanıklık eder.
Hayır; insan, kendi nefsine karşı bir basirettir.
beli-l'insânü `alâ nefsihî beṣîrah.
Özürlerini sayıp dökse de, insanoğlu, artık kendi kendinin şahididir.
Artık insan, kendi kendinin şahididir.
Doğrusu, insan kendi kendisine tanıktır.
Doğrusu insan kendi nefsini görür,
Gerçek şu ki insan, öz benliği üzerine yönelmiş keskin ve derin bir bakıştır;
Türlü türlü mazeretler öne sürse de, Artık insan, kendisi hakkında şahit olur. [16,23; 58,18]
Doğrusu insan kendi nefsini görür,
وَلَوْ أَلْقَىٰ مَعَاذِيرَهُۥ ﴿١٥﴾
Özürlerini ortaya dökse de.
Kendi mazeretlerini ortaya atsa bile.
velev elḳâ me`âẕîrah.
Özürlerini sayıp dökse de, insanoğlu, artık kendi kendinin şahididir.
İsterse özürlerini sayıp döksün.
Birtakım özürler ortaya atsa da...
Bir takım özürler ortaya atsa da.
Dökse de ortaya tüm mazeretlerini.
Türlü türlü mazeretler öne sürse de, Artık insan, kendisi hakkında şahit olur. [16,23; 58,18]
Birtakım özürler ortaya atsa da.
لَا تُحَرِّكْ بِهِۦ لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِهِۦٓ ﴿١٦﴾
Vahyi, acele edip okumak için dilini oynatıp durma.
Onu (Kur'an'ı, kavrayıp belletmek için) aceleye kapılıp dilini onunla hareket ettirip-durma.
lâ tüḥarrik bihî lisâneke lita`cele bih.
Cebrail sana Kuran okurken, unutmamak için acele edip onunla beraber söyleme, yalnız dinle.
(Resulüm!) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma.
Onu aceleye getirip dilini oynatma.
Onu hemen okumak için dilini depretme.
Onu aceleye getiresin diye dilini onunla hareketlendirme!
Sana vahyedileni unutmamak için tekrarlarken, hemen anında bellemek için dilini kımıldatma. [20,114]
(Ey Muhammed,) Onu hemen okumak için diline depretme.
إِنَّ عَلَيْنَا جَمْعَهُۥ وَقُرْءَانَهُۥ ﴿١٧﴾
Şüphe yok ki onu toplayıp unutturmamak da bize düşer, okumak ve tertib etmek de.
Şüphesiz, onu (kalbinde) toplamak ve onu (sana) okutmak Bize ait (bir iş)tir.
inne `aleynâ cem`ahû veḳur'âneh.
Doğrusu o vahyolunanı kalbine yerleştirmek ve onu sana okutturmak Bize düşer.
Şüphesiz onu, toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize aittir.
Onu toplamak da okutmak da bize düşer.
Kuşkusuz onu toplamak ve okumak bize aittir.
Onu toplamak ve okumak bize düşer.
Çünkü vahyi senin kalbinde toplamak ve onu okutmak Bize ait bir iştir.
Onu (senin kalbinde) toplamak ve (sana) okumak bize düşer.
فَإِذَا قَرَأْنَٰهُ فَٱتَّبِعْ قُرْءَانَهُۥ ﴿١٨﴾
Onu okuduk mu, uy okuyuşuna.
Şu halde, Biz onu okuduğumuz zaman, sen de onun okunuşunu izle.
feiẕâ ḳara'nâhü fettebi` ḳur'âneh.
Biz onu Cebrail'e okuttuğumuz zaman, onun okumasını dinle.
O halde, biz onu okuduğumuz zaman, sen onun okunuşunu takip et.
Biz onu okuduğumuz zaman, onun okunuşunu izle.
O halde biz onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et.
O halde, biz onu okuduğumuzda, sen onun okunuşunu izle.
O halde Biz Kur'ân’ı okuduğumuzda, sen de onun okunuşunu izle!
O halde sana Kur'an'ı okuduğumuz zaman onun okunuşunu izle.
ثُمَّ إِنَّ عَلَيْنَا بَيَانَهُۥ ﴿١٩﴾
Onu anlatıp bildirmek de şüphesiz, bize düşer.
Sonra muhakkak onu açıklamak Bize ait (bir iş)tir.
ŝümme inne `aleynâ beyâneh.
Sonra onu sana açıklamak Bize düşer.
Sonra şüphen olmasınki, onu açıklamak da bize aittir.
Sonra, onu açıklamak da bizim görevimizdir.
Sonra onu açıklamak da bize aittir.
Sonra onu açıklamak da bizim işimiz olacaktır.
Ayrıca onu açıklamak da bize ait bir iştir. (Bu önemli gerçeği, arada belirttikten sonra gelelim esas konumuza).
Sonra onu açıklamak da bize düşer.
كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ ٱلْعَاجِلَةَ ﴿٢٠﴾
Hayır, siz geçip gideni seversiniz.
Hayır; siz çarçabuk geçmekte olanı (dünyayı) seviyorsunuz.
kellâ bel tüḥibbûne-l`âcileh.
Hayır, hayır! Sizler, çabuk elde edeceğiniz dünya nimetlerini seversiniz.
Hayır! Doğrusu siz, çarçabuk geçeni (dünya hayatını ve nimetlerini) seviyorsunuz da,
Ne var ki, siz geçici (dünyayı) seviyorsunuz.
Hayır, siz peşin olanı (dünyayı) seviyorsunuz da
Hayır, hayır! Siz hemencecik geleni seversiniz.
Gerçek şu ki: Siz bu peşin dünya hayatına çok düşkünsünüz.
Hayır, siz çabuk(geçen şu dünyay)ı seviyorsunuz da,
وَتَذَرُونَ ٱلْءَاخِرَةَ ﴿٢١﴾
Ve ahireti bırakırsınız.
Ve ahireti terk edip-bırakıyorsunuz.
veteẕerûne-l'âḫirah.
Ahireti bırakırsınız.
Ahireti bırakıyorsunuz.
Ahireti ise önemsemiyorsunuz.
Ahireti bırakıyorsunuz.
Ve sonradan geleceği terk edersiniz.
Onun için âhireti terk edip durursunuz.
Ahireti bırakıyorsunuz.
وُجُوهٌۭ يَوْمَئِذٍۢ نَّاضِرَةٌ ﴿٢٢﴾
O gün yüzler parlar, güzelleşir.
O gün yüzler ışıl ışıl parlar.
vucûhüy yevmeiẕin nâḍirah.
O gün bir takım yüzler Rablerine bakıp parlayacaktır.
Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır.
O gün bazı yüzler parlar.
Yüzler var ki o gün ışıl ışıl parlar.
Yüzler vardır o gün parıltılı,
Yüzler vardır o gün pırıl pırıl...
Yüzler var ki o gün ışıl ışıl parlar,
إِلَىٰ رَبِّهَا نَاظِرَةٌۭ ﴿٢٣﴾
Ve Rablerine bakar.
Rablerine bakıp-durur.
ilâ rabbihâ nâżirah.
O gün bir takım yüzler Rablerine bakıp parlayacaktır.
Rablerine bakacaklardır (O'nu göreceklerdir).
Rabb'ine bakar.
Rabbine bakar.
Rabbine doğru bakan.
(O güzel ve Yüce) Rab'lerine bakakalır... [6,103]
Rabbine bakar.
وَوُجُوهٌۭ يَوْمَئِذٍۭ بَاسِرَةٌۭ ﴿٢٤﴾
Ve yüzler, asılır, kararır.
O gün, öyle yüzler vardır ki kararmış-ekşimiştir.
vevucûhüy yevmeiẕim bâsirah.
O gün bir takım yüzler de asıktır.
Yüzler de vardır ki, o gün buruşacaktır;
O gün bazı yüzler de var ki asıktır.
Yüzler de var ki o gün asıktır.
Ve yüzler vardır o gün, asık/buruk,
Ve nice suratlar vardır o gün asılır.
Yüzler de var ki o gün asıktır.
تَظُنُّ أَن يُفْعَلَ بِهَا فَاقِرَةٌۭ ﴿٢٥﴾
Bellerini kıracak bir felaketi bekler.
Kendisine, beli büken işlerin yapılacağını anlamaktadır.
teżunnü ey yüf`ale bihâ fâḳirah.
Kendisinin belkemiğinin kırılacağını sanır.
Kendilerinin, bel kemiklerini kıran bir felakete uğratılacağını sezeceklerdir.
Belkemiğinin kırılacağının endişesi içindedir.
Anlar ki kendisine belkıran (bel kemiklerini kıran belalı bir iş) yapılır.
Kendisine, bel kıracak bir hesap yöneleceğini sezinler.
Belini kıran darbeyi yediğini hisseder. [3,106; 80,37-42; 88,2-10]
Kendisine bel kemiklerini kıran(bela)nın yapılacağını anlar.
كَلَّآ إِذَا بَلَغَتِ ٱلتَّرَاقِىَ ﴿٢٦﴾
Hayır; can, köprücük kemiklerine gelince.
Hayır; can, köprücük kemiğine gelip dayandığı zaman,
kellâ iẕâ belegati-tterâḳiy.
Dikkat edin; can boğaza gelip köprücük kemiklerine dayandığı zaman: \"Çare bulan yok mudur?\" denir.
Artık gözünüzü açın! Ne zaman ki can köprücük kemiğine dayanır,
Doğrusu, (nefis) boğaza dayandığı,
Hayır hayır, ne zaman ki can köprücük kemiklerine dayanır,
İş, onların sandığı gibi değil! Can, köprücüklere dayandığında,
Hayır, hayır! Ne zaman ki can boğaza gelir, işte o zaman can çekişenin yanındakiler:
Hayır, ne zaman ki can, köprücük kemiklerine dayanır,
وَقِيلَ مَنْ ۜ رَاقٍۢ ﴿٢٧﴾
Ve bir okuyup üfleyen yok mu denince.
\"Son müdahaleyi yapacak kim\" denir.
veḳîle men râḳ.
Dikkat edin; can boğaza gelip köprücük kemiklerine dayandığı zaman: \"Çare bulan yok mudur?\" denir.
\"Tedavi edebilecek kimdir?\" denir.
Ve, \"Çare bulan var mı?\" dendiği zaman.
\"Tedavi edebilecek kimdir?\" denilir.
\"Kim var okuyup üfleyecek?\" denilir!
“Bunu iyileştiren, kurtaran yok mu?” der.
Ve (başında bulunanlar tarafından): \"Kim afsun yapar acaba? denir,
وَظَنَّ أَنَّهُ ٱلْفِرَاقُ ﴿٢٨﴾
Ve şüphe yok ki bu çağın, bir ayrılık çağı olduğunu anlayınca.
Artık gerçekten, kendisi de bir ayrılık olduğunu anlamıştır.
veżanne ennehü-lfirâḳ.
Artık ayrılık vaktinin geldiğini sanır.
(Can çekişen) bunun gerçek bir ayrılış olduğunu anlar.
Bunun artık o ayrılık zamanı olduğunu anlar.
Can çekişen bunun o ayrılık anı olduğunu anlar.
Sezinlemiştir ki odur ayrılık.
Artık ayrılık vakti geldiğini kendisi de anlar.
Ve kendisi artık bunun, ayrılık zamanı olduğunu anlar,
وَٱلْتَفَّتِ ٱلسَّاقُ بِٱلسَّاقِ ﴿٢٩﴾
Ve baldır, baldıra dolaşınca.
(Ölüm korkusundan) Ayaklar birbirine dolaştığında;
velteffeti-ssâḳu bissâḳ.
Bacaklar birbirine dolaşır.
Ve bacak bacağa dolaşır.
Bacakları birbirine dolaşmıştır.
Bacak bacağa dolaşır..
Dolaşmıştır el-ayak/kol-bacak.
Bacağı bacağına dolaşır, ölüm acısıyla kıvranır. [6,61-62]
Ve bacak bacağa dolaşır.
إِلَىٰ رَبِّكَ يَوْمَئِذٍ ٱلْمَسَاقُ ﴿٣٠﴾
O gün, Rabbinin tapısına götürülür.
O gün sevk, yalnızca Rabbinedir.
ilâ rabbike yevmeiẕin-lmesâḳ.
O gün sevk Rabbin huzurunadır.
İşte o gün sevkedilecek yer, sadece Rabbinin huzurudur.
O gün sevk Rabbine doğrudur.
İşte o gün sevk, ancak Rabbinedir.
Rabbine doğrudur o gün sevkiyat.
O gün sevkiyat, doğru Rabbinin divanına olur!
İşte o gün, sevk Rabbinedir (can, Allah'ın huzuruna sevk edilir).
فَلَا صَدَّقَ وَلَا صَلَّىٰ ﴿٣١﴾
O, ne birşeyi vermiştir sadaka olarak, ne namaz kılmıştır.
Fakat o, ne doğrulamış ne de namaz kılmıştı.
felâ ṣaddeḳa velâ ṣallâ.
O, Peygamberi doğrulamamış, namaz kılmamış, ama yalanlayıp yüz çevirmiş, sonra da salına salına kendinden yana olanlara gitmişti.
İşte o, (Peygamber'in getirdiğini) doğru kabul etmemiş, namaz da kılmamıştı.
O ne doğruladı, ne de destekledi;
Fakat o, ne sadaka verdi, ne namaz kıldı.
Ne tasdik etti ne sadaka verdi ne namaz kıldı/dua etti.
Ne dini tasdik eder, ne namaz kılardı.
Ne sadaka verdi, ne de namaz kıldı.
وَلَٰكِن كَذَّبَ وَتَوَلَّىٰ ﴿٣٢﴾
Ve fakat yalanlamıştır, yüz çevirmiştir.
Ancak o, yalanlamış ve yüz çevirmişti.
velâkin keẕẕebe vetevellâ.
O, Peygamberi doğrulamamış, namaz kılmamış, ama yalanlayıp yüz çevirmiş, sonra da salına salına kendinden yana olanlara gitmişti.
Aksine yalan saymış ve yüz çevirmişti.
Fakat yalanladı ve yüz çevirdi.
Fakat yalanladı ve döndü.
Tam aksine, yalanladı, gerisin geri döndü.
Hep hakkı yalan sayıp ona sırtını dönerdi.
Fakat yalanladı, döndü.
ثُمَّ ذَهَبَ إِلَىٰٓ أَهْلِهِۦ يَتَمَطَّىٰٓ ﴿٣٣﴾
Sonra da salınasalına yakınlarının yanına gitmiştir.
Sonra çalım satarak yakınlarına gitmişti.
ŝümme ẕehebe ilâ ehlihî yetemeṭṭâ.
O, Peygamberi doğrulamamış, namaz kılmamış, ama yalanlayıp yüz çevirmiş, sonra da salına salına kendinden yana olanlara gitmişti.
Sonra da çalım sata sata yürüyerek kendi ehline (taraftarlarına) gitmişti.
Sonra çalım satarak ailesine gitti.
Sonra da çalım sata sata ailesine gitti.
Sonra da çalım sata sata ailesine gitti.
Bir de yaptığından memnun olarak,çalımlı çalımlı kendi taraftarlarının yanına varırdı.
Sonra çalım satarak ailesine gitti.
أَوْلَىٰ لَكَ فَأَوْلَىٰ ﴿٣٤﴾
Kötülük sana gerek, gene de kötülük sana.
Sen buna müstahaksın, dahasına müstahaksın.
evlâ leke feevlâ.
Sana yazıklar olsun, yazıklar!
Layıktır (o azap) sana, layık!
Sen bunu haketmişsin.
Gerektir o bela sana, gerek.
Çok uygundur sana bu bela, çok uygun!
Yazık sana yazık!
Yazık sana yazık!
ثُمَّ أَوْلَىٰ لَكَ فَأَوْلَىٰٓ ﴿٣٥﴾
Sonra da kötülük sana gerek de gene kötülük sana.
Yine müstahaksın, dahasına da müstahaksın.
ŝümme evlâ leke feevlâ.
Daha ne olsun, sana yazıklar olsun, yazıklar!
Evet, layıktır sana (o azap) layık!
Gerçekten sen bunu haketmiş bulunuyorsun.
Evet, gerektir o bela sana gerek.
Evet, çok uygundur sana bu bela, çok uygun!
Yazık ki sana ne yazık!
Yine yazık sana yazık!
أَيَحْسَبُ ٱلْإِنسَٰنُ أَن يُتْرَكَ سُدًى ﴿٣٦﴾
Yoksa insan, sanır mı ki kendi keyfine bırakılır?
İnsan, 'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor?
eyaḥsebü-l'insânü ey yütrake südâ.
İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?
İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!
İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanıyor?
İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?
İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanıyor?
İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?
İnsan, başı boş bırakılacağını mı sanır?
أَلَمْ يَكُ نُطْفَةًۭ مِّن مَّنِىٍّۢ يُمْنَىٰ ﴿٣٧﴾
Erlik suyundan dökülen bir katre değil miydi?
Kendisi, akıtılan meniden bir damla su değil miydi?
elem yekü nuṭfetem mim meniyyiy yümnâ.
O, katılan bir meni damlası değil miydi?
O, (döl yatağına) akıtılan meninin içinden bir nutfe (sperm) değil miydi?
Dökülen meniden bir sperm değil miydi?
O, dökülen erlik suyundan bir damla (sperm) değil miydi?
O, dökülen meniden bir sperm değil miydi?
Onun aslı, atılan bir meni damlası değil miydi?
Kendisi dökülen meniden bir nutfe (sperm) değil miydi?
ثُمَّ كَانَ عَلَقَةًۭ فَخَلَقَ فَسَوَّىٰ ﴿٣٨﴾
Sonra bir kan pıhtısı oldu da onu yarattı, azasını düzüp koştu.
Sonra bir alak (embriyo) oldu, derken (Allah, onu) yarattı ve bir 'düzen içinde biçim verdi.'
ŝümme kâne `aleḳaten feḫaleḳa fesevvâ.
Sonra kan pıhtısı olmuş, sonra Allah onu yaratıp şekil vermişti.
Sonra bu, alaka (aşılanmış yumurta) olmuş, derken Allah onu (insan biçiminde) yaratıp şekillendirmişti.
Ve bir embriyoya dönüştükten sonra O yaratıp biçim verdi?
Sonra bir aleka (embriyon) oldu da Rabbi onu biçime koydu, sonra şekil verdi.
Sonra o, bir çiğnem et oldu da Allah onu yarattı, ardından düzgün bir şekle ulaştırdı.
Sonra (rahim cidarına) yapışan bir hücre oldu da, Rabbi onu yaratıp düzenledi.
Sonra alaka (rahme asılan embriyo) oldu da (Rabbi onu) yarattı, düzenledi.
فَجَعَلَ مِنْهُ ٱلزَّوْجَيْنِ ٱلذَّكَرَ وَٱلْأُنثَىٰٓ ﴿٣٩﴾
Derken ondan da erkek, dişi, çiftler yarattı.
Böylece ondan, erkek ve dişi olmak üzere çift kıldı.
fece`ale minhü-zzevceyni-ẕẕekera vel'ünŝâ.
Ondan, erkek, dişi iki cins yaratmıştı.
Ondan da iki eşi, yani erkek ve dişiyi var etmişti.
Ve ondan erkek ve dişi olmak üzere iki çift yarattı?
Ondan da iki cinsi; erkek ve dişiyi var etti.
Nihayet ondan iki çifti, erkeği ve dişiyi vücuda getirdi.
Ondan erkek ve dişi olarak her iki cinsi yarattı.
O(meni)den iki çifti: Erkeği ve dişiyi var etti.
أَلَيْسَ ذَٰلِكَ بِقَٰدِرٍ عَلَىٰٓ أَن يُحْۦِىَ ٱلْمَوْتَىٰ ﴿٤٠﴾
Bunları yapanın, ölüyü diriltmeye gücü mü yetmez?
(Öyleyse Allah,) Ölüleri diriltmeye güç yetiren değil midir?
eleyse ẕâlike biḳâdirin `alâ ey yuḥyiye-lmevtâ.
Bunları yapan Allah'ın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi? Elbette yeter.
Peki (bunları yapan) Allah'ın, ölüleri tekrar diriltmeye gücü yetmez mi?
Bunları yapanın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?
Peki, bunu yapanın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?
Peki bunu yapan, ölüyü diriltmeye güç yetiremez mi?
Bütün bunları yapan, ölüleri diriltmeye kadir olmaz olur mu?
Şimdi bun(ları yapan Allah)ın ölüleri diriltmeğe gücü yetmez mi?