Settings
Surah Those who set the ranks [As-Saaffat] in Turkish
وَٱلصَّٰٓفَّٰتِ صَفًّۭا ﴿١﴾
Andolsun saf saf dizilenlere.
Saflar halinde dizilenlere andolsun,
veṣṣâffâti ṣaffâ.
Sıra Sıra duran ve önlerindekini sürdükçe süren ve Allah'ı andıkça anan meleklere and olsun ki, sizin Tanrınız birdir; göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların -doğuların da- Rabbidir.
Saf saf dizilenlere,
And olsun sıralar halinde dizenlere,
Andolsun o saf bağlayıp duranlara.
Yemin olsun o saf bağlayıp dizilenlere/o saflar tutturup sıraya dizilenlere-o kanatlarını açıp toplayarak uçanlara,
Yemin ederim o saf saf dizilenlere,[37,165]
Andolsun o sıra sıra dizilenlere,
فَٱلزَّٰجِرَٰتِ زَجْرًۭا ﴿٢﴾
Halkı kötülükten menedenlere.
Haykırıp sürükleyenlere,
fezzâcirâti zecrâ.
Sıra Sıra duran ve önlerindekini sürdükçe süren ve Allah'ı andıkça anan meleklere and olsun ki, sizin Tanrınız birdir; göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların -doğuların da- Rabbidir.
O haykırıp sürenlere,
İtekleyip sürenlere,
O haykırıp da sürenlere.
O haykırarak sevk edenlere/o göğüs gererek durduranlara,
Sevk-u idare edip menedenlere,
Bağırıp sürenlere,
فَٱلتَّٰلِيَٰتِ ذِكْرًا ﴿٣﴾
Kur'an okuyanlara.
Zikir okuyanlara,
fettâliyâti ẕikrâ.
Sıra Sıra duran ve önlerindekini sürdükçe süren ve Allah'ı andıkça anan meleklere and olsun ki, sizin Tanrınız birdir; göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların -doğuların da- Rabbidir.
Ve o zikir okuyanlara,
Ve mesajı okuyanlara...
Ve o yolda zikir okuyanlara.
O Zikir okuyanlara,
Kitap okuyanlara ki [77,5-6]
Zikir okuyanlara,
إِنَّ إِلَٰهَكُمْ لَوَٰحِدٌۭ ﴿٤﴾
Şüphe yok ki mabudunuz birdir.
Tartışmasız, sizin İlahınız gerçekten birdir.
inne ilâheküm levâḥid.
Sıra Sıra duran ve önlerindekini sürdükçe süren ve Allah'ı andıkça anan meleklere and olsun ki, sizin Tanrınız birdir; göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların -doğuların da- Rabbidir.
Yemin ederim ki, ilahınız birdir.
Ki sizin Tanrınız birdir.
Ki sizin ilâhınız birdir.
Ki sizin ilahınız hiç kuşkusuz bir ve tektir.
Sizin ilahınız bir tek İlahtır.
Ki Tanrınız, birdir.
رَّبُّ ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَرَبُّ ٱلْمَشَٰرِقِ ﴿٥﴾
Rabbidir göklerin ve yeryüzünün ve ikisinin arasındakilerin ve Rabbidir doğuların.
Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir, doğuların da Rabbidir.
rabbü-ssemâvâti vel'arḍi vemâ beynehümâ verabbü-lmeşâriḳ.
Sıra Sıra duran ve önlerindekini sürdükçe süren ve Allah'ı andıkça anan meleklere and olsun ki, sizin Tanrınız birdir; göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların -doğuların da- Rabbidir.
O, hem göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbi, hem de doğuların Rabbidir.
Göklerin, yerin ve her ikisinin arasında bulunanların Rabbidir, doğuların Rabbidir.
O, göklerin, yerin ve aralarındakilerin Rabbidir, bütün doğuların da Rabbidir.
Göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin Rabbidir O; doğuların da Rabbidir O.
O, hem göklerin, yerin ve ikisi arasında olan bütün varlıkların, hem de Güneş'in bütün doğuş yerlerinin Rabbidir. [70,40; 55,17]
Göklerin, yerin ve bunlar arasında bulunanların Rabbi, doğuların da Rabbidir.
إِنَّا زَيَّنَّا ٱلسَّمَآءَ ٱلدُّنْيَا بِزِينَةٍ ٱلْكَوَاكِبِ ﴿٦﴾
Şüphe yok ki biz, yakın göğü ziynetlerle bezedik.
Şüphesiz Biz dünya göğünü 'çekici bir süsle', yıldızlarla süsleyip-donattık.
innâ zeyyenne-ssemâe-ddünyâ bizînetini-lkevâkib.
Şüphesiz Biz, yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsledik.
Biz yakın göğü, bir süsle, yıldızlarla süsledik.
Biz en aşağıdaki göğü gezegenler ile süsleyip,
Gerçekten biz dünya göğünü (o yakın göğü) bir zinetle, yıldızlarla süsledik.
Biz o yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsleyip donattık.
Biz yere en yakın semayı yıldızlarla süsledik. [67,5; 15,16-18]
Biz en yakın göğü bir zinetle, yıldızlarla süsledik.
وَحِفْظًۭا مِّن كُلِّ شَيْطَٰنٍۢ مَّارِدٍۢ ﴿٧﴾
Ve onu, her inatçı ve asi Şeytandan koruduk.
Ve itaatten çıkmış her azgın şeytandan koruduk;
veḥifżam min külli şeyṭânim mârid.
Onu, inatçı her türlü şeytandan koruduk.
Ve (gökyüzünü) itaat dışına çıkan her şeytandan koruduk.
Her türlü inatçı şeytana karşı bir koruma yaptık.
Onu her inatçı şeytandan koruduk.
Ve her türlü inatçı-âsi şeytandan koruduk.
Ve orayı her türlü şeytandan koruduk.
Ve (onu) ita'at dışına çıkan her türlü şeytandan koruduk.
لَّا يَسَّمَّعُونَ إِلَى ٱلْمَلَإِ ٱلْأَعْلَىٰ وَيُقْذَفُونَ مِن كُلِّ جَانِبٍۢ ﴿٨﴾
En yüce melekler topluluğunun sözlerini duyamazlar ve her yandan sürülüp kovulurlar.
Ki onlar, Mele'i A'la'ya kulak verip dinleyemezler, her yandan kovulup atılırlar;
lâ yessemme`ûne ile-lmelei-l'a`lâ veyuḳẕefûne min külli cânib.
Onlar yüce alemi asla dinleyemezler. Her yönden kovularak atılırlar. Onlara sürekli bir azap vardır.
Onlar, artık mele-i a'la'ya (yüce topluluğa) kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar.
Yüce topluluğu dinleyemezler; her yandan atılırlar.
Onlar yüksek (melekler) topluluğunu dinleyemezler. Her taraftan kovulup atılırlar.
Onlar ne kadar çırpınsalar da o yüce konseyi dinleyemezler. Ve her taraftan atışa tutulurlar;
Onlar Mele-i Âla'ya yükselip dinleyemezler ve her taraftan bombardımana tutulurlar.
O (şeyta)nlar mele-i A'layı (yüce melekler topluluğunu) dinleyemezler; her yandan kendilerine (ışınlar) atılır.
دُحُورًۭا ۖ وَلَهُمْ عَذَابٌۭ وَاصِبٌ ﴿٩﴾
Horhakir bir halde ve onlar içindir ardıarası kesilmeyen azap.
Uzaklaştırılırlar. Onlara kesintisiz bir azap vardır.
düḥûrav velehüm `aẕâbüv vâṣib.
Onlar yüce alemi asla dinleyemezler. Her yönden kovularak atılırlar. Onlara sürekli bir azap vardır.
Kovulup atılırlar. Ve onlar için sürekli bir azap vardır.
Kovulurlar; sürekli bir azabı hakketmişlerdir.
Uzaklaştırılırlar. Onlara ardı arkası kesilmez bir azab vardır.
Kovulurlar. Ve onlar için, yakalarını bırakmayan bir azap vardır.
Dinlemeye kalksalar kovulup atılırlar. Hem onlar için devamlı bir azap vardır.
Kovulurlar. Onlar için sürekli bir azab vardır.
إِلَّا مَنْ خَطِفَ ٱلْخَطْفَةَ فَأَتْبَعَهُۥ شِهَابٌۭ ثَاقِبٌۭ ﴿١٠﴾
Ancak hırsızlama bir söz duyan olursa hemen onun ardından da aydınlatıcı ve delip geçen bir ateştir atılır, onu yakar.
Ancak (sözü hırsızlama) çalıp-kapan olursa, artık onu da delip geçen 'yakıcı bir alev' izler (ve yok eder).
illâ men ḫaṭife-lḫaṭfete feetbe`ahû şihâbün ŝâḳib.
Hele bir tek söz kapan olsun; delici bir alev onun peşine düşüverir.
Ancak (meleklerin konuşmalarından) bir söz kapan olursa, onu da delip geçen bir parlak ışık takip eder.
Bir söz kapan olursa, onu, delici bir ışın izler.
Ancak kulak hırsızlığı yapanlar olur. Onu da yakıcı bir alev takip eder.
Yüce konseyden bir söz çalıp çarpan olabilirse de onun peşine hemen delici, alevli bir yıldız takılır.
Ne var ki içlerinden birisi bir söz kırıntısı kapmayı başarırsa, derhal yakıcı ve delici bir ışın onu kovalar. [15,8-12]
Yalnız (yüce topluluktan) bir söz kapan olursa, onu da delici bir şihab (ışın)izler.
فَٱسْتَفْتِهِمْ أَهُمْ أَشَدُّ خَلْقًا أَم مَّنْ خَلَقْنَآ ۚ إِنَّا خَلَقْنَٰهُم مِّن طِينٍۢ لَّازِبٍۭ ﴿١١﴾
Şimdi sor bir onlara, yaratılış bakımından onlar mı daha güçlükuvvetli, yoksa bizim diğer yarattıklarımız mı? Şüphe yok ki biz, onları cıvık bir balçıktan yarattık.
Şimdi onlara sor: Yaratılış bakımından onlar mı daha zorlu, yoksa Bizim yarattıklarımız mı? Doğrusu Biz onları, cıvık-yapışkan bir çamurdan yarattık.
festeftihim ehüm eşeddü ḫalḳan em men ḫalaḳnâ. innâ ḫalaḳnâhüm min ṭînil lâzib.
Allah'a eş koşanlara sor: Kendilerini yaratmak mı daha zordur, yoksa Bizim yarattığımız gökleri yaratmak mı? Aslında Biz kendilerini özlü ve yapışkan çamurdan yaratmışızdır.
Şimdi sor onlara! Yaratma bakımından onlar mı daha zor, yoksa bizim yarattığımız (insanlar) mı? Şüphesiz biz kendilerini yapışkan bir çamurdan yarattık.
Sor onlara, \"Yaratılış bakımından onlar mı daha çetin, yoksa bizim yarattıklarımız mı?\" Onları yapışkan bir balçıktan yarattık.
Şimdi onlara sor: \"Yaradılışça kendileri mi daha çetin, yoksa bizim yarattıklarımız mı?\" Gerçekten biz onları cıvık bir çamurdan yarattık.
Şimdi sor onlara: Yaratış ve yaratılış bakımından onlar mı daha güçlüdür, yoksa bizim yarattığımız şuurlular mı? Gerçek şu ki, biz onları bir cıvık çamurdan yarattık.
Onlara bir sor bakalım: Kendileri mi yaratılışça daha güçlü kuvvetli, yoksa Bizim diğer yarattıklarımız mı? Doğrusu Biz onları, yapışkan bir çamurdan yarattık. [40,57]
Şimdi onlara sor: Yaratılış bakımından kendileri mi daha çetin, yoksa bizim yarattıklarımız mı? Biz kendilerini yapışkan bir çamurdan yarattık.
بَلْ عَجِبْتَ وَيَسْخَرُونَ ﴿١٢﴾
Belki de şaştın sen ve alay eder onlar da.
Hayır, sen (bu muhteşem yaratışa ve onların inkarına) şaşırdın kaldın; onlar ise alay edip duruyorlar.
bel `acibte veyesḫarûn.
Evet; sen onlara şaşıyorsun, onlar da seni alaya alıyorlar.
Hayır, sen şaşıyorsun. Halbuki onlar alay ediyorlar.
Sen hayranlık duyarken onlar alay ediyorlar.
Fakat sen onlara şaşıyorsun, ama onlar (seninle) eğleniyorlar.
Ama sen şaşırdın, onlarsa alay ediyorlar.
Ne var ki sen onların haşri inkâr etmelerine şaşırıyorsun, onlar ise seninle alay ederler.
Hayır sen (bu muhteşem kudrete) hayran kaldın; onlarsa (seninle) alay ediyorlar.
وَإِذَا ذُكِّرُوا۟ لَا يَذْكُرُونَ ﴿١٣﴾
Ve öğüt verilince Kur'an'la öğüt almazlar.
Kendilerine öğüt verildiğinde, öğüt almıyorlar.
veiẕâ ẕükkirû lâ yeẕkürûn.
Onlara öğüt verildiğinde öğüt dinlemezler.
Kendilerine öğüt verildiği vakit öğüt almazlar.
Kendilerine hatırlatıldığında öğüt almıyorlar.
Kendilerine hatırlatıldığında da düşünmüyorlar.
Düşünüp taşınmaya çağrıldıklarında düşünmüyorlar.
Kendilerine nasihat edildiğinde uyarmaları dikkate almazlar.
Kendilerine öğüt verilse öğüt almıyorlar.
وَإِذَا رَأَوْا۟ ءَايَةًۭ يَسْتَسْخِرُونَ ﴿١٤﴾
Ve bir delil gördüler mi alay etmeye kalkarlar.
Bir ayet (mucize) gördüklerinde de, alay konusu edinip eğleniyorlar.
veiẕâ raev âyetey yestesḫirûn.
Bir mucize gördüklerinde onu eğlenceye alırlar.
Bir mucize görseler alay ederler.
Bir delil gördüklerinde onu alaya alıyorlar.
Bir mucize gördükleri zaman da eğlenceye alıyorlar.
Bir ayetle yüzyüze geldiklerinde, dudak büküp eğleniyorlar.
Gerçeği gösteren bir delil veya bir mûcize görseler, başkalarını da onunla alay etmeye çağırır ve “Bu, derler, besbelli bir sihir! Demek biz öldükten, hem de çürümüş kemik ve toz toprak haline geldikten sonra, biz mi dirilecek mişiz! Gelmiş geçmiş babalarımız ve dedelerimiz de mi dirilecekler!”
Bir mu'cize görseler, alay ediyorlar.
وَقَالُوٓا۟ إِنْ هَٰذَآ إِلَّا سِحْرٌۭ مُّبِينٌ ﴿١٥﴾
Ve derler ki: Bu, ancak apaçık bir büyüden başka bir şey değil.
\"Bu, açıkça bir büyüden başkası değildir\" dediler.
veḳâlû in hâẕâ illâ siḥrum mübîn.
\"Bu apaçık bir sihirdir; öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman, önceki babalarımız yahut biz mi dirileceğiz?\" derler.
Bu ancak açık bir büyüdür, derler.
Derler, \"Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir.\"
Ve diyorlar ki: \"Bu apaçık büyüden başka bir şey değildir.\"
Şöyle dediler: \"Bu, apaçık bir büyüden başka şey değildir.\"
Gerçeği gösteren bir delil veya bir mûcize görseler, başkalarını da onunla alay etmeye çağırır ve “Bu, derler, besbelli bir sihir! Demek biz öldükten, hem de çürümüş kemik ve toz toprak haline geldikten sonra, biz mi dirilecek mişiz! Gelmiş geçmiş babalarımız ve dedelerimiz de mi dirilecekler!”
Bu apaçık bir büyüden başka bir şey değildir. diyorlar.
أَءِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًۭا وَعِظَٰمًا أَءِنَّا لَمَبْعُوثُونَ ﴿١٦﴾
Ölüp toprak ve kemik olduktan sonra mı diriltileceğiz biz.
\"Biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuzda mı, gerçekten biz mi diriltilecekmişiz?\"
eiẕâ mitnâ vekünnâ türâbev ve`iżâmen einnâ lemeb`ûŝûn.
\"Bu apaçık bir sihirdir; öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman, önceki babalarımız yahut biz mi dirileceğiz?\" derler.
\"Gerçekten biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman mı, diriltileceğiz?\"
\"Ölüp, toprak ve kemik olduktan sonra mı, biz mi diriltilecekmişiz?\"
\"Öldüğümüz ve bir toprakla bir yığın kemik olduğumuz zaman mı biz tekrar dirilecekmişiz?\"
\"Öldüğümüz, toprak ve kemik haline geldiğimiz zaman mı? Biz gerçekten diriltilecek miyiz?\"
Gerçeği gösteren bir delil veya bir mûcize görseler, başkalarını da onunla alay etmeye çağırır ve “Bu, derler, besbelli bir sihir! Demek biz öldükten, hem de çürümüş kemik ve toz toprak haline geldikten sonra, biz mi dirilecek mişiz! Gelmiş geçmiş babalarımız ve dedelerimiz de mi dirilecekler!”
Yani biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman mı, biz mi diriltilecek mişiz?
أَوَءَابَآؤُنَا ٱلْأَوَّلُونَ ﴿١٧﴾
Önceki atalarımız da mı diriltilecekler?
\"Veya önceki atalarımız da mı?\"
eveâbâüne-l'evvelûn.
\"Bu apaçık bir sihirdir; öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman, önceki babalarımız yahut biz mi dirileceğiz?\" derler.
\"İlk atalarımızda mı (diriltilecek)?\"
\"Hatta bizden önceki atalarımız da mı?\"
\"Önceki atalarımız da mı?..\"
\"Önceki atalarımız da mı?\"
Gerçeği gösteren bir delil veya bir mûcize görseler, başkalarını da onunla alay etmeye çağırır ve “Bu, derler, besbelli bir sihir! Demek biz öldükten, hem de çürümüş kemik ve toz toprak haline geldikten sonra, biz mi dirilecek mişiz! Gelmiş geçmiş babalarımız ve dedelerimiz de mi dirilecekler!”
Evvelki atalarımız da mı?
قُلْ نَعَمْ وَأَنتُمْ دَٰخِرُونَ ﴿١٨﴾
De ki: Evet ve siz horhakir bir halde dirileceksiniz.
De ki: \"Evet, üstelik boyun bükmüş kimseler olarak (diriltileceksiniz).”
ḳul ne`am veentüm dâḫirûn.
De ki: \"Evet hem de zelil ve hakir olarak.\"
De ki: Evet, hem de hor ve hakir olarak (diriltileceksiniz).
De ki, \"Evet, hem de horlanarak.\"
De ki: \"Evet, hem de sizler çok aşağılanmış olarak (dirileceksiniz).\"
De ki: \"Evet! Ve, siz de! Aşağılanmış, ezilmiş olarak.\"
De ki: “Evet, diriltilecek, hem de zelil ve perişan bir vaziyette diriltileceksiniz!
De ki: \"Evet siz aşağılanarak (diriltileceksiniz)!\"
فَإِنَّمَا هِىَ زَجْرَةٌۭ وَٰحِدَةٌۭ فَإِذَا هُمْ يَنظُرُونَ ﴿١٩﴾
Gerçekten de ancak bir tek bağrıştan ibarettir de birdenbire görüverirler ki dirilmişler.
İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibarettir; artık kendileri (diriltilmiş olarak) bakıp duruyorlar.
feinnemâ hiye zecratüv vâḥidetün feiẕâ hüm yenżurûn.
Tek bir çığlık. Hemen bakıp kalırlar.
O (diriltme) korkunç. bir sesten ibaret olacak, o anda hemen onların gözleri açılıp etrafa bakacaklar.
O, bir tek dokunmadır. O zaman (kalkıp) bakınırlar.
Çünkü O (sura üfürmek) zorlu bir kumandadan ibarettir ki, derhal onların gözleri açılıverir.
Müthiş bir komut sesidir O. Onlar öylece bakakalacaklar.
Bu iş için sadece bir tek emir yeter! Bir de bakarsınız ki hepsi dirilmiş, etraflarına bakınıyorlar.
O (iş) sadece korkunç bir sesten ibarettir: Hemen onlar (diriltilmiş olarak) bakıyorlardır.
وَقَالُوا۟ يَٰوَيْلَنَا هَٰذَا يَوْمُ ٱلدِّينِ ﴿٢٠﴾
Ve yazıklar olsun bize derler, işte bugün, ceza günü.
Derler ki: \"Eyvahlar bize; bu, din günüdür.\"
veḳâlû yâ veylenâ hâẕâ yevmü-ddîn.
Şöyle derler: \"Vay bize! İşte bu ceza günüdür.\"
(Durumu gören kafirler:) Eyvah bize! Bu ceza günüdür, derler.
\"Vay halimize!\" derler, \"Bu Yargı Günüdür.\"
\"Eyvah bizlere! İşte bu hesap günüdür.\" derler.
Şöyle derler: \"Vay başımıza! Din günüdür bu!\"
“Eyvah, bize!” derler, “İşte bize bahsedilen hesap günü!”
Vah bize, bu ceza günüdür! dediler.
هَٰذَا يَوْمُ ٱلْفَصْلِ ٱلَّذِى كُنتُم بِهِۦ تُكَذِّبُونَ ﴿٢١﴾
İşte bugün, sizin yalanlayıp durduğunuz ayırt ediş günü.
\"Bu, sizin yalanladığınız (mü'mini kafirden, haklıyı haksızdan) ayırma günüdür.\"
hâẕâ yevmü-lfaṣli-lleẕî küntüm bihî tükeẕẕibûn.
Onlara: \"İşte bu, yalanladığınız hüküm günüdür\" denir.
İşte bu; yalanlamış olduğunuz hüküm günüdür.
Bu, sizin yalanlamış olduğunuz karar günüdür.
(Onlara): \"İşte bu, sizin yalanlamakta olduğunuz (iyi ve kötüyü) ayırt etme günüdür\" denir.
O yalanlayıp durduğunuz ayrım günüdür bu.
Melekler de: “Evet, evet bu, sizin yalan saydığınız hüküm günüdür!” derler.
Bu, yalanlamakta olduğunuz hüküm günüdür!
۞ ٱحْشُرُوا۟ ٱلَّذِينَ ظَلَمُوا۟ وَأَزْوَٰجَهُمْ وَمَا كَانُوا۟ يَعْبُدُونَ ﴿٢٢﴾
Toplayın bir araya zulmedenleri, onlara eş olanları ve kulluk ettikleri şeyleri.
\"Zulmedenleri, eşlerini ve taptıklarını biraraya getirip toplayın.\"
uḥşürü-lleẕîne żalemû veezvâcehüm vemâ kânû ya`büdûn.
İlgililere şöyle emredilir: \"Zulmedenleri, onlarla işbirliği edenleri ve Allah'ı bırakıp da taptıklarını derleyin. Onları cehennem yoluna koyun.\"
(Allah, meleklerine emreder:) \"Zalimleri, onların aynı yoldaki arkadaşlarını ve tapmış olduklarını toplayın\".
Zalimleri toplayın. Eşlerini ve,
Toplayın mahşere o zulmedenleri, eşlerini ve Allah'tan başka taptıkları şeyleri. Toplayın da götürün onları sırata (cehennem köprüsüne) doğru.
Toplayın o zulmedenleri; eşlerini de. O tapınıp durmuş olduklarını da toplayın:
Yüce Allah meleklere şöyle emreder: “O zalim müşrikleri, yoldaşlarını ve Allah'tan başka putlaştırdıkları nesneleri toplayın ve hepsini doğru cehenneme sevk edin! Hem tutuklayın onları, çünkü sorguya çekilecekler!” [17,97]
(Yüce Allah meleklerine emreder): \"Toplayın o zalimleri, onların eşlerini ve taptıklarını.\"
مِن دُونِ ٱللَّهِ فَٱهْدُوهُمْ إِلَىٰ صِرَٰطِ ٱلْجَحِيمِ ﴿٢٣﴾
Allah'ı bırakıp da, hepsine de o koca cehennemin yolunu gösterin.
\"Allah'tan başka (taptıklarını); artık onları cehennemin yoluna yöneltip götürün.\"
min dûni-llâhi fehdûhüm ilâ ṣirâṭi-lceḥîm.
İlgililere şöyle emredilir: \"Zulmedenleri, onlarla işbirliği edenleri ve Allah'ı bırakıp da taptıklarını derleyin. Onları cehennem yoluna koyun.\"
\"Allah'tan başka. Onlara cehennemin yolunu gösterin\".
ALLAH'tan başka taptıklarını... Onlara cehennemin yolunu gösterin.
Toplayın mahşere o zulmedenleri, eşlerini ve Allah'tan başka taptıkları şeyleri. Toplayın da götürün onları sırata (cehennem köprüsüne) doğru.
Allah'tan başka tapınmış olduklarını. Sürün onları cehennemin yoluna.
Yüce Allah meleklere şöyle emreder: “O zalim müşrikleri, yoldaşlarını ve Allah'tan başka putlaştırdıkları nesneleri toplayın ve hepsini doğru cehenneme sevk edin! Hem tutuklayın onları, çünkü sorguya çekilecekler!” [17,97]
Allah'tan başka. Onları cehennemin yoluna götürün!
وَقِفُوهُمْ ۖ إِنَّهُم مَّسْـُٔولُونَ ﴿٢٤﴾
Ve durdurun onları, şüphe yok ki sorulacak onlardan.
\"Ve onları durdurup-tutuklayın, çünkü sorguya çekileceklerdir.\"
veḳifûhüm innehüm mes'ûlûn.
\"Onları durdurun; çünkü kendilerinden daha da sorulacaktır.\"
\"Onları tutuklayın, çünkü onlar sorguya çekilecekler!
Ve durdurun onları; sorguya çekileceklerdir.
Ve durdurun onları, çünkü sorguya çekilecekler.
Durdurun onları, çünkü hepsi sorguya çekilecekler.
Yüce Allah meleklere şöyle emreder: “O zalim müşrikleri, yoldaşlarını ve Allah'tan başka putlaştırdıkları nesneleri toplayın ve hepsini doğru cehenneme sevk edin! Hem tutuklayın onları, çünkü sorguya çekilecekler!” [17,97]
Durdurun onları, çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.
مَا لَكُمْ لَا تَنَاصَرُونَ ﴿٢٥﴾
Ne oldu size de yardım etmiyorsunuz birbirinize?
(Onlara seslenilir:) \"Ne oluyor size, birbirinizle (dünyada olduğu gibi) yardımlaşmıyorsunuz?\"
mâ leküm lâ tenâṣarûn.
Şöyle sorulur: \"Size ne oldu ki birbirinizle yardımlaşmıyorsunuz?\"
Size ne oldu ki birbirinize yardım etmiyorsunuz?
\"Neden bir birinize yardım etmiyorsunuz?\"
(Onlara): \"Ne oldu sizlere de yardımlaşmıyorsunuz?\" (denilir.)
Neniz var da birbirinize yardım etmiyorsunuz?
Ne oldu size, neden birbirinize yardım etmiyorsunuz?
Size ne oldu ki birbirinize yardım etmiyorsunuz?
بَلْ هُمُ ٱلْيَوْمَ مُسْتَسْلِمُونَ ﴿٢٦﴾
Hayır, bugün onlar, tamamıyla teslim olmuşlardır.
Hayır, bugün onlar teslim olmuşlardır.
bel hümü-lyevme müsteslimûn.
Hayır; bugün onların hepsi teslim olmuşlardır.
Evet, onlar o gün zilletle boyun eğeceklerdir.
Hayır, o gün tümüyle teslim olmuşlardır.
Hayır, bugün onlar teslim olmuşlardır.
Edemezler! Bugün hepsi teslim bayrağını çekmiş durumdadır.
Doğrusu bugün onlar birbirini yardımdan mahrum bırakıp azaba teslim etmişler, acz içinde kıvranmaktadırlar.
(Başları öne eğik, utançtan yüzleri kızarmış. Cevap verecek durumda değillerdir). Hayır, onlar o gün teslim olmuşlardır.
وَأَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلَىٰ بَعْضٍۢ يَتَسَآءَلُونَ ﴿٢٧﴾
Ve bir kısmı, bir kısmına yönelir de, birbirlerini sorumlu sayarlar.
Kimi kimine yönelmiş olarak birbirlerine soruyorlar:
veaḳbele ba`ḍuhüm `alâ ba`ḍiy yetesâelûn.
Birbirlerine dönüp soruşurlar.
(İşte bu duruma düştükleri vakit) onlardan bir kısmı, diğerlerine yönelir, birbirlerini sorumlu tutmaya çalışırlar.
Dönüp birbirlerini sorgularlar.
Onlar, birbirine dönmüş soruşuyorlar.
Birbirlerine dönerek bir şeyler sorup duruyorlar.
Birbirlerine dönüp itham ederek karşılıklı soru yöneltirler. [40,47-48; 34,31-33]
Birbirlerine döndüler, soruyorlar.
قَالُوٓا۟ إِنَّكُمْ كُنتُمْ تَأْتُونَنَا عَنِ ٱلْيَمِينِ ﴿٢٨﴾
Gerçekten de derler, siz sağımızdan çıkagelir, iyilik ediyor görünürdünüz bize.
\"Gerçekten sizler bize sağdan (sağ duyudan ve haktan) yana gelip yanaşıyordunuz.\" derler.
ḳâlû inneküm küntüm te'tûnenâ `ani-lyemîn.
İleri gelenlerine: \"Doğrusu siz bize sureti hakdan görünürdünüz\" derler.
(Uyanlar, uydukları adamlara:) Siz bize sağdan gelirdiniz (sureti haktan görünürdünüz) derler.
\"Siz bize sağ yanımızdan yaklaşıyordunuz,\" derler.
Onlar: \"Siz bize (uğurlu görünerek) sağdan gelir dururdunuz\" derler.
Dediler: \"Siz bize sağ taraftan geliyordunuz.\"
Tâbi olanlar önderlerine: “Siz, derler, bize (en çok önem verdiğimiz taraftan), sağ cihetten gelir, ısrarla size tâbi olmamızı isterdiniz?”
(Uyanlar, uydukları adamlara) Dediler ki: \"Siz bize sağdan gelir(güvendiğimiz yandan bize sokulup vesvese verir)diniz.\"
قَالُوا۟ بَل لَّمْ تَكُونُوا۟ مُؤْمِنِينَ ﴿٢٩﴾
Hayır derler öbürleri, siz inanmamıştınız.
(Diğerleri de:) \"Hayır\" derler. \"Zaten sizler mü'min kimseler değildiniz.\"
ḳâlû bel lem tekûnû mü'minîn.
Onlar da şöyle derler: \"Hayır; siz inanmış kimseler değildiniz.\"
(Ötekiler de:) \"Bilakis, derler, siz inanan kimseler değildiniz\".
Derler ki, \"Aslında siz inanmış kimseler değildiniz.\"
(İleri gelenler de) derler ki: \"Hayır, siz inanmamıştınız.\"
Ötekiler dediler: \"Hayır, siz zaten inanmıyordunuz?\"
“Hayır, bilakis! derler öbürleri, siz zaten iman eden kimseler değildiniz. Hem bizim, sizi zorlayacak bir gücümüz yoktu ki! Bilakis, siz azgın bir gürûh idiniz!”“Ne dersek boş! Artık Rabbimizin azap hükmü hakkımızda kesinleşti. Biz hak ettiğimiz cezayı mutlaka tadacağız. Evet, sizi biz kışkırttık, çünkü biz de azmış durumdaydık.”
(Ötekiler de): \"Hayır, dediler, zaten siz kendiniz inanan insanlar değildiniz.\"
وَمَا كَانَ لَنَا عَلَيْكُم مِّن سُلْطَٰنٍۭ ۖ بَلْ كُنتُمْ قَوْمًۭا طَٰغِينَ ﴿٣٠﴾
Ve size karşı bir gücümüzkuvvetimiz yoktu bizim, hayır, siz azgın kişilerdiniz.
\"Bizim üzerinizde zorlayıcı hiçbir gücümüz yoktu; hayır siz (kendiniz) azgın bir kavimdiniz.\"
vemâ kâne lenâ `aleyküm min sülṭân. bel küntüm ḳavmen ṭâgîn.
\"Bizim sizin üstünüzde bir nüfuzumuz yoktu. Bilakis, azmış bir millettiniz.\"
\"Bizim sizi zorlayacak bir gücümüz yoktu. Fakat siz kendiniz azgın bir toplum idiniz.\"
\"Bizim sizin üzerinizde her hangi bir gücümüz yoktu. Aksine siz azmış bir topluluktunuz.\"
\"Bizim de size karşı bir gücümüz yoktu. Fakat siz azmış bir kavimdiniz.\"
\"Bizim size karşı bir sultamız yoktu. İşin esası şu ki siz azmış bir topluluktunuz.\"
“Hayır, bilakis! derler öbürleri, siz zaten iman eden kimseler değildiniz. Hem bizim, sizi zorlayacak bir gücümüz yoktu ki! Bilakis, siz azgın bir gürûh idiniz!”“Ne dersek boş! Artık Rabbimizin azap hükmü hakkımızda kesinleşti. Biz hak ettiğimiz cezayı mutlaka tadacağız. Evet, sizi biz kışkırttık, çünkü biz de azmış durumdaydık.”
Bizim sizi zorlayacak bir gücümüz yoktu. Siz kendiniz azgın bir toplum idiniz.
فَحَقَّ عَلَيْنَا قَوْلُ رَبِّنَآ ۖ إِنَّا لَذَآئِقُونَ ﴿٣١﴾
O yüzden de Rabbimizin, bize söylediği söz, gerçekleşti, şüphe yok ki azabı tadacağız elbet.
\"Böylece Rabbimiz'in sözü (yıkım ve azap va'di) üzerimize hak oldu. Şüphesiz, (azabı) tadıcılarız.\"
feḥaḳḳa `aleynâ ḳavlü rabbinâ. innâ leẕâiḳûn.
\"Bu sebeple, Rabbimizin sözü aleyhimizde gerçekleşti. şüphesiz azabı tadacağız.\"
\"Onun için Rabbimizin hükmü bize hak oldu. Biz (hak ettiğimiz cezayı) mutlaka tadacağız.\"
\"Rabbimizin hakkımızdaki sözü gerçekleşti, artık tadacağız.\"
\"Onun için üzerimize Rabbimizin azab sözü hak oldu. Şüphesiz azabımızı tadacağız.\"
\"Rabbimizin sözü üzerimize hak oldu. Tadacağımızı elbette tadacağız.\"
“Hayır, bilakis! derler öbürleri, siz zaten iman eden kimseler değildiniz. Hem bizim, sizi zorlayacak bir gücümüz yoktu ki! Bilakis, siz azgın bir gürûh idiniz!”“Ne dersek boş! Artık Rabbimizin azap hükmü hakkımızda kesinleşti. Biz hak ettiğimiz cezayı mutlaka tadacağız. Evet, sizi biz kışkırttık, çünkü biz de azmış durumdaydık.”
Artık Rabbimizin sözü bize hak oldu. Biz (hak ettiğimiz cezayı mutlaka) tadacağız!
فَأَغْوَيْنَٰكُمْ إِنَّا كُنَّا غَٰوِينَ ﴿٣٢﴾
Gerçekten sizi azdırdık biz, şüphe yok ki biz de azmıştık.
\"Evet, sizi azdırdık, çünkü biz de azgın kimselerdik.\"
feagveynâküm innâ künnâ gâvîn.
\"Sizi biz azdırmıştık, çünkü kendimiz azgındık\".
\"Biz sizi azdırdık. Çünkü kendimiz de azmıştık.\"
\"Biz azmıştık. Sizi de azdırdık.\"
\"Evet biz, sizi kışkırttık. Çünkü biz azgındık.\"
\"Sizi saptırıp azdırmıştık. Çünkü biz de sapıp azmış kişilerdik.\"
“Hayır, bilakis! derler öbürleri, siz zaten iman eden kimseler değildiniz. Hem bizim, sizi zorlayacak bir gücümüz yoktu ki! Bilakis, siz azgın bir gürûh idiniz!”“Ne dersek boş! Artık Rabbimizin azap hükmü hakkımızda kesinleşti. Biz hak ettiğimiz cezayı mutlaka tadacağız. Evet, sizi biz kışkırttık, çünkü biz de azmış durumdaydık.”
Sizi azdırdık, çünkü biz kendimiz azmıştık(siz de bize uyunca azmış oldunuz).
فَإِنَّهُمْ يَوْمَئِذٍۢ فِى ٱلْعَذَابِ مُشْتَرِكُونَ ﴿٣٣﴾
Hiç şüphe yok ki bugün onlar, azapta ortaktırlar.
Artık o gün onlar azapta ortaktırlar.
feinnehüm yevmeiẕin fi-l`aẕâbi müşterikûn.
O gün hepsi azabda birleşirler.
Şüphesiz o gün onlar azapta ortaktırlar.
Böylece, o gün onlar azabta ortaktırlar.
O halde hepsi o gün azabda ortaktırlar.
Onlar o gün azap içinde ortaklık kurmuşlardır.
O halde o gün hepsi azap çekmekte müşterektirler.
O gün onlar azab (çekme)de ortaktırlar.
إِنَّا كَذَٰلِكَ نَفْعَلُ بِٱلْمُجْرِمِينَ ﴿٣٤﴾
Şüphe yok ki biz, suçlulara böyle yaparız işte.
Doğrusu Biz, suçlu-günahkarlara böyle yaparız.
innâ keẕâlike nef`alü bilmücrimîn.
Doğrusu suçlulara böyle yaparız.
İşte biz, suçlulara böyle yaparız.
Biz suçlulara böyle yaparız.
İşte biz günahkarlara böyle yaparız.
İşte böyle yaparız biz suçlulara/günahkârlara.
İşte Biz suçlulara böyle davranırız.
İşte biz, suçlulara böyle yaparız.
إِنَّهُمْ كَانُوٓا۟ إِذَا قِيلَ لَهُمْ لَآ إِلَٰهَ إِلَّا ٱللَّهُ يَسْتَكْبِرُونَ ﴿٣٥﴾
Şüphe yok ki onlara Allah'tan başka yoktur tapacak dendi mi ululanmaya kalkışırlardı.
Çünkü onlara: \"Allah'tan başka İlah yoktur\" denildiği zaman, büyüklük taslarlardı.
innehüm kânû iẕâ ḳîle lehüm lâ ilâhe ille-llâhü yestekbirûn.
Onlara: \"Allah'tan başka tanrı yoktur\" denildiği zaman şüphesiz büyüklenirler.
Çünkü onlara: Allah'tan başka tanrı yoktur, denildiği zaman kibirle direnirlerdi.
Kendilerine \"La ilahe illa ALLAH\" denildiğinde büyükleniyorlardı.
Çünkü onlar, kendilerine: \"Allah'tan başka ilâh yoktur\" denildiği zaman kafa tutuyorlardı.
Onlar, kendilerine, \"Allah'tan başka ilah yoktur\" dendiğinde, kibirleniyorlardı.
Çünkü onlara “Allah'tan başka ilah yok!” denildiğinde, kibirlenip kafa tutarlar ve: “Deli bir şairin sözüne bakarak hiç biz ilahlarımızı bırakır mıyız, olacak iş mi bu?” derlerdi.
Çünkü onlara: \"Allah'tan başka tanrı yoktur!\" dendiği zaman büyüklük taslarlardı.
وَيَقُولُونَ أَئِنَّا لَتَارِكُوٓا۟ ءَالِهَتِنَا لِشَاعِرٍۢ مَّجْنُونٍۭ ﴿٣٦﴾
Ve biz derlerdi, deli bir şair için mabutlarımızı bırakalım mı?
Ve derlerdi ki: \"Biz, ünlenmiş bir şair için ilahlarımızı terk mi edeceğiz?\"
veyeḳûlûne einnâ letârikû âlihetinâ lişâ`irim mecnûn.
\"Deli bir şair yüzünden tanrılarımızı mı bırakalım?\" derlerdi.
\"Mecnun bir şair için biz tanrılarımızı bırakacak mıyız?\" derlerdi.
\"Tanrılarımızı deli bir şair için mi terkedeceğiz?\" diyorlardı.
Ve: \"Biz, hiçbir mecnun (deli) şair için ilâhlarımızı bırakır mıyız?\" diyorlardı.
Ve şöyle diyorlardı: \"Mecnun bir şair yüzünden ilahlarımızı mı terk edeceğiz?\"
Çünkü onlara “Allah'tan başka ilah yok!” denildiğinde, kibirlenip kafa tutarlar ve: “Deli bir şairin sözüne bakarak hiç biz ilahlarımızı bırakır mıyız, olacak iş mi bu?” derlerdi.
Cinlenmiş bir şair için biz tanrılarımızı mı terk edeceğiz? derlerdi.
بَلْ جَآءَ بِٱلْحَقِّ وَصَدَّقَ ٱلْمُرْسَلِينَ ﴿٣٧﴾
Hayır, o, gerçeği getirmiştir ve peygamberlerin gerçek olduğunu bildirmiştir.
Hayır, o, hakkı getirmiş ve gönderilen (elçi)leri de doğrulamıştı.
bel câe bilḥaḳḳi veṣaddeḳa-lmürselîn.
Hayır; o, gerçeği getirmiş ve peygamberleri doğrulamıştı.
Hayır! O, gerçeği getirdi ve peygamberleri de doğruladı.
Doğrusu, o, gerçeği getirmiş ve elçileri doğrulamıştır. Yine O diriltecektir. O her türlü yaratmayı bilendir.
Hayır o, hak ile geldi ve bütün peygamberleri tasdik etti.
Hayır, öyle değil! O, hakkı getirmişti. Diğer peygamberleri de tasdik etmişti.
Hayır! o deli değildir. O size gerçeğin ta kendisini getiren ve bütün peygamberleri tasdik eden bir resuldür. [41,433; 21,92]
Hayır, o (ne şairdi, ne mecnun. O) gerçeği getirmiş ve elçileri de doğrulamıştı.
إِنَّكُمْ لَذَآئِقُوا۟ ٱلْعَذَابِ ٱلْأَلِيمِ ﴿٣٨﴾
Hiç şüphe yok ki o elemli azabı tadacaksınız elbet.
Şüphesiz, siz, acı azabı tadıcılarsınız.\"
inneküm leẕâiḳu-l`aẕâbi-l'elîm.
Şüphesiz siz can yakıcı azabı tadacaksınız.
Kuşkusuz siz acı azabı tadacaksınız.
Siz elbette acı azabı tadacaksınız.
Elbette siz o acı azabı tadacaksınız.
Yemin olsun, siz o acıklı azabı mutlaka tadacaksınız!
Siz yarın âhirette elbette o acı azabı tadacaksınız. Ama aslında siz sadece yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz (yoksa size bundan fazla bir azap verilmeyecek).
Siz acı azabı tadacaksınız!
وَمَا تُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿٣٩﴾
Ve ancak yaptığınız neyse onun karşılığı olarak cezalanacaksınız.
Yaptıklarınızdan başkasıyla cezalandırılmayacaksınız.
vemâ tüczevne illâ mâ küntüm ta`melûn.
Yaptığınızdan başka birşeyle cezalanmayacaksınız.
Çekeceğiniz ceza yapmakta olduğunuzdan başka bir şeyin cezası değildir.
Sadece yapmış olduklarınızın karşılığını görüyorsunuz.
Bununla beraber başka değil, hep yaptığınız amellerinizle cezalandırılacaksınız.
Ve yalnız, yapıp ettiklerinizin karşılığıyla cezalandırılacaksınız.
Siz yarın âhirette elbette o acı azabı tadacaksınız. Ama aslında siz sadece yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz (yoksa size bundan fazla bir azap verilmeyecek).
Sadece yaptığınız (işler)le cezalanıyorsunuz!
إِلَّا عِبَادَ ٱللَّهِ ٱلْمُخْلَصِينَ ﴿٤٠﴾
Ancak ihlasa eren Allah kulları müstesna.
Ancak muhlis olan kullar başka.
illâ `ibâde-llâhi-lmuḫleṣîn.
Ancak Allah'a içten bağlı kullar bunun dışındadır.
(Bu azaptan) Ancak Allah'ın halis kulları istisna edilecek.
Kendilerini sadece ALLAH'a adamış kulları hariç.
Sadece Allah'ın ihlaslı kulları müstesnadır.
Allah'ın içtenliğe erdirilmiş temiz kulları başkadır.
(Lâkin Allah'ın) ihlasa erdirdiği kulları, yaptıklarının mükâfatını, kat kat fazlasıyla alacaklardır. [103;1-3; 95,4-6; 19,71-72; 74,38]
Ancak Allah'ın halis kulları bu cezanın dışındadır.
أُو۟لَٰٓئِكَ لَهُمْ رِزْقٌۭ مَّعْلُومٌۭ ﴿٤١﴾
Öyle kişilerdir onlar ki onlaradır malum rızık.
İşte onlar; onlar için bilinen bir rızık vardır.
ülâike lehüm rizḳum ma`lûm.
İşte bildirilen rızık ve meyveler onlaradır. Nimet cennetlerinde, karşılıklı tahtlar üzerinde kendilerine ikram olunur.
Bunlar için bilinen bir rızık vardır.
Onlar bilinen bir rızkı haketmişlerdir.
İşte onlar için belli bir rızık vardır.
Onlar için belirlenmiş bir rızık vardır.
Onların, tarife hacet olmayan, her yönden mükemmel bir nasipleri vardır, onlara meyveler vardır. Ve onlar hep izzet ve ikramla ağırlanırlar.
Onlar için bilinen bir rızık vardır.
فَوَٰكِهُ ۖ وَهُم مُّكْرَمُونَ ﴿٤٢﴾
Yemişler ve onlar, büyük derecelere nail olanlardır.
Çeşitli-meyveler. Onlar ikram görenlerdir.
fevâkih. vehüm mükramûn.
İşte bildirilen rızık ve meyveler onlaradır. Nimet cennetlerinde, karşılıklı tahtlar üzerinde kendilerine ikram olunur.
(Türlü türlü) meyveler vardır. Ve onlar ağırlanırlar.
Meyvelerle ağırlanacaklardır.
Meyveler (vardır), Naîm cennetlerinde onlara hep ikram edilir.
Çeşit çeşit meyveler vardır. İkramla karşılanan kişilerdir onlar.
Onların, tarife hacet olmayan, her yönden mükemmel bir nasipleri vardır, onlara meyveler vardır. Ve onlar hep izzet ve ikramla ağırlanırlar.
(Türlü türlü) Meyvalar. Ve onlar ağırlanırlar.
فِى جَنَّٰتِ ٱلنَّعِيمِ ﴿٤٣﴾
Ebedi Naim cennetlerinde.
Nimetlerle donatılmış (naim) cennetlerde.
fî cennâti-nne`îm.
İşte bildirilen rızık ve meyveler onlaradır. Nimet cennetlerinde, karşılıklı tahtlar üzerinde kendilerine ikram olunur.
Naim cennetlerinde.
Nimet cennetlerinde.
Meyveler (vardır), Naîm cennetlerinde onlara hep ikram edilir.
Nimetlerle dolu cennetlerdedirler.
Naim cennetlerinde, karşılıklı tahtlar üzerinde otururlar. Kaynağından taze doldurulmuş, berrak mı berrak, içenlere pek hoş gelen, içinde zararlı ve sersemletici şey olmayan, sarhoş da etmeyen içecekler, dolu dolu kadehlerle etraflarında fır dönen hizmetçiler tarafından ikram edilir. [56,17-19; 78,34]
Ni'met cennetlerinde.
عَلَىٰ سُرُرٍۢ مُّتَقَٰبِلِينَ ﴿٤٤﴾
Karşılıklı tahtlara otururlar.
Birbirlerine karşı, tahtlar üzerinde (otururlar).
`alâ sürurim müteḳâbilîn.
İşte bildirilen rızık ve meyveler onlaradır. Nimet cennetlerinde, karşılıklı tahtlar üzerinde kendilerine ikram olunur.
Tahtlar üzerinde karşılıklı otururlar.
Karşılıklı koltuklar üzerinde.
(Onlar) Karşılıklı tahtlar üzerindedirler.
Karşılıklı koltuklar üzerindedirler.
Naim cennetlerinde, karşılıklı tahtlar üzerinde otururlar. Kaynağından taze doldurulmuş, berrak mı berrak, içenlere pek hoş gelen, içinde zararlı ve sersemletici şey olmayan, sarhoş da etmeyen içecekler, dolu dolu kadehlerle etraflarında fır dönen hizmetçiler tarafından ikram edilir. [56,17-19; 78,34]
Tahtlar üzerinde, karşılıklı otururlar.
يُطَافُ عَلَيْهِم بِكَأْسٍۢ مِّن مَّعِينٍۭ ﴿٤٥﴾
Kaynakları meydanda, akıp duran şarap ırmaklarından taslar sunulur onlara.
Kaynaktan (doldurulmuş) kadehlerle çevrelerinde dolaşılır.
yüṭâfü `aleyhim bike'sim mim me`în.
Baş ağrısı vermeyen, sarhoş etmeyen, içenlere zevk bahşeden bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kadehler sunulur.
Onlara pınardan (doldurulmuş) kadehler dolaştırılır.
Onlara pınarlardan doldurulmuş kadehler sunulur.
İçenlere lezzet veren, pınardan doldurulmuş bembeyaz bir kadehle onların etrafında dolaşılır.
Kaynaktan doldurulmuş kadehler dolandırılır çevrelerinde.
Naim cennetlerinde, karşılıklı tahtlar üzerinde otururlar. Kaynağından taze doldurulmuş, berrak mı berrak, içenlere pek hoş gelen, içinde zararlı ve sersemletici şey olmayan, sarhoş da etmeyen içecekler, dolu dolu kadehlerle etraflarında fır dönen hizmetçiler tarafından ikram edilir. [56,17-19; 78,34]
Önlerinde akan kaynaktan (doldurulmuş) kadehler dolaştırılır.
بَيْضَآءَ لَذَّةٍۢ لِّلشَّٰرِبِينَ ﴿٤٦﴾
Bembeyazdır o şarap, lezzetlidir içenlere.
Bembeyaz; içenlere lezzet (veren bir içki).
beyḍâe leẕẕetil lişşâribîn.
Baş ağrısı vermeyen, sarhoş etmeyen, içenlere zevk bahşeden bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kadehler sunulur.
Berraktır, içenlere lezzet verir.
Durudur, içenlere zevk ve lezzet verir.
İçenlere lezzet veren, pınardan doldurulmuş bembeyaz bir kadehle onların etrafında dolaşılır.
Bembeyaz, içenlere lezzet sunan kadehler.
Naim cennetlerinde, karşılıklı tahtlar üzerinde otururlar. Kaynağından taze doldurulmuş, berrak mı berrak, içenlere pek hoş gelen, içinde zararlı ve sersemletici şey olmayan, sarhoş da etmeyen içecekler, dolu dolu kadehlerle etraflarında fır dönen hizmetçiler tarafından ikram edilir. [56,17-19; 78,34]
Berrak, içenlere lezzet veren bir içki.
لَا فِيهَا غَوْلٌۭ وَلَا هُمْ عَنْهَا يُنزَفُونَ ﴿٤٧﴾
Orada ne bir sersemlik var, ne de sarhoş olurlar.
Onda ne bir gaile vardır, ne de kendilerinden geçip, akılları çelinir.
lâ fîhâ gavlüv velâ hüm `anhâ yünzefûn.
Baş ağrısı vermeyen, sarhoş etmeyen, içenlere zevk bahşeden bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kadehler sunulur.
O içkide ne sersemletme vardır ne de onunla sarhoş olurlar.
Onda ne başağrısı ne de sarhoşluk vardır.
Onda ne bir zararlı sonuç vardır, ne de sarhoşluk verir.
Sersemletme/baş ağrısı yok onda. Sarhoş da olmazlar ondan.
Naim cennetlerinde, karşılıklı tahtlar üzerinde otururlar. Kaynağından taze doldurulmuş, berrak mı berrak, içenlere pek hoş gelen, içinde zararlı ve sersemletici şey olmayan, sarhoş da etmeyen içecekler, dolu dolu kadehlerle etraflarında fır dönen hizmetçiler tarafından ikram edilir. [56,17-19; 78,34]
Onda ne sersemletme var, ne onunla sarhoş olurlar.
وَعِندَهُمْ قَٰصِرَٰتُ ٱلطَّرْفِ عِينٌۭ ﴿٤٨﴾
Ve yanlarında, gözlerini kendi eşlerinden ayırmayan iri gözlü huriler var.
Ve yanlarında bakışlarını yalnızca eşlerine çevirmiş iri gözlü kadınlar vardır.
ve`indehüm ḳâṣirâtu-ṭṭarfi `în.
Yanlarında, örtülü yumurta gibi (bembeyaz), bakışlarını da yalnız eşlerine çevirmiş güzel gözlüler vardır.
Yanlarında güzel bakışlarını yalnız onlara tahsis etmiş, iri gözlü eşler vardır.
Yanlarında da, gözlerinin içine bakan güzel eşler...
Yanlarında iri gözlü, bakışlarını kocalarından başkalarına çevirmeyen hanımlar vardır.
Yanlarında, gözlerini onlara dikmiş, iri gözlü dilberler vardır.
Yanlarında, kocalarından başkasının yüzüne bakmayan, yumuşak bakışlı, güzel gözlü, gün yüzü görmemiş yumurtanın pembe beyaz renginde eşleri de olacaktır.
Yanlarında da, yalnız kendilerine göz dikmiş iri gözlü eşler vardır.
كَأَنَّهُنَّ بَيْضٌۭ مَّكْنُونٌۭ ﴿٤٩﴾
Sanki kuş tüyleriyle örtülmüş yumurtalar.
Sanki onlar, saklı bir yumurta gibi (çarpıcı ve pürüzsüz).
keennehünne beyḍum meknûn.
Yanlarında, örtülü yumurta gibi (bembeyaz), bakışlarını da yalnız eşlerine çevirmiş güzel gözlüler vardır.
Onlar, gün yüzü görmemiş yumurta gibi bembeyazdır.
Kornumuş yumurtalar gibidirler.
Sanki onlar örtülüp saklanmış yumurta gibidirler.
Korunmuş yumurtalar gibidir onlar.
Yanlarında, kocalarından başkasının yüzüne bakmayan, yumuşak bakışlı, güzel gözlü, gün yüzü görmemiş yumurtanın pembe beyaz renginde eşleri de olacaktır.
Saklı yumurta gibi bembeyaz eşler.
فَأَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلَىٰ بَعْضٍۢ يَتَسَآءَلُونَ ﴿٥٠﴾
Bir kısmı, bir kısmına döner de bir birlerine sorarlar.
Böyleyken, kimi kimine yönelmiş olarak, birbirlerine soruyorlar:
feaḳbele ba`ḍuhüm `alâ ba`ḍiy yetesâelûn.
Birbirlerine dönüp sorarlar:
İşte o zaman, birbirlerine dönerek (dünyadaki hallerini) soracaklar.
Birbirlerine dönüp soruşurlar.
Derken birbirine dönüp sorarlar:
Birbirlerine dönüp bir şeyler sorarlar.
Birbirleriyle sohbete girerler.
Bunlar birbirine dönmüş soruyorlar:
قَالَ قَآئِلٌۭ مِّنْهُمْ إِنِّى كَانَ لِى قَرِينٌۭ ﴿٥١﴾
Birisi söze gelir de der ki: Bir arkadaşım vardı.
Bir sözcü der ki: \"Benim bir yakınım vardı.\"
ḳâle ḳâilüm minhüm innî kâne lî ḳarîn.
İçlerinden biri şöyle der: \"Benim bir dostum vardı, bana: 'Sen de mi, ölüp toprak ve kemik olduğumuz zaman dirilerek ceza göreceğimizi tasdik edenlerdensin?' derdi.\"
İçlerinden biri: \"Benim, bir arkadaşım vardı\" der.
İçlerinden biri der ki, \"Benim bir arkadaşım vardı.\"
İçlerinden bir sözcü der ki: \"Gerçekten benim bir arkadaşım vardı.\"
İçlerinden bir sözcü şöyle der: \"Benim yakın bir arkadaşım vardı.\"
Derken biri der ki: “Sahi, benim de yakın bir arkadaşım vardı. Yanıma gelir, iğneli iğneli “Sen de mi, derdi, bu masala inananlar arasında yer alıyorsun? Yani biz ölüp çürümüş kemik, toz toprak haline geldikten sonra, biz mi dirilip hesap vereceğiz, buna da inanılır mı?”
Onlardan bir sözcü: \"Benim, dedi, bir arkadaşım vardı.\"
يَقُولُ أَءِنَّكَ لَمِنَ ٱلْمُصَدِّقِينَ ﴿٥٢﴾
Sen de mi derdi, gerçek sayanlardansın.
\"Derdi ki: Sen de gerçekten (dirilişi) doğrulayanlardan mısın?\"
yeḳûlü einneke lemine-lmüṣaddiḳîn.
İçlerinden biri şöyle der: \"Benim bir dostum vardı, bana: 'Sen de mi, ölüp toprak ve kemik olduğumuz zaman dirilerek ceza göreceğimizi tasdik edenlerdensin?' derdi.\"
Derdi ki: Sen de (dirilmeye) inananlardan mısın?
\"Şöyle konuşurdu, 'Sen de doğruluyor musun?\"
Derdi ki: \"Sen gerçekten inananlardan mısın?\"
Derdi ki: \"Sen gerçekten şunu tasdik edenlerden misin?\"
Derken biri der ki: “Sahi, benim de yakın bir arkadaşım vardı. Yanıma gelir, iğneli iğneli “Sen de mi, derdi, bu masala inananlar arasında yer alıyorsun? Yani biz ölüp çürümüş kemik, toz toprak haline geldikten sonra, biz mi dirilip hesap vereceğiz, buna da inanılır mı?”
Derdi ki: 'Sen doğrulayanlardan mısın?
أَءِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًۭا وَعِظَٰمًا أَءِنَّا لَمَدِينُونَ ﴿٥٣﴾
Ölüp bir yığın toprak ve kemik olduktan sonra mı soruya çekileceğiz, cezalanacağız?
\"Bizler öldüğümüz, toprak ve kemikler olduğumuzda mı, gerçekten biz mi (yeniden diriltilip sonra da) sorguya çekilecekmişiz?\"
eiẕâ mitnâ vekünnâ türâbev ve`iżâmen einnâ lemedînûn.
İçlerinden biri şöyle der: \"Benim bir dostum vardı, bana: 'Sen de mi, ölüp toprak ve kemik olduğumuz zaman dirilerek ceza göreceğimizi tasdik edenlerdensin?' derdi.\"
Biz ölüp kemik, sonra da toprak haline geldiğimiz zaman (diriltilip) cezalanacak mıyız?
\"Biz toprak ve kemik olduktan sonra mı, biz mi dirileceğiz?\"
\"Öldüğümüz ve bir toprakla bir yığın kemik olduğumuz zaman biz hakikaten cezalanacak mıyız?\"
\"Biz, ölüp toprak ve kemik haline geldikten sonra, gerçekten cezalandırılacak mıyız?\"
Derken biri der ki: “Sahi, benim de yakın bir arkadaşım vardı. Yanıma gelir, iğneli iğneli “Sen de mi, derdi, bu masala inananlar arasında yer alıyorsun? Yani biz ölüp çürümüş kemik, toz toprak haline geldikten sonra, biz mi dirilip hesap vereceğiz, buna da inanılır mı?”
Biz ölüp toprak ve kemik olduğumuz zaman mı, biz mi (diriltilip yaptığımız işlere göre) cezalanacağız?' \"
قَالَ هَلْ أَنتُم مُّطَّلِعُونَ ﴿٥٤﴾
Der ki: Ne oldu o, bakıp gördünüz mü acaba?
(Konuşan yanındakilere) Der ki: \"Sizler (onun şimdi ne durumda olduğunu) biliyor musunuz?\"
ḳâle hel entüm müṭṭali`ûn.
Yanındakilere: \"Siz onu bilir misiniz?\" der.
(O zat, dünyada geçmiş olan hadiseyi bu şekilde anlattıktan sonra Allah Teala orada bulunanlara:) Siz işin gerçeğine vakıf mısınız? dedi.
(Yanındakilere,) \"Bakar mısınız?\" der.
\"Siz onu tanır mısınız?\" der.
Dedi: \"Siz de bir araştırır mısınız?\"
“Şimdi ister misiniz onu size göstereyim?” Onlar da arzu edince, derhal bir tarama yapıp onu cehennemin tam ortasında bulur.“Vallahi, nerdeyse beni de düştüğün o helâke sürükleyecektin! Rabbimin hidâyet nimeti yetişmeseydi, eli kolu kelepçeli getirilip o azaba atılanlardan olacaktım!” [7,43]
(Sonra yanındakilere): \"Bakar mısınız?\" dedi.
فَٱطَّلَعَ فَرَءَاهُ فِى سَوَآءِ ٱلْجَحِيمِ ﴿٥٥﴾
Derken kendisi bakıp görür ki o, cehennemin ta ortasında.
Derken, bakıverdi, onu 'çılgınca yanan ateşin' tam ortasında gördü.
feṭṭale`a feraâhü fî sevâi-lceḥîm.
Bir bakar onu cehennemin ortasında görür.
( İşte o zaman konuşan baktı, arkadaşını cehennemin ortasında gördü.
Baktığında, onu cehennemin ortasında bulur.
Derken bakınır ve onu cehennemin ta ortasında görür.
Araştırdı, nihayet onu cehennemin ta ortasında gördü.
“Şimdi ister misiniz onu size göstereyim?” Onlar da arzu edince, derhal bir tarama yapıp onu cehennemin tam ortasında bulur.“Vallahi, nerdeyse beni de düştüğün o helâke sürükleyecektin! Rabbimin hidâyet nimeti yetişmeseydi, eli kolu kelepçeli getirilip o azaba atılanlardan olacaktım!” [7,43]
Baktı onu cehennemin ortasında gördü.
قَالَ تَٱللَّهِ إِن كِدتَّ لَتُرْدِينِ ﴿٥٦﴾
Allah'a andolsun ki der, az kalmıştı, beni de helak edecektin.
Dedi ki: \"Andolsun Allah'a, neredeyse beni de (şu bulunduğun yere) düşürecektin.\"
ḳâle tellâhi in kitte letürdîn.
Ona der ki: \"Allah'a and olsun ki, az kalsın beni de mahvedecektin.\"
\"Yemin ederim ki, sen az daha beni de helak edecektin.
\"ALLAH'a andolsun, az kalsın sen beni de mahfedecektin,\" der.
Ona şöyle der: \"Allah'a yemin ederim ki, doğrusu sen az daha beni helak edecektin.\"
Dedi: \"Vallahi, az kalsın sen beni de buralara düşürecektin.\"
“Şimdi ister misiniz onu size göstereyim?” Onlar da arzu edince, derhal bir tarama yapıp onu cehennemin tam ortasında bulur.“Vallahi, nerdeyse beni de düştüğün o helâke sürükleyecektin! Rabbimin hidâyet nimeti yetişmeseydi, eli kolu kelepçeli getirilip o azaba atılanlardan olacaktım!” [7,43]
Tallahi, dedi, sen az daha beni de alçaltacaktın.
وَلَوْلَا نِعْمَةُ رَبِّى لَكُنتُ مِنَ ٱلْمُحْضَرِينَ ﴿٥٧﴾
Ve Rabbimin nimeti olmasaydı ben de orada bulunanlardan olurdum.
\"Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı, muhakkak ben de (azap yerine getirilip) hazır bulundurulanlardan olacaktım.
velevlâ ni`metü rabbî leküntü mine-lmuḥḍarîn.
\"Eğer Rabbimin lütfu olmasaydı ben de oraya götürülenlerden olurdum.\"
Rabbimin nimeti olmasaydı, şimdi ben de (cehenneme) getirilenlerden olurdum\" dedi.
\"Rabbimin nimeti olmasaydı, ben de şimde seninle birlikte olurdum.\"
\"Rabbimin nimeti olmasaydı, ben de bu tutuklananlardan olacaktım.\"
\"Rabbimin nimeti olmasaydı, kesinlikle ben de şurada toplananlar arasına girmiş olacaktım.\"
“Şimdi ister misiniz onu size göstereyim?” Onlar da arzu edince, derhal bir tarama yapıp onu cehennemin tam ortasında bulur.“Vallahi, nerdeyse beni de düştüğün o helâke sürükleyecektin! Rabbimin hidâyet nimeti yetişmeseydi, eli kolu kelepçeli getirilip o azaba atılanlardan olacaktım!” [7,43]
Rabbimin ni'meti olmasaydı, şimdi ben de (oraya) getirilenlerden olurdum.
أَفَمَا نَحْنُ بِمَيِّتِينَ ﴿٥٨﴾
Biz artık ölmeyecek değil miyiz?
\"Nasıl, biz ölecek olanlar değil miymişiz?\"
efemâ naḥnü bimeyyitîn.
\"Birinci ölümden sonra bir daha ölmeyeceğiz değil mi? Azap da görmeyeceğiz ha?\"
Birinci ölümümüz hariç, bir daha biz ölmeyecek miyiz?
\"(Sana göre), biz öldüğümüzde,\"
\"Nasılmış bak. Biz ilk ölümümüzden başka bir daha ölmeyecek miymişiz? Biz azaba uğratılmayacak mıymışız?
\"Peki, biz artık ölmeyecek miyiz?\"
Sonra cennetteki arkadaşlarına dönerek: “O ilk ölümümüzden sonra artık bize burada ölüm olmayacak değil mi, o azap bize hiç ulaşmayacak değil mi? Ne güzel! Şükürler olsun! İşte kurtuluş, işte büyük başarı diye buna derler. Çalışanlar, asıl, böyle bir başarı elde etmek için çalışsınlar!”
Biz bir daha ölmeyecek miyiz der.
إِلَّا مَوْتَتَنَا ٱلْأُولَىٰ وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّبِينَ ﴿٥٩﴾
İlk ölümümüzden sonra ve biz, azaba da uğramayacağız değil mi?
\"Yalnızca birinci ölümümüzden başka (öyle mi)? Ve biz azaba uğratılacak olanlar değil miymişiz?\"
illâ mevtetene-l'ûlâ vemâ naḥnü bimü`aẕẕebîn.
\"Birinci ölümden sonra bir daha ölmeyeceğiz değil mi? Azap da görmeyeceğiz ha?\"
Yalnız ilk ölümümüz, başka ölüm yok ve biz azaba da uğratılmayacağız ha?!\"
\"İlk ölüm hariç, cezalandırılmayacaktık hani?\"
\"Nasılmış bak. Biz ilk ölümümüzden başka bir daha ölmeyecek miymişiz? Biz azaba uğratılmayacak mıymışız?
\"Sadece ilk ölümümüz; azaba da uğratılmayacağız, öyle mi?\"
Sonra cennetteki arkadaşlarına dönerek: “O ilk ölümümüzden sonra artık bize burada ölüm olmayacak değil mi, o azap bize hiç ulaşmayacak değil mi? Ne güzel! Şükürler olsun! İşte kurtuluş, işte büyük başarı diye buna derler. Çalışanlar, asıl, böyle bir başarı elde etmek için çalışsınlar!”
Yalnız ilk ölümümüz, başka ölüm yok ve biz azaba da uğratılmayacağız ha?!
إِنَّ هَٰذَا لَهُوَ ٱلْفَوْزُ ٱلْعَظِيمُ ﴿٦٠﴾
Şüphe yok ki bu, elbette büyük bir kurtuluş, büyük bir kutluluk.
Şüphesiz, bu, asıl büyük 'kurtuluş ve mutluluğun' ta kendisidir.
inne hâẕâ lehüve-lfevzü-l`ażîm.
İşte büyük kurtuluş şüphesiz budur.
Şüphesiz bu, büyük kurtuluştur.
İşte büyük zafer budur.
İşte bu büyük kurtuluştur.
Doğrusu bu, büyük başarının ta kendisidir.
Sonra cennetteki arkadaşlarına dönerek: “O ilk ölümümüzden sonra artık bize burada ölüm olmayacak değil mi, o azap bize hiç ulaşmayacak değil mi? Ne güzel! Şükürler olsun! İşte kurtuluş, işte büyük başarı diye buna derler. Çalışanlar, asıl, böyle bir başarı elde etmek için çalışsınlar!”
Gerçekten büyük başarı ve mutluluk budur!
لِمِثْلِ هَٰذَا فَلْيَعْمَلِ ٱلْعَٰمِلُونَ ﴿٦١﴾
Artık çalışanlar da böylesine çalışsınlar.
Böylece çalışanlar da bunun bir benzeri için çalışmalıdır.
limiŝli hâẕâ felya`meli-l`âmilûn.
Çalışanlar bunun için çalışsın.
Çalışanlar, böylesi bir kurtuluş için çalışsınlar.
Çalışanlar bunun için çalışmalı.
Çalışanlar işte böyle bir kurtuluş için çalışsınlar.
Çalışanlar, böylesi için çalışsınlar.
Sonra cennetteki arkadaşlarına dönerek: “O ilk ölümümüzden sonra artık bize burada ölüm olmayacak değil mi, o azap bize hiç ulaşmayacak değil mi? Ne güzel! Şükürler olsun! İşte kurtuluş, işte büyük başarı diye buna derler. Çalışanlar, asıl, böyle bir başarı elde etmek için çalışsınlar!”
Çalışanlar bunun için çalışsınlar.
أَذَٰلِكَ خَيْرٌۭ نُّزُلًا أَمْ شَجَرَةُ ٱلزَّقُّومِ ﴿٦٢﴾
Böyle bir nimete ve ziyafete ermek mi hayırlı, yoksa zakkum ağacından yemek mi?
Nasıl, böyle bir konaklanma mı daha hayırlı yoksa zakkum ağacı mı?
eẕâlike ḫayrun nüzülen em şeceratü-zzeḳḳûm.
Konukluk olarak bu mu iyidir, yoksa zakkum ağacı mı?
Şimdi ziyafet olarak, cennet ehli için anılan bu nimetler mi daha hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı?.
Bu mu daha iyi bir duraktır, yoksa zakkum ağacı mı?
Nasıl, bu mu daha hayırlı konukluk için, yoksa zakkum ağacı mı?
Ödül ve ikram olarak, bu mu daha hayırlı yoksa zakkum ağacı mı?
“Şimdi iyi düşünün!” buyurur Yüce Allah, “Sonuç olarak böylesi bir mutluluk mu iyidir, yoksa zakkum ağacı mı? Biz onu zalimler için bir dert ve azap yaptık.O öyle bir ağaçtır ki cehennemin ta dibinden çıkar. Meyveleri: sanki şeytanların başları!” [23,20; 56,51-52; 17,60]
(Nasıl) Ağırlanmak için bu mu hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı?
إِنَّا جَعَلْنَٰهَا فِتْنَةًۭ لِّلظَّٰلِمِينَ ﴿٦٣﴾
Şüphe yok ki biz onu, zulmedenleri sınamak için yarattık,
Doğrusu Biz, onu kafirler için bir fitne (bir imtihan konusu) kıldık.
innâ ce`alnâhâ fitnetel liżżâlimîn.
Biz o ağacı, zalimler için bir dert yaptık.
Biz onu (zakkumu) zalimler için bir fitne (imtihan) kıldık.
Biz onu zalimler için bir test kıldık.
Gerçekten biz onu zalimler için bir fitne (imtihan) yaptık.
O ağaç ki, zalimler için onu bir fitne yaptık.
“Şimdi iyi düşünün!” buyurur Yüce Allah, “Sonuç olarak böylesi bir mutluluk mu iyidir, yoksa zakkum ağacı mı? Biz onu zalimler için bir dert ve azap yaptık.O öyle bir ağaçtır ki cehennemin ta dibinden çıkar. Meyveleri: sanki şeytanların başları!” [23,20; 56,51-52; 17,60]
Biz onu zalimler için bir fitne (sınav) yaptık.
إِنَّهَا شَجَرَةٌۭ تَخْرُجُ فِىٓ أَصْلِ ٱلْجَحِيمِ ﴿٦٤﴾
Şüphe yok ki o, cehennemin ta dibinden çıkar.
Şüphesiz o, ‘çılgınca yanan ateşin’ dibinde bitip çıkar.
innehâ şeceratün taḫrucü fî aṣli-lceḥîm.
O, cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır.
Zira o, cehennemin dibinde bitip yetişen bir ağaçtır.
O, cehennemin dibinden çıkan bir ağaçtır.
O bir ağaçtır ki cehennemin dibinde çıkar.
Cehennemin ta dibinden çıkan bir ağaçtır o.
“Şimdi iyi düşünün!” buyurur Yüce Allah, “Sonuç olarak böylesi bir mutluluk mu iyidir, yoksa zakkum ağacı mı? Biz onu zalimler için bir dert ve azap yaptık.O öyle bir ağaçtır ki cehennemin ta dibinden çıkar. Meyveleri: sanki şeytanların başları!” [23,20; 56,51-52; 17,60]
O, cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır.
طَلْعُهَا كَأَنَّهُۥ رُءُوسُ ٱلشَّيَٰطِينِ ﴿٦٥﴾
Tomurcukları Şeytanların başlarına benzer.
Onun tomurcukları, şeytanların başları gibidir.
ṭal`uhâ keennehû ruûsü-şşeyâṭîn.
Tomurcukları şeytan başı gibidir.
Tomurcukları sanki şeytanların başları gibidir.
Tomurcukları şeytanların başı gibidir.
Tomurcukları şeytanların başları gibidir.
Tomurcukları tıpkı şeytanların başlarıdır.
“Şimdi iyi düşünün!” buyurur Yüce Allah, “Sonuç olarak böylesi bir mutluluk mu iyidir, yoksa zakkum ağacı mı? Biz onu zalimler için bir dert ve azap yaptık.O öyle bir ağaçtır ki cehennemin ta dibinden çıkar. Meyveleri: sanki şeytanların başları!” [23,20; 56,51-52; 17,60]
Tomurcukları, şeytanların başları gibidir.
فَإِنَّهُمْ لَءَاكِلُونَ مِنْهَا فَمَالِـُٔونَ مِنْهَا ٱلْبُطُونَ ﴿٦٦﴾
Derken onlar, onu yerler de karınları şişer.
Artık gerçekten, ondan yiyecekler böylelikle karınlarını ondan dolduracaklar.
feinnehüm leâkilûne minhâ femâliûne minhe-lbüṭûn.
İşte cehennemlikler bundan yerler, karınlarını onunla doldururlar.
(Cehennemdekiler) ondan yerler ve karınlarını ondan doldururlar.
Onlar ondan yiyerek karınlarını doyuracaklar.
Mutlaka onlar, ondan yiyecekler de karınlarını bundan dolduracaklardır.
Onlar ondan mutlaka yiyecekler ve karınlarını onunla dolduracaklar.
İşte o zalimler bunları yer ve karınlarını tıka basa doldururlar.
Onlar ondan yiyecekler ve karınlarını onunla dolduracaklardır.
ثُمَّ إِنَّ لَهُمْ عَلَيْهَا لَشَوْبًۭا مِّنْ حَمِيمٍۢ ﴿٦٧﴾
Sonra da içimi bu zakkum gibi acı kaynar sular içerler.
Sonra kendileri için onun üzerinde kaynar su karıştırılmış bir içkileri de vardır.
ŝümme inne lehüm `aleyhâ leşevbem min ḥamîm.
Sonra, üzerine kaynar su katılmış içki şüphesiz onlar içindir.
Sonra zakkum yemeğinin üzerine onlar için, kaynar su karıştırılmış bir içki vardır.
Bunun üstüne onlar için cehennemi bir kokteyl vardır.
Sonra üzerine onlar için kaynar bir içecek vardır.
Sonra onların, o yedikleri üzerine kaynar su karıştırılmış bir içecekleri vardır.
Zakkum yemeğinin üstüne, barsakları parçalayan irin karışık kaynar su içerler.
Sonra onların, bunun üzerine kaynar su karıştırılmış bir içkileri vardır.
ثُمَّ إِنَّ مَرْجِعَهُمْ لَإِلَى ٱلْجَحِيمِ ﴿٦٨﴾
Sonra da gene cehennemdir dönüp varacakları yer.
Sonra onların dönecekleri yer, elbette (yine) çılgınca yanan ateştir.
ŝümme inne merci`ahüm leile-lceḥîm.
Doğrusu sonra dönecekleri yer yine cehennemdir.
Sonra kesinlikle onların dönüşü, çılgın ateşe olacaktır.
Sonra dönüşleri yine cehennemedir.
Sonra da dönecekleri yer, şüphesiz cehennemdir.
Sonra onların dönüşleri doğrudan doğruya cehennemedir.
Sonra dönüşleri, şüphesiz ateşe olacaktır.
Sonra dönecekleri yer, elbette cehennemdir.
إِنَّهُمْ أَلْفَوْا۟ ءَابَآءَهُمْ ضَآلِّينَ ﴿٦٩﴾
Şüphe yok ki onlar, atalarını, sapıtmış bir halde bulmuşlardı da.
Çünkü onlar, atalarını sapık kimseler olarak bulmuşlardı.
innehüm elfev âbâehüm ḍâllîn.
Onlar babalarını şüphesiz sapık kimseler olarak bulmuşlardı.
Kuşkusuz onlar atalarını dalalette buldular.
Onlar, atalarını sapık kimseler olarak bulmuşlardı.
Çünkü onlar, atalarını sapıklıkta buldular.
Çünkü onlar, babalarını sapıtmış kişiler halinde bulmalarına rağmen,
Onlar atalarını haktan sapmış durumda buldular.
Çünkü onlar babalarını sapık kimseler buldular.
فَهُمْ عَلَىٰٓ ءَاثَٰرِهِمْ يُهْرَعُونَ ﴿٧٠﴾
Onlar da, koşa koşa onların izlerini izlemişlerdi.
Kendileri de onları izleri üzerinde koşturup-duruyorlardı.
fehüm `alâ âŝârihim yühra`ûn.
Öyleyken yine de onların izlerinden kovalanırcasına koşturuyorlardı.
Şimdi de kendileri onların peşlerinden koşturuyorlar.
Ve onların izlerini körükörüne izliyorlardı.
Şimdi de kendileri onların izlerinde koşturuyorlar.
Kendileri de hâlâ onların eserleri ardınca koşturuyorlar.
Bunlar da onların izlerinde koşmaya can atıyorlar.
Kendileri de onların izlerinde koşturuyorlar.
وَلَقَدْ ضَلَّ قَبْلَهُمْ أَكْثَرُ ٱلْأَوَّلِينَ ﴿٧١﴾
Ve andolsun ki onlardan önce gelip geçenlerin de çoğu sapıtmıştı.
Andolsun, onlardan önce, evvelkilerin çoğu da sapmıştı.
veleḳad ḍalle ḳablehüm ekŝeru-l'evvelîn.
Onlardan önce, evvelki ümmetlerin çoğu, and olsun ki sapıtmıştı.
Andolsun ki, onlardan önce eski milletlerin çoğu dalalete düştü.
Kendilerinden önce de niceleri aynı şekilde sapmıştı.
Andolsun ki, onlardan öncekilerin çoğu sapıklıkta idiler.
Yemin olsun, daha önce ilk nesillerin çoğu da sapmıştı.
Daha önce yaşayan insanların ekserisi de yoldan sapmışlardı. Biz de onları uyarıp gerçeği gösteren peygamberler göndermiştik.
Andolsun, onlardan önce, evvelkilerin çoğu da sapmıştı.
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا فِيهِم مُّنذِرِينَ ﴿٧٢﴾
Ve andolsun ki biz, onların içinden, korkutucular göndermiştik onlara.
Andolsun, Biz onlara uyarıcılar göndermiştik.
veleḳad erselnâ fîhim münẕirîn.
And olsun ki, içlerine uyarıcılar göndermiştik.
Kuşkusuz, biz onlara uyarıcılar göndermiştik.
İçlerinden uyarıcılar göndermiştik.
Gerçekten biz onlara içlerinden uyarıcı peygamberler de gönderdik.
Yemin olsun, onların içlerinde uyarıcılar görevlendirmiştik.
Daha önce yaşayan insanların ekserisi de yoldan sapmışlardı. Biz de onları uyarıp gerçeği gösteren peygamberler göndermiştik.
Biz onların içine de uyarıcılar göndermiştik.
فَٱنظُرْ كَيْفَ كَانَ عَٰقِبَةُ ٱلْمُنذَرِينَ ﴿٧٣﴾
Bak da gör, korkutulanların sonucu ne oldu.
Uyarılanların nasıl bir sona uğradıklarına bir bak.
fenżur keyfe kâne `âḳibetü-lmünẕerîn.
Uyarıldığı halde yola gelmeyenlerin sonunun nasıl olduğuna bir bak!
Uyarılanların akıbetinin ne olduğuna bir bak!
Uyarılanların sonunun nasıl olduğuna bir bak.
Sonra da bak o uyarılanların sonu nasıl oldu?
Bir bak, nasıl oldu uyarılanların sonu!
İşte bak ve düşün: O uyarılanların âkıbeti nice oldu?
Bak, o uyarılanların sonu nice oldu.
إِلَّا عِبَادَ ٱللَّهِ ٱلْمُخْلَصِينَ ﴿٧٤﴾
Ancak ihlasa eren Allah kulları müstesna.
Ancak muhlis olan kullar başka.
illâ `ibâde-llâhi-lmuḫleṣîn.
Allah'ın, O'na içten bağlanan kulları bunun dışındadır.
Allah'ın ihlaslı kulları müstesna.
Kendilerini sadece ALLAH'a adayan kulları hariç.
Ancak Allah'ın ihlas ile seçilen kulları başka.
Ancak Allah'ın samimi, temiz kulları kurtuldu.
Ancak, içlerinden Allah'ın imana ve ihlasa muvaffak kıldığı kullar, elçileri dinleyip o kötü âkıbetten kurtuldular.
Ancak Allah'ın halis kulları o azabın dışında kaldılar.
وَلَقَدْ نَادَىٰنَا نُوحٌۭ فَلَنِعْمَ ٱلْمُجِيبُونَ ﴿٧٥﴾
Ve andolsun ki Nuh, bize nida etmişti, biz de ne güzel icabet etmiştik.
Andolsun, Nuh Bize (dua edip) seslenmişti de, ne güzel icabet etmiştik.
veleḳad nâdânâ nûḥun feleni`me-lmücîbûn.
And olsun ki, Nuh Bize seslenmişti de duasına ne güzel icabet etmiştik.
Andolsun, Nuh bize yalvarıp yakardı. Biz de duayı ne güzel kabul ederiz!
Nuh bize seslenmişti de ne güzel karşılık vermiştik.
Andolsun ki Nuh bize seslenip dua etmişti de biz de ne güzel kabul etmiştik.
Yemin olsun, Nûh bize yakarmıştı da ne güzel karşılık vermiştik biz.
Nitekim Nûh Bize yalvardı da, Biz onun duasını ne de güzel kabul buyurduk!
Andolsun Nuh bize yalvarmıştı da ne güzel kabul buyurmuştuk!
وَنَجَّيْنَٰهُ وَأَهْلَهُۥ مِنَ ٱلْكَرْبِ ٱلْعَظِيمِ ﴿٧٦﴾
Ve onu ve ailesini, pek büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştık.
Onu ve ailesini, o büyük üzüntüden kurtarmıştık.
venecceynâhü veehlehû mine-lkerbi-l`ażîm.
Onu ve ailesini büyük sıkıntıdan kurtarmıştık.
Kendisini ve ailesini büyük felaketten kurtardık.
Onu ve ailesini o büyük felaketten kurtarmıştık.
Biz hem onu, hem ailesini o büyük sıkıntıdan kurtardık.
Ve kurtarmıştık onu da ailesini de o büyük sıkıntıdan.
Onu, ailesini ve yanındaki müminleri o müthiş felaketten kurtardık.
Onu ve ailesini büyük sıkıntıdan kurtarmıştık.
وَجَعَلْنَا ذُرِّيَّتَهُۥ هُمُ ٱلْبَاقِينَ ﴿٧٧﴾
Ve soyunu, yeryüzünde kalan bir soy haline getirdik.
Ve onun soyunu, (dünyada) onları da baki kıldık.
vece`alnâ ẕürriyyetehû hümü-lbâḳîn.
Ancak onun soyunu sürekli kıldık.
Biz yalnız Nuh'un soyunu kalıcı kıldık.
Onun soyunu ise yaşattık.
Hem onun neslini bâki kalanlar kıldık.
Onun zürriyetini, evet onları kalıcılar yaptık.
Hayatta kalıp payidar olmayı da onun soyuna has kıldık.
Yalnız onun zürriyetini kalıcılar yaptık (onlardan başka hepsini helak ettik).
وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِى ٱلْءَاخِرِينَ ﴿٧٨﴾
Ve sonradan gelenler arasında da ona iyi bir adsan verdik.
Sonra gelenler arasında ona (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık.
veteraknâ `aleyhi fi-l'âḫirîn.
Sonra gelenler içinde \"Alemlerde, Nuh'a selam olsun\" diye ona iyi bir ün bıraktık.
Sonradan gelenler içinde ona iyi bir nam bıraktık
Ve biz onu daha sonrakiler için bıraktık.
Hem de sonradan gelenler içinde güzel bir namını bıraktık.
Sonrakiler içinde, ona işaret eden bir şey bıraktık.
Sonraki nesiller içinde de ona iyi bir nam bıraktık:
Sonra gelenler arasında ona (iyi bir ün) bıraktık:
سَلَٰمٌ عَلَىٰ نُوحٍۢ فِى ٱلْعَٰلَمِينَ ﴿٧٩﴾
Esenlik Nuh'a alemler içinde.
Alemler içinde selam olsun Nuh’a.
selâmün `alâ nûḥin fi-l`âlemîn.
Sonra gelenler içinde \"Alemlerde, Nuh'a selam olsun\" diye ona iyi bir ün bıraktık.
Bütün alemlerden Nuh'a selam olsun!
Tarih boyunca Nuh'a selam.
Bütün âlemler içinde Nuh'a selam olsun.
Selam olsun Nûh'a âlemler içinde!
“Bütün milletler içinden selam var Nûh'a!”
Alemler içinde Nuh'a selam olsun (bütün insanlar onu esenlikle anarlar).
إِنَّا كَذَٰلِكَ نَجْزِى ٱلْمُحْسِنِينَ ﴿٨٠﴾
Şüphe yok ki biz, böyle mükafatlandırırız iyilik edenleri.
Gerçekten Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.
innâ keẕâlike neczi-lmuḥsinîn.
İşte Biz iyi davrananları böyle mükafatlandırırız.
İşte biz iyileri böyle mükafatlandırırız.
Biz güzel davrananları işte böyle ödüllendiririz.
İşte biz iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız.
İşte böyle ödüllendiririz biz, güzel düşünüp güzel davrananları.
Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz!
İşte biz güzel davrananları böyle mükafatlandırırız.
إِنَّهُۥ مِنْ عِبَادِنَا ٱلْمُؤْمِنِينَ ﴿٨١﴾
Şüphe yok ki o, inanan kullarımızdandı.
Şüphesiz o, Bizim mü’min olan kullarımızdandı.
innehû min `ibâdine-lmü'minîn.
Doğrusu o, bizim inanmış kullarımızdandı.
Zira o, bizim inanmış kullarımızdan idi.
O, bizim inanan kullarımızdandı.
Çünkü o bizim mümin kullarımızdandı.
O, bizim inanan kullarımızdandı.
Gerçekten o, Bizim tam inanmış has kullarımızdandı.
Çünkü o bizim, inanan kullarımızdandı.
ثُمَّ أَغْرَقْنَا ٱلْءَاخَرِينَ ﴿٨٢﴾
Sonra da öbürlerini sulara boğduk.
Sonra diğerlerini suda boğduk.
ŝümme agraḳne-l'âḫarîn.
Sonra, diğerlerini suda boğduk.
Nihayet ötekileri (inanmayanları) suda boğduk.
Sonra diğerlerini boğduk.
Sonra diğerlerini suda boğduk.
Sonra ötekileri boğuverdik.
Sonra da öbürlerini, o zalim kâfirleri suda boğduk.
Sonra ötekilerini suda boğduk.
۞ وَإِنَّ مِن شِيعَتِهِۦ لَإِبْرَٰهِيمَ ﴿٨٣﴾
Ve şüphe yok ki İbrahim de onun taraftarlarındandı elbet.
Doğrusu İbrahim de onun (soyunun) bir kolundandır.
veinne min şî`atihî leibrâhîm.
İbrahim de şüphesiz O'nun yolunda olanlardandı.
Şüphesiz İbrahim de onun (Nuh'un) milletinden idi.
İbrahim onun bir kolundan idi.
Şüphesiz ki İbrahim de onun kolundandı.
Hiç kuşkusuz, İbrahim de onun grubundandı.
İbrâhim de, şüphesiz onun taraftarlarından biriydi.
İbrahim de onun kolundan idi.
إِذْ جَآءَ رَبَّهُۥ بِقَلْبٍۢ سَلِيمٍ ﴿٨٤﴾
Hani Rabbine tertemiz bir yürekle gelmişti o.
Hani o, Rabbine arınmış (selim) bir kalp ile gelmişti.
iẕ câe rabbehû biḳalbin selîm.
Nitekim Rabbine temiz bir kalple geldi.
Çünkü Rabbine kalb-i selim ile geldi.
Rabbine tertemiz bir kalp ile gelmişti.
Çünkü o, Rabbine tertemiz bir kalb ile gelmişti.
Rabbine, tertemiz bir kalple gelmişti.
O, Rabbine tertemiz bir kalb ile yöneldi.
Zira Rabbine tertemiz bir kalb getirmişti.
إِذْ قَالَ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِۦ مَاذَا تَعْبُدُونَ ﴿٨٥﴾
Hani atasına ve kavmine siz demişti, nelere kulluk ediyorsunuz?
Hani babasına ve kavmine demişti ki: “Sizler neye tapıyorsunuz?”
iẕ ḳâle liebîhi veḳavmihî mâẕâ ta`büdûn.
İbrahim babasına ve milletine şöyle demişti: \"Nelere kulluk ediyorsunuz?\"
Hani o, babasına ve kavmine: Siz kime kulluk ediyorsunuz? demişti.
Babasına ve halkına, \"Neye tapıyorsunuz?\" demişti.
O babasına ve kavmine şöyle demişti: \"Siz nelere tapıyorsunuz?\"
Babasına ve toplumuna sormuştu: \"Siz neye kulluk/ibadet ediyorsunuz?\"
Babasına ve halkına şöyle dedi: “Nedir bu tapındığınız nesneler? İlle de bir iftira, bir yalan olsun diye mi Allah'tan başka mâbud arıyorsunuz!Siz Rabbülâlemin’i ne zannediyorsunuz?
Babasına ve kavmine: \"Neye tapıyorsunuz?\" demişti.
أَئِفْكًا ءَالِهَةًۭ دُونَ ٱللَّهِ تُرِيدُونَ ﴿٨٦﴾
Allah'ı bırakıp da tamamıyla uydurma mabutlara mı tapmak istiyorsunuz?
“Birtakım uydurma yalanlar için mi Allah’tan başka ilahlar istiyorsunuz?”
eifken âliheten dûne-llâhi türîdûn.
\"Allah'ı bırakıp uydurma tanrılar mı istiyorsunuz?\"
\"Allah'tan başka bir takım uydurma ilahlar mı istiyorsunuz?\"
\"ALLAH'ın dışında, uyduruk tanrılar mı istiyorsunuz?\"
\"Yalancılık etmek için mi Allah'tan başka ilâhlar istiyorsunuz?\"
\"Allah'ın berisinden birtakım uydurma ilahları mı istiyorsunuz?\"
Babasına ve halkına şöyle dedi: “Nedir bu tapındığınız nesneler? İlle de bir iftira, bir yalan olsun diye mi Allah'tan başka mâbud arıyorsunuz!Siz Rabbülâlemin’i ne zannediyorsunuz?
Allah'tan başka uydurma tanrılar mı istiyorsunuz?
فَمَا ظَنُّكُم بِرَبِّ ٱلْعَٰلَمِينَ ﴿٨٧﴾
Âlemlerin Rabbine karşı zannınız ne?
“Alemlerin Rabbi hakkındaki zannınız nedir?”
femâ żannüküm birabbi-l`âlemîn.
\"Alemlerin Rabbi hakkındaki sanınız nedir?\"
\"O halde alemlerin Rabbi hakkındaki görüşünüz nedir?\"
\"Evrenlerin Rabbini ne zannediyorsunuz?\"
\"Siz âlemlerin Rabbini ne zannediyorsunuz?\"
\"Âlemlerin Rabbi hakkında düşünceniz nedir?\"
Babasına ve halkına şöyle dedi: “Nedir bu tapındığınız nesneler? İlle de bir iftira, bir yalan olsun diye mi Allah'tan başka mâbud arıyorsunuz!Siz Rabbülâlemin’i ne zannediyorsunuz?
Alemlerin Rabbi hakkında zannınız nedir (ki O'na böyle ortaklar koştunuz)?
فَنَظَرَ نَظْرَةًۭ فِى ٱلنُّجُومِ ﴿٨٨﴾
Derken yıldızlara bir bakmıştı da,
Sonra yıldızlara bir göz attı.
feneżara nażraten fi-nnücûm.
İbrahim yıldızlara bir göz attı ve \"Ben rahatsızım\" dedi.
Bunun üzerine İbrahim yıldızlara şöyle bir baktı.
Yıldızlara bir göz attı.
Derken yıldızlara bir baktı da: \"Ben gerçekten hastayım\" dedi.
Bu arada İbrahim yıldızlara bir göz attı,
Bir bayram günü, İbrâhim halkın içinde iken yıldızlara bir göz atıp: “Ben, galiba hastayım!” dedi.
Yıldızlara bir göz attı:
فَقَالَ إِنِّى سَقِيمٌۭ ﴿٨٩﴾
Ben, demişti, gerçekten de hastayım.
“Ben, doğrusu hastayım” dedi.
feḳâle innî seḳîm.
İbrahim yıldızlara bir göz attı ve \"Ben rahatsızım\" dedi.
Ben hastayım, dedi.
\"Bıktım, yoruldum artık,\" dedi.
Derken yıldızlara bir baktı da: \"Ben gerçekten hastayım\" dedi.
Şöyle dedi: \"Ben hastayım!\"
Bir bayram günü, İbrâhim halkın içinde iken yıldızlara bir göz atıp: “Ben, galiba hastayım!” dedi.
Ben hastayım, dedi.
فَتَوَلَّوْا۟ عَنْهُ مُدْبِرِينَ ﴿٩٠﴾
Derken, arkalarını çevirip gitmişlerdi onlar.
Böylelikle arkalarını çevirip ondan kaçmaya başladılar.
fetevellev `anhü müdbirîn.
Onu bırakıp gittiler.
Ona arkalarını dönüp gittiler.
Onlar da onu bırakıp gittiler.
O zaman arkalarını dönerek başından kaçışıverdiler.
Bunun üzerine ondan gerisin geri kaçtılar.
Derhal onun yanından uzaklaştılar.
Bunun üzerine arkalarını dönüp ondan kaçtılar.
فَرَاغَ إِلَىٰٓ ءَالِهَتِهِمْ فَقَالَ أَلَا تَأْكُلُونَ ﴿٩١﴾
Derken o da onların mabutları olan putlara gidip demişti ki: Neye yemek yemiyorsunuz?
Bunun üzerine onların ilahlarına sokulup: “Yemek yemiyor musunuz?” dedi.
ferâga ilâ âlihetihim feḳâle elâ te'külûn.
O da onların tanrılarına gizlice yönelip: \"Sundukları yiyecekleri yemiyor musunuz? Ne o, konuşmuyor musunuz?\" dedi.
Yavaşça putlarının yanına vardı. (Oraya konmuş yemekleri görünce:) Yemiyor musunuz?
Sonra, tanrılarına yöneldi ve \"Yemez misiniz?\" dedi.
Derken bir kurnazlıkla onların ilâhlarına vardı da, \"Buyursanıza, yemez misiniz?\" dedi.
O da onların ilahlarının yanına sokulup dedi: \"Bir şey yemez misiniz?\"
O da çaktırmadan putların yanına sokuldu. Onlara takdim edilmiş öylece duran yemekleri görünce: “Buyursanıza, neden yemiyorsunuz?” Neyiniz var, neden konuşmuyorsunuz?” dedi.
O da gizlice onların tanrılarına sokuldu: \"Yemez misini?\" dedi.
مَا لَكُمْ لَا تَنطِقُونَ ﴿٩٢﴾
Ne oldu size, niçin konuşmuyorsunuz?
“Size ne oluyor ki konuşmuyorsunuz?”
mâ leküm lâ tenṭiḳûn.
O da onların tanrılarına gizlice yönelip: \"Sundukları yiyecekleri yemiyor musunuz? Ne o, konuşmuyor musunuz?\" dedi.
Neden konuşmuyorsunuz? dedi.
\"Neyiniz var, neden konuşmuyorsunuz?\"
(Cevap vermediklerini görünce de): \"Neyiniz var da konuşmuyorsunuz?\" (dedi).
\"Neniz var ki, konuşmuyorsunuz!\"
O da çaktırmadan putların yanına sokuldu. Onlara takdim edilmiş öylece duran yemekleri görünce: “Buyursanıza, neden yemiyorsunuz?” Neyiniz var, neden konuşmuyorsunuz?” dedi.
Neyiniz var ki konuşmuyorsunuz?
فَرَاغَ عَلَيْهِمْ ضَرْبًۢا بِٱلْيَمِينِ ﴿٩٣﴾
Derken sağ eliyle vurup kırmıştı onları.
Derken onların üstüne yürüyüp sağ eliyle bir darbe indirdi.
ferâga `aleyhim ḍarbem bilyemîn.
Sonunda, üzerlerine yürüyüp kuvvetle vurdu.
Bunun üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu (kırıp geçirdi.)
Ve üzerlerine yürüyüp tüm gücüyle vurdu.
Nihayet bir yolunu bulup onlara kuvvetli bir darbe indirdi.
İyice yanlarına sokulup sağ eliyle bir darbe indirdi.
Hiddetini tutamıyarak iyice yaklaşıp putlara kuvvetli bir darbe indirdi.
Ve gizlice üzerlerine yürüyüp sağ eliyle onlara kuvvetli bir darbe indirdi.
فَأَقْبَلُوٓا۟ إِلَيْهِ يَزِفُّونَ ﴿٩٤﴾
Derken koşakoşa yanına gelmişlerdi.
Çok geçmeden (halkı) birbirine girmiş durumda kendisine yönelip geldiler.
feaḳbelû ileyhi yeziffûn.
Bunun üzerine putperestler koşarak ona geldiler.
(Putperestler) koşarak İbrahim'e geldiler.
Hemen ona doğru koşuştular
Bunun üzerine birbirlerine girerek ona yürüdüler.
Bir süre sonra, halkı koşarak İbrahim'e geldi.
Bunu haber alan halk telaşla ve sür'atle onun yanına gittiler.
(Puta, tapanlar, döndüklerinde putlarını kırılmış görünce) Hemen koşarak ona gittiler.
قَالَ أَتَعْبُدُونَ مَا تَنْحِتُونَ ﴿٩٥﴾
O demişti ki: Elinizde yontup yaptığınız şeylere mi kulluk ediyorsunuz?
Dedi ki: “Yontmakta olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?”
ḳâle eta`büdûne mâ tenḥitûn.
İbrahim onlara şöyle söyledi: \"Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa sizi de, yonttuklarınızı da Allah yaratmıştır.\"
İbrahim: Yonttuğunuz şeylere mi ibadet edersiniz!
Dedi ki, \"Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?\".
İbrahim dedi ki: \"A, siz kendi yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?\"
İbrahim dedi: \"Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?\"
O da: “Â! Siz ellerinizle yonttuğunuz bu heykellere mi tapıyorsunuz? Halbuki sizi de yaptığınız şeyleri de yaratan Yüce Allah'tır.” dedi.
(Elinizle) Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? dedi.
وَٱللَّهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ ﴿٩٦﴾
Halbuki sizi de Allah yaratmıştır, o yontup yaptığınız şeyleri de.
“Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır.”
vellâhü ḫaleḳaküm vemâ ta`melûn.
İbrahim onlara şöyle söyledi: \"Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa sizi de, yonttuklarınızı da Allah yaratmıştır.\"
Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı, dedi.
\"ALLAH, sizi de ve yaptığınız şeyleri de yaratandır.\"
\"Halbuki sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır.\"
\"Oysaki sizi de yaptığınız şeyleri de Allah yaratmıştır.\"
O da: “Â! Siz ellerinizle yonttuğunuz bu heykellere mi tapıyorsunuz? Halbuki sizi de yaptığınız şeyleri de yaratan Yüce Allah'tır.” dedi.
Oysa sizi de, yaptığınız(bu şeyler)i de Allah yaratmıştır.
قَالُوا۟ ٱبْنُوا۟ لَهُۥ بُنْيَٰنًۭا فَأَلْقُوهُ فِى ٱلْجَحِيمِ ﴿٩٧﴾
Onun için bir yapı yapın da demişlerdi, atın onu ateşe.
Dediler ki: “Onun için (yüksekçe) bir bina inşa edin de onu çılgınca yanan ateşin içine atın.”
ḳâlü-bnû lehû bünyânen feelḳûhü fi-lceḥîm.
Putperestler: \"Onun için bir yapı yapın da onu oradan ateşin içine atın\" dediler.
Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın! dediler.
Dediler ki, \"Onun için bir yapı kurun ve onu ateşe atın.\"
Onlar: \"Haydin onun için bir yapı yapın da onu ateşe atın.\" dediler.
Dediler: \"Şunun için bir bina yapın da bunu ateşin ortasına fırlatın!\"
Sonunda: “Haydin, dediler, onun için bir odun yığını hazırlayın da onu ateşin içine atın!.”
Onun için bir bina yapın da onu (o binada) ateşe atın dediler.
فَأَرَادُوا۟ بِهِۦ كَيْدًۭا فَجَعَلْنَٰهُمُ ٱلْأَسْفَلِينَ ﴿٩٨﴾
Ona bir düzen yapmak istemişlerdi de biz onları alçaltmıştık.
Böylelikle ona bir tuzak hazırlamak istediler. Oysa Biz, onları alçaltılmışlar kıldık.
feerâdû bihî keyden fece`alnâhümü-l'esfelîn.
Ona düzen kurmak istediler, ama Biz onları altettik.
Böylece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat biz onları alçaklardan kıldık.
Onun için bir plan düşündüler, fakat biz onları altettik.
Böylece ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de kendilerini daha alçak düşürdük.
Ona tuzak kurmak istediler ama, biz onları sefiller, reziller haline getirdik.
Ona tuzak hazırlamak istediler, ama Biz heveslerini kursaklarında bıraktık. Asıl kendilerini perişan ettik.
Ona bir tuzak kurmak istediler, biz de (onların tuzaklarını boşa çıkardık), onları alçak düşürdük.
وَقَالَ إِنِّى ذَاهِبٌ إِلَىٰ رَبِّى سَيَهْدِينِ ﴿٩٩﴾
Ve ben demişti, Rabbimin tapısına gidiyorum, o, doğru yolu gösterir bana.
(İbrahim) Dedi ki: “Şüphesiz ben, Rabbime gidiciyim; O, beni hidayete erdirecektir.”
veḳâle innî ẕâhibün ilâ rabbî seyehdîn.
İbrahim: \"Doğrusu ben Rabbim uğrunda sizi bırakıp gidiyorum; O beni doğru yola eriştirir\" dedi.
(Oradan kurtulan İbrahim:) \"Ben Rabbime gidiyorum. O bana doğru yolu gösterecek\".
Dedi ki, \"Ben Rabbime gidiyorum; O bana yol gösterir.\"
Bir de dedi ki: \"Ben Rabbime gidiyorum, o bana yolunu gösterir.\"
İbrahim dedi: \"Kuşkunuz olmasın ki ben Rabbime gideceğim, O bana kılavuzluk edecek.\"
İbrâhim dedi ki: “Ben, Rabbimin gitmemi emrettiği yere doğru gidiyorum, O elbet bana yol gösterecektir.”
(İbrahim) Dedi ki: \"Ben Rabbime gideceğim, O, beni doğru yola iletecek.\"
رَبِّ هَبْ لِى مِنَ ٱلصَّٰلِحِينَ ﴿١٠٠﴾
Rabbim, bana temiz kişilerden olmak şartıyla bir oğul ihsan et.
“Rabbim, bana salihlerden (olan bir çocuk) armağan et.”
rabbi heb lî mine-ṣṣâliḥîn.
\"Rabbim! Bana iyilerden olacak bir çocuk ver\" diye yalvardı.
O: \"Rabbim! Bana salihlerden olacak bir evlat ver\", dedi.
\"Rabbim, bana erdemli birini bağışla.\"
\"Ey Rabbim! Bana salihlerden (bir oğul) ihsan et!\"
\"Rabbim, bana iyilik/barış sevenlerden birini lütfet!\"
“Ya Rabbî, salih evlatlar lütfet bana!”
Rabbim, bana iyilerden (bir çocuk) lutfet!
فَبَشَّرْنَٰهُ بِغُلَٰمٍ حَلِيمٍۢ ﴿١٠١﴾
Derken biz de ona tedbirle hareket eden ve aceleci olmayan bir oğul vereceğimizi müjdelemiştik.
Biz de onu halim bir çocukla müjdeledik.
febeşşernâhü bigulâmin ḥalîm.
Biz de ona yumuşak huylu bir oğlan müjdeledik.
İşte o zaman biz onu uslu bir oğul ile müjdeledik.
Biz de ona yumuşak huylu bir erkek çocuk bağışladık.
Biz de kendisine yumuşak huylu bir oğul müjdeledik.
Bunun üzerine biz, İbrahim'e yumuşak huylu bir oğlan müjdeledik.
Biz de ona aklı başında bir oğul müjdeledik.
Ona halim bir erkek çocuk müjdeledik.
فَلَمَّا بَلَغَ مَعَهُ ٱلسَّعْىَ قَالَ يَٰبُنَىَّ إِنِّىٓ أَرَىٰ فِى ٱلْمَنَامِ أَنِّىٓ أَذْبَحُكَ فَٱنظُرْ مَاذَا تَرَىٰ ۚ قَالَ يَٰٓأَبَتِ ٱفْعَلْ مَا تُؤْمَرُ ۖ سَتَجِدُنِىٓ إِن شَآءَ ٱللَّهُ مِنَ ٱلصَّٰبِرِينَ ﴿١٠٢﴾
İbrahim'le beraber koşup gezecek çağa gelince İbrahim, oğulcağızım demişti, ben, rüyamda, seni kesiyorum gördüm, bir bak, düşün, sen ne dersin buna? O da babacığım demişti, ne emredildiyse sana, onu yap, Allah dilerse beni sabredenlerden bulursun.
Böylece (çocuk) onun yanında koşabilecek çağa erişince (İbrahim ona): “Oğlum” dedi. “Gerçekten ben seni rüyamda boğazlıyorken gördüm. Bir bak, sen ne düşünüyorsun.” (Oğlu İsmail) Dedi ki: “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaAllah, beni sabredenlerden bulacaksın.”
felemmâ belega me`ahü-ssa`ye ḳâle yâ büneyye innî erâ fi-lmenâmi ennî eẕbeḥuke fenżur mâẕâ terâ. ḳâle yâ ebeti-f`al mâ tü'mer. setecidünî in şâe-llâhü mine-ṣṣâbirîn.
Çocuk kendisinin yanısıra yürümeye başlayınca: \"Ey oğulcuğum! Doğrusu ben uykuda iken seni boğazladığımı görüyorum, bir düşün, ne dersin?\" dedi. \"Ey babacığım! Ne ile emrolundunsa yap, Allah dilerse, sabredenlerden olduğumu göreceksin\" dedi.
Babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince: Yavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum; bir düşün, ne dersin? dedi. O da cevaben: Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulursun, dedi.
Onunla birlikte çalışma çağına varınca, \"Oğlum,\" dedi, \"Rüyamda seni boğazlamam gerektiğini görüyorum. Ne düşünüyorsun?\" \"Babacığım,\" dedi, \"Sana emredileni uygula. ALLAH dilerse beni sabırlı bulacaksın.\"
Oğlu, yanında koşacak çağa gelince: \"Ey oğlum! Ben seni rüyamda boğazladığımı görüyorum. Artık bak, ne düşünürsün?\" dedi. Çocuk da: \"Babacığım sana ne emrediliyorsa yap, inşaallah beni sabredenlerden bulacaksın\" dedi.
Çocuk onunla birlikte koşacak yaşa gelince, İbrahim dedi: \"Yavrucuğum, uykuda/düşte görüyorum ki ben seni boğazlıyorum. Bak bakalım sen ne görürsün/sen ne dersin?\" \"Babacığım, dedi, emrolduğun şeyi yap! Allah dilerse beni sabredenlerden bulacaksın.\"
Çocuk büyüyüp yanında koşacak çağa erişince bir gün ona: “Evladım, dedi, ben rüyamda seni kurban etmeye giriştiğimi görüyorum, nasıl yaparız bu işi, sen ne dersin bu işe!”Oğlu: “Babacığım! dedi, hiç düşünüp çekinme, sana Allah tarafından ne emrediliyorsa onu yap. Allah'ın izniyle benim de sabırlı, dayanıklı biri olduğumu göreceksin!”. [19,54-55] {KM, Çıkış 13,2;
(Çocuk) Onun yanında koşma çağına erişince (İbrahim ona): \"Yavrum, dedi, ben uykuda görüyorum ki ben seni kesiyorum; (düşün) bak, ne dersin?\" (Çocuk): \"Babacığım, sana emredileni yap, inşallah beni sabredenlerden bulacaksın.\" dedi.
فَلَمَّآ أَسْلَمَا وَتَلَّهُۥ لِلْجَبِينِ ﴿١٠٣﴾
İkisi de teslim olunca onun alnını yere koymuştu.
Sonunda ikisi de (Allah’ın emrine ve takdirine) teslim olup (babası, İsmail’i kurban etmek için) onu alnı üzerine yatırdı.
felemmâ eslemâ vetellehû lilcebîn.
Böylece ikisi de Allah' a teslimiyet gösterip, babası oğlunu alnı üzerine yatırınca Biz: \"Ey İbrahim! Rüyayı gerçek yaptın; işte biz iyi davrananları böylece mükafatlandırırız\" diye seslendik.
Her ikisi de teslim olup, onu alnı üzerine yatırınca:
Böylece ikisi de teslim oldu ve onu alnı üzerine yıktı.
Ne zaman ki ikisi de bu şekilde Allah'a teslim oldular, İbrahim oğlunu şakağı üzerine yatırdı.
Böylece ikisi de teslim olup İbrahim onu şakağı üzerine yatırınca,
Her ikisi de Allah'ın emrine teslim olup, İbrâhim oğlunu şakağı üzere yere yatırıp, Biz de ona: “İbrâhim! Rüyanın gereğini yerine getirdin (onu kurban etmekten seni muaf tuttuk)” deyince (onları büyük bir sevinç kapladı). Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz!
İkisi de böylece (Allah'ın emrine) teslim olup (İbrahim, kurban etmek için) çocuğu alnı üzerine yıkınca,
وَنَٰدَيْنَٰهُ أَن يَٰٓإِبْرَٰهِيمُ ﴿١٠٤﴾
Ve biz, ona ey İbrahim diye nida etmiştik.
Biz ona: “Ey İbrahim” diye seslendik.
venâdeynâhü ey yâ ibrâhîm.
Böylece ikisi de Allah' a teslimiyet gösterip, babası oğlunu alnı üzerine yatırınca Biz: \"Ey İbrahim! Rüyayı gerçek yaptın; işte biz iyi davrananları böylece mükafatlandırırız\" diye seslendik.
Biz ona: \" Ey İbrahim!\" diye seslendik.
Kendisine, \"İbrahim!\" diye seslendik,
Biz de ona şöyle seslendik: \"Ey İbrahim! \"
Biz şöyle seslendik: \"Ey İbrahim!\"
Her ikisi de Allah'ın emrine teslim olup, İbrâhim oğlunu şakağı üzere yere yatırıp, Biz de ona: “İbrâhim! Rüyanın gereğini yerine getirdin (onu kurban etmekten seni muaf tuttuk)” deyince (onları büyük bir sevinç kapladı). Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz!
Biz ona: \"İbrahim!\" diye ünledik.
قَدْ صَدَّقْتَ ٱلرُّءْيَآ ۚ إِنَّا كَذَٰلِكَ نَجْزِى ٱلْمُحْسِنِينَ ﴿١٠٥﴾
Rüyanı gerçekleştirdik. Şüphe yok ki biz, böyle mükafatlandırırız iyilik edenleri.
“Gerçekten sen, rüyayı doğruladın. Şüphesiz Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.”
ḳad ṣaddaḳte-rru'yâ. innâ keẕâlike neczi-lmuḥsinîn.
Böylece ikisi de Allah' a teslimiyet gösterip, babası oğlunu alnı üzerine yatırınca Biz: \"Ey İbrahim! Rüyayı gerçek yaptın; işte biz iyi davrananları böylece mükafatlandırırız\" diye seslendik.
Rüyayı gerçekleştirdin. Biz iyileri böyle mükafatlandırırız.
\"Sen rüyanı uyguladın.\" İyileri böyle ödüllendiririz.
\"Rüyana gerçekten sadakat gösterdin, şüphesiz ki, biz iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız.\"
\"Sen rüyayı gerçekleştirdin. İşte biz, güzel düşünüp güzel davrananları böyle ödüllendiririz.\"
Her ikisi de Allah'ın emrine teslim olup, İbrâhim oğlunu şakağı üzere yere yatırıp, Biz de ona: “İbrâhim! Rüyanın gereğini yerine getirdin (onu kurban etmekten seni muaf tuttuk)” deyince (onları büyük bir sevinç kapladı). Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz!
Sen rüyayı doğruladın, işte biz, güzel davrananları böyle mükafatlandırırız!
إِنَّ هَٰذَا لَهُوَ ٱلْبَلَٰٓؤُا۟ ٱلْمُبِينُ ﴿١٠٦﴾
Şüphe yok ki bu, elbette apaçık bir sınamaydı.
Doğrusu bu, apaçık bir imtihandı.
inne hâẕâ lehüve-lbelâü-lmübîn.
Doğrusu bu apaçık bir deneme idi.
Bu, gerçekten, çok açık bir imtihandır.
Gerçekten bu apaçık bir sınavdı.
\"Şüphesiz ki bu apaçık bir imtihandı.\" (dedik)
\"Bu, hiç kuşkusuz apaçık imtihanın ta kendisiydi.\"
Bu, gerçekten pek büyük bir imtihandı. [53,37]
Gerçekten bu, apaçık bir sınav idi.
وَفَدَيْنَٰهُ بِذِبْحٍ عَظِيمٍۢ ﴿١٠٧﴾
Ve onun yerine, kesilmek üzere büyük bir koç ihsan ettik.
Ve ona büyük bir kurbanı fidye olarak verdik.
vefedeynâhü biẕibḥin `ażîm.
Ona fidye olarak büyük bir kurbanlık verdik.
Biz, oğluna bedel ona büyük bir kurban verdik.
Ve biz ona fidye olarak büyük bir kurban verdik.
Ve ona büyük bir kurbanlık fidye verdik.
Ve ona fidye olarak büyük bir kurbanlık verdik.
Oğluna bedel ona büyük bir kurbanlık verdik.
Ve fidye olarak ona büyük bir kurbanlık verdik.
وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِى ٱلْءَاخِرِينَ ﴿١٠٨﴾
Ve sonradan gelenler arasında da ona iyi bir adsan verdik.
Sonra gelenler arasında ona (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık.
veteraknâ `aleyhi fi-l'âḫirîn.
Sonra gelenler içinde \"İbrahim'e selam olsun\" diye ona iyi bir ün bıraktık.
Geriden gelecekler arasında ona (iyi birnam) bıraktık:
Sonrakiler için onun tarihini koruduk.
Kendisine sonradan gelenler içinde iyi bir nâm bıraktık.
Sonra gelenler içinde onu hatırlatan bir şey bıraktık.
Sonraki nesiller içinde ona da iyi bir nam bıraktık: ki o da, bütün milletler tarafından şöyle denilmesidir:
Sonra gelenler arasında ona (iyi bir ün) bıraktık.
سَلَٰمٌ عَلَىٰٓ إِبْرَٰهِيمَ ﴿١٠٩﴾
Esenlik İbrahim'e.
İbrahim’e selam olsun.
selâmün `alâ ibrâhîm.
Sonra gelenler içinde \"İbrahim'e selam olsun\" diye ona iyi bir ün bıraktık.
İbrahim'e selam! dedik.
İbrahim'e selam olsun.
Selam olsun İbrahim'e...
Selam olsun İbrahim'e!
“Selam olsun İbrâhim'e!”
(İleride gelecek nesiller): \"İbrahim'e selam olsun!\" (diyeceklerdi.)
كَذَٰلِكَ نَجْزِى ٱلْمُحْسِنِينَ ﴿١١٠﴾
Biz, böyle mükafatlandırırız iyilik edenleri.
Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.
keẕâlike neczi-lmuḥsinîn.
İşte iyileri böylece mükafatlandırırız.
Biz iyileri böyle mükafatlandırırız.
Biz iyi davrananları böyle ödüllendiririz.
İşte biz iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız.
Böyle ödüllendiririz biz, güzellik sergileyenleri!
Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz!
İşte biz güzel davrananları böyle mükafatlandırırız.
إِنَّهُۥ مِنْ عِبَادِنَا ٱلْمُؤْمِنِينَ ﴿١١١﴾
Şüphe yok ki o, inanan kullarımızdandı.
Şüphesiz o, Bizim mü’min olan kullarımızdandır.
innehû min `ibâdine-lmü'minîn.
Doğrusu o, inanmış kullarımızdandı.
Çünkü o, bizim mümin kullarımızdandır.
O, bizim inanan kullarımızdandı.
Çünkü o bizim mümin kullarımızdandı.
O da bizim inanan kullarımızdandı.
Gerçekten o Bizim tam inanmış has kullarımızdandı.
Çünkü o bizim mü'min kullarımızdandı.
وَبَشَّرْنَٰهُ بِإِسْحَٰقَ نَبِيًّۭا مِّنَ ٱلصَّٰلِحِينَ ﴿١١٢﴾
Ve ona, temiz kişilerden ve peygamber olacak İshak'ı müjdelemiştik.
Biz ona, salihlerden bir peygamber olarak İshak’ı da müjdeledik.
vebeşşernâhü biisḥâḳa nebiyyem mine-ṣṣâliḥîn.
Ona, iyilerden olan İshak'ı peygamber olarak müjdeledik.
Salihlerden bir peygamber olarak O'na (İbrahim'e) İshak'ı müjdeledik.
Ona İshak'ı müjdeledik, erdemlilerden bir peygamber olarak.
Ona bir de salihlerden bir peygamber olmak üzere İshak'ı müjdeledik.
Biz ona, hayrı ve barışı sevenlerden bir peygamber olan İshak'ı müjdeledik.
Biz de ona, salih kişilerden, üstelik peygamber olacak bir evladı, İshak'ı müjdeledik.
Biz ona İshak'ı, iyilerden bir peygamber olarak müjdeledik.
وَبَٰرَكْنَا عَلَيْهِ وَعَلَىٰٓ إِسْحَٰقَ ۚ وَمِن ذُرِّيَّتِهِمَا مُحْسِنٌۭ وَظَالِمٌۭ لِّنَفْسِهِۦ مُبِينٌۭ ﴿١١٣﴾
Onu da kutladık, İshak'ı da ve ikisinin de soyundan iyilik eden de var, apaçık nefsine zulmeden de.
Ona ve İshak’a bereketler verdik. İkisinin soyundan, ihsanda bulunan (muhsin olan) da var, açıkça kendi nefsine zulmeden de.
vebâraknâ `aleyhi ve`alâ isḥâḳ. vemin ẕürriyyetihimâ muḥsinüv veżâlimül linefsihî mübîn.
Kendisini ve İshak'ı mübarek kıldık; ikisinin soyundan iyi olan da vardır, açıktan açığa kendisine yazık eden de vardır.
Kendisini ve İshak'ı mübarek (kutlu ve bereketli) eyledik. Lakin her ikisinin neslinden iyi kimseler olacağı gibi, kendine açıktan açığa kötülük edenler de olacak.
Ona da İshak'a da lütufta bulunduk. Kuşkusuz, ikisinin de soyundan hem iyi davrananlar var, hem kendisine zulmedenler.
Hem ona hem İshak'a bereketler verdik. Her ikisinin neslinden de hem iyilik yapanlar var, hem de açıkça kendi nefsine zulmedenler var.
Ona da İshak'a da bereketler lütfettik. Onların zürriyetlerinden iyi düşünüp iyi davranan da var, öz benliğine açıkça zulmeden de var.
Kendisine de İshak'a da feyiz ve bereketler verdik. Onların neslinden gelenler arasında iyi davranan da var, kendi nefsine açıkça zulmeden de!
Kendisine de, İshak'a da bereketler verdik. Onların neslinden (gelenler arasında) iyi hareket eden de var, açıkça kendisine zulmeden de.
وَلَقَدْ مَنَنَّا عَلَىٰ مُوسَىٰ وَهَٰرُونَ ﴿١١٤﴾
Ve andolsun ki biz, Musa'ya ve Harun'a nimetler verdik.
Andolsun, Biz Musa’ya ve Harun’a lütufta bulunduk.
veleḳad menennâ `alâ mûsâ vehârûn.
And olsun ki Musa ve Harun'a da iyilikte bulunmuştuk.
Andolsun biz Musa'ya da Harun'a da nimetler verdik.
Biz Musa'ya ve Harun'a iyilikte bulunmuştuk.
Andolsun ki biz Musa ile Harun'a da nimetler verdik.
Yemin olsun, biz Mûsa ve Hârun'a da lütufta bulunduk.
Biz Mûsa ile Harun'a da nübüvvet vererek ihsanda bulunduk. [21,48]
Andolsun Musa'ya ve Harun'a da lutuflarda bulunduk.
وَنَجَّيْنَٰهُمَا وَقَوْمَهُمَا مِنَ ٱلْكَرْبِ ٱلْعَظِيمِ ﴿١١٥﴾
İkisini ve kavimlerini, büyük bir sıkıntıdan kurtardık.
Onları ve kavimlerini o büyük üzüntüden kurtardık.
venecceynâhümâ veḳavmehümâ mine-lkerbi-l`ażîm.
İkisini ve milletlerini büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştık.
Onları ve kavimlerini o büyük sıkıntıdan kurtardık.
İkisini ve halklarını o büyük felaketten kurtardık.
Hem kendilerini ve kavimlerini o büyük sıkıntıdan kurtardık.
Onları ve toplumlarını büyük sıkıntıdan kurtardık.
Onları da, milletlerini de müthiş bir gaileden kurtardık.
Onları ve kavimlerini büyük sıkıntıdan kurtardık.
وَنَصَرْنَٰهُمْ فَكَانُوا۟ هُمُ ٱلْغَٰلِبِينَ ﴿١١٦﴾
Ve yardım ettik onlara da üst geldiler.
Onlara yardım ettik, böylece üstün gelenler oldular.
veneṣarnâhüm fekânû hümü-lgâlibîn.
Onlara yardım etmiştik de üstün gelmişlerdi.
Kendilerine yardım ettik de galip gelen onlar oldu.
Onlara yardım ettik de üstün geldiler.
Hem yardım ettik onlara da, galip gelenler onlar oldular.
Onlara yardım ettik de galip gelenler kendileri oldular.
Hem onlara yardım ettik de, galip gelenler onlar oldular.
Onlara yardım ettik de üstün gelenler kendileri oldular.
وَءَاتَيْنَٰهُمَا ٱلْكِتَٰبَ ٱلْمُسْتَبِينَ ﴿١١٧﴾
Ve ikisine de her şeyi apaçık gösteren kitabı verdik.
Ve ikisine anlatımı-açık kitabı verdik.
veâteynâhüme-lkitâbe-lmüstebîn.
Her ikisine de, apaçık anlaşılan bir Kitap vermiştik.
Her ikisine de apaçık anlaşılan bir kitabı (Tevrat'ı) verdik.
Ve o ikisine apaçık anlaşılan kitabı verdik.
Hem kendilerine o belli kitabı (Tevrat'ı) verdik.
Onlara, açık-seçik bilgi sunan Kitap'ı verdik.
Kendilerine gerçekleri apaçık gösteren o kitabı verdik.
Onlara açık ifadeli Kitabı verdik.
وَهَدَيْنَٰهُمَا ٱلصِّرَٰطَ ٱلْمُسْتَقِيمَ ﴿١١٨﴾
Ve ikisini de dosdoğru yola sevkettik.
Onları dosdoğru yola yöneltip-ilettik.
vehedeynâhüme-ṣṣirâṭa-lmüsteḳîm.
Her ikisini de doğru yola eriştirmiştik.
Her ikisini de doğru yola ilettik.
Her ikisini doğru yola ilettik.
Kendilerini doğru yola çıkardık.
Her ikisini dosdoğru yola kılavuzladık.
Onları doğru yola ilettik!
Ve onları doğru yola ilettik.
وَتَرَكْنَا عَلَيْهِمَا فِى ٱلْءَاخِرِينَ ﴿١١٩﴾
Ve ikisine de, sonradan gelenler arasında iyi bir adsan verdik.
Sonra gelenler arasında da ikisine (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık.
veteraknâ `aleyhimâ fi-l'âḫirîn.
Sonra gelenler içinde \"Musa ve Harun'a selam olsun\" diye iyi birer ün bıraktık.
Sonra gelenler içinde, namlarına şunu bıraktık.
O ikisinin tarihini sonrakiler için koruduk.
Sonrakiler içinde onlara iyi bir nam bıraktık:
Sonradan gelenler içinde, her ikisini hatırlatan bir şey bıraktık.
Sonraki nesiller içinde onlara da iyi bir nam bıraktık.
Ve sonra gelenler arasında onlara (iyi bir ün) bıraktık.
سَلَٰمٌ عَلَىٰ مُوسَىٰ وَهَٰرُونَ ﴿١٢٠﴾
Esenlik Musa'ya ve Harun'a.
Musa’ya ve Harun’a selam olsun.
selâmün `alâ mûsâ vehârûn.
Sonra gelenler içinde \"Musa ve Harun'a selam olsun\" diye iyi birer ün bıraktık.
Musa ve Harun'a selam olsun.
Musa'ya ve Harun'a selam (barış) olsun.
Selam olsun, Musa ile Harun'a.
Selam olsun Mûsa'ya ve Hârun'a!
“Selam olsun Mûsâ ile Harun'a”
(Hep): \"Musa'ya ve Harun'a selam olsun!\" (diyeceklerdi).
إِنَّا كَذَٰلِكَ نَجْزِى ٱلْمُحْسِنِينَ ﴿١٢١﴾
Şüphe yok ki biz, böyle mükafatlandırırız iyilik edenleri;
Şüphesiz Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.
innâ keẕâlike neczi-lmuḥsinîn.
Doğrusu Biz, iyileri böylece mükafatlandırırız.
Doğrusu biz, iyileri böylece mükafatlandırırız.
Biz, iyi davrananları işte böyle ödüllendiririz.
İşte biz iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız.
Güzel düşünüp güzel davrananları biz böyle ödüllendiririz!
Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz!
İşte biz güzel davrananları böyle mükafatlandırırız.
إِنَّهُمَا مِنْ عِبَادِنَا ٱلْمُؤْمِنِينَ ﴿١٢٢﴾
Şüphe yok ki ikisi de inanan kullarımızdandı.
Şüphesiz ikisi, Bizim mü’min olan kullarımızdandılar.
innehümâ min `ibâdine-lmü'minîn.
İkisi de şüphesiz inanmış kullarımızdandı.
Şüphesiz, ikisi de mümin kullarımızdandı.
O ikisi bizim inanan kullarımızdandı.
Çünkü onların ikisi de bizim mümin kullarımızdandı.
O ikisi de bizim inanan kullarımızdandı.
Gerçekten onlar, Bizim tam inanmış has kullarımızdandı.
Çünkü ikisi de bizim inanan kullarımızdandı.
وَإِنَّ إِلْيَاسَ لَمِنَ ٱلْمُرْسَلِينَ ﴿١٢٣﴾
Ve şüphe yok ki İlyas, elbette peygamberlerdendi.
Gerçekten İlyas da, gönderilmiş (peygamber)lerdendi.
veinne ilyâse lemine-lmürselîn.
Doğrusu İlyas da peygamberlerdendir.
İlyas da şüphe yok ki, peygamberlerdendi.
İlyas elçilerden biriydi.
Şüphesiz İlyas da gönderilen peygamberlerdendir.
İlyas da elbette ki peygamberlerdendi.
İlyas da şüphesiz resullerdendi.
İlyas da elçilerdendi.
إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِۦٓ أَلَا تَتَّقُونَ ﴿١٢٤﴾
Hani kavmine demişti ki: Çekinmez misiniz siz?
Hani kendi kavmine demişti ki: “Siz korkup sakınmaz mısınız?”
iẕ ḳâle liḳavmihî elâ tetteḳûn.
Milletine: \"Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Biçim verenlerin en iyisi olan, sizin de Rabbiniz, önceki babalarınızın da Rabbi bulunan Allah'ı bırakıp da Baal putuna mı taparsınız?\" demişti.
(İlyas) milletine: (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız?
Halkına, \"Erdemli olmayacak mısınız?\" dedi.
Hani o kavmine: \"Siz Allah'tan korkmaz mısınız? Yaratanların en güzeli olan, sizin de Rabbiniz, daha önceki atalarınızın da Rabbi bulunan Allah'ı bırakıp da \"Ba'l'e\" (Ba'l ismindeki puta) mi yalvarıyorsunuz?\" dedi.
O da toplumuna şöyle demişti: \"Hâlâ korkup sakınmıyor musunuz?\"
Hani o halkına şöyle demişti: Siz hâla şirkten ve günahlardan sakınmayacak mısınız? Sizin de, gelip geçmiş atalarınızın da Rabbi olan Allah'ı, o Mükemmel Yaradanı bırakıp hâla Ba’l’e tapmaya mı devam edeceksiniz? {KM, I Krallar 18,24-40}
Kavmine demişti ki: \"(Allah'ın azabından) Korunmaz mısınız?\"
أَتَدْعُونَ بَعْلًۭا وَتَذَرُونَ أَحْسَنَ ٱلْخَٰلِقِينَ ﴿١٢٥﴾
Ba'l'i mi çağırırsınız da yaratıcıların en güzelini bırakırsınız.
“Siz Ba’le tapıp da Yaratıcıların en güzeli (olan Allah’ı) mı bırakıyorsunuz?”
eted`ûne ba`lev veteẕerûne aḥsene-lḫâliḳîn.
Milletine: \"Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Biçim verenlerin en iyisi olan, sizin de Rabbiniz, önceki babalarınızın da Rabbi bulunan Allah'ı bırakıp da Baal putuna mı taparsınız?\" demişti.
Yaratanların en iyisini bırakıp da Ba'l'e mi taparsınız? demişti.
En güzel Yaratanı bırakıp Ba'le mi taparsınız?
Hani o kavmine: \"Siz Allah'tan korkmaz mısınız? Yaratanların en güzeli olan, sizin de Rabbiniz, daha önceki atalarınızın da Rabbi bulunan Allah'ı bırakıp da \"Ba'l'e\" (Ba'l ismindeki puta) mi yalvarıyorsunuz?\" dedi.
\"Bal'e yalvarıp yakarıyor, yaratıcıların en güzelini bırakıyor musunuz?\"
Hani o halkına şöyle demişti: Siz hâla şirkten ve günahlardan sakınmayacak mısınız? Sizin de, gelip geçmiş atalarınızın da Rabbi olan Allah'ı, o Mükemmel Yaradanı bırakıp hâla Ba’l’e tapmaya mı devam edeceksiniz? {KM, I Krallar 18,24-40}
Ba'l'e yalvarıyorsunuz da, bırakıyor musunuz, yaratıcıların en güzelini?\"
ٱللَّهَ رَبَّكُمْ وَرَبَّ ءَابَآئِكُمُ ٱلْأَوَّلِينَ ﴿١٢٦﴾
O Allah'tır ki Rabbinizdir sizin ve Rabbidir gelip geçmiş atalarınızın.
“Allah ki, sizin de Rabbiniz, önceki atalarınızın da Rabbidir.”
allâhe rabbeküm verabbe âbâikümü-l'evvelîn.
Milletine: \"Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Biçim verenlerin en iyisi olan, sizin de Rabbiniz, önceki babalarınızın da Rabbi bulunan Allah'ı bırakıp da Baal putuna mı taparsınız?\" demişti.
\"Sizin de Rabbiniz, sizden önce gelen atalarınızın da Rabbi olan Allah'ı?\"
ALLAH sizin ve geçmişteki atalarınızın Rabbidir.
Hani o kavmine: \"Siz Allah'tan korkmaz mısınız? Yaratanların en güzeli olan, sizin de Rabbiniz, daha önceki atalarınızın da Rabbi bulunan Allah'ı bırakıp da \"Ba'l'e\" (Ba'l ismindeki puta) mi yalvarıyorsunuz?\" dedi.
\"Sizin de Rabbiniz, önceki atalarınızın da Rabbi olan Allah'ı terk mi ediyorsunuz?\"
Hani o halkına şöyle demişti: Siz hâla şirkten ve günahlardan sakınmayacak mısınız? Sizin de, gelip geçmiş atalarınızın da Rabbi olan Allah'ı, o Mükemmel Yaradanı bırakıp hâla Ba’l’e tapmaya mı devam edeceksiniz? {KM, I Krallar 18,24-40}
Sizin Rabbiniz ve önceki atalarınızın Rabbi olan Allah'ı?
فَكَذَّبُوهُ فَإِنَّهُمْ لَمُحْضَرُونَ ﴿١٢٧﴾
Derken yalanladılar onu; şüphe yok ki tapımıza getirilecektir onlar.
Fakat onu yalanladılar; bundan dolayı gerçekten onlar, (azap için getirilip) hazır bulundurulacak olanlardır.
fekeẕẕebûhü feinnehüm lemuḥḍarûn.
Bunun üzerine onu yalanlamışlardı. Allah'ın O'na içten bağlı kulları bir yana, bunların hepsi cehenneme götürüleceklerdi.
Bunun üzerine İlyas'ı yalanladılar. Onun için onların hepsi (cehenneme) götürüleceklerdir.
Onu yalanladılar; onlar hesaba çekileceklerdir.
Fakat onlar, onu yalanladılar. Bu yüzden onlar mutlaka (cehennemde) hazır bulundurulacaklardır.
Sonunda onu yalanladılar. Bu yüzden onlar mutlaka huzura getirileceklerdir.
Fakat bunlar onu yalancı saydılar. Bundan ötürü de, onlar tutuklanıp hesap günü mutlaka yargılanacak ve cehenneme götürüleceklerdir.
Onu yalanladılar, bundan dolayı onlar (azaba) getirileceklerdir.
إِلَّا عِبَادَ ٱللَّهِ ٱلْمُخْلَصِينَ ﴿١٢٨﴾
Ancak ihlasa eren Allah kulları müstesna.
Ancak, muhlis olan kullar başka.
illâ `ibâde-llâhi-lmuḫleṣîn.
Bunun üzerine onu yalanlamışlardı. Allah'ın O'na içten bağlı kulları bir yana, bunların hepsi cehenneme götürüleceklerdi.
Ancak Allah'ın ihlaslı kulları müstesna.
Kendilerini sadece ALLAH'a adayan kulları hariç.
Ancak Allah'ın ihlaslı kulları müstesna.
Allah'ın samimi, seçkin kulları müstesna.
Ancak Allah'ın ihlasa erdirdiği kulları böyle olmaz.
Yalnız Allah'ın halis kulları azab dışındadırlar.
وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِى ٱلْءَاخِرِينَ ﴿١٢٩﴾
Ve sonradan gelenler arasında ona iyi bir adsan verdik.
Sonra gelenler arasında ona (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık.
veteraknâ `aleyhi fi-l'âḫirîn.
Sonra gelenler içinde, \"İlyas'a selam olsun\" diye bir ün bıraktık.
Sonra gelenler içinde, kendisine bir ün bıraktık,
Sonrakiler için onun tarihini koruduk.
Ona da sonrakiler içinde şunu bıraktık:
Sonrakiler içinde İlyas'ı hatırlatacak bir şey de bıraktık.
Sonraki nesiller içinde ona da iyi bir nam bıraktık. “Selam olsun İlyas'a!”
Biz, sonra gelenler arasında ona (İlyas'a da iyi bir ün) bıraktık:
سَلَٰمٌ عَلَىٰٓ إِلْ يَاسِينَ ﴿١٣٠﴾
Esenlik İlyas'a ve ona uyanlara.
İlyas’a selam olsun.
selâmün `alâ ilyâsîn.
Sonra gelenler içinde, \"İlyas'a selam olsun\" diye bir ün bıraktık.
\"İlyas'a selam!\" dedik.
İlyasin'e salam olsun.
Selam olsun İlyâsîn'e.
Selam olsun İlyas'a!
Sonraki nesiller içinde ona da iyi bir nam bıraktık. “Selam olsun İlyas'a!”
İlyas'a selam olsun.
إِنَّا كَذَٰلِكَ نَجْزِى ٱلْمُحْسِنِينَ ﴿١٣١﴾
Şüphe yok ki biz, böyle mükafatlandırırız iyilik edenleri.
Şüphesiz Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.
innâ keẕâlike neczi-lmuḥsinîn.
Doğrusu Biz iyileri böylece mükafatlandırırız.
Şüphesiz biz, iyileri işte böyle mükafatlandırırız.
İyi davrananları biz böyle ödüllendiririz.
İşte biz iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız.
Güzel düşünüp güzel davrananları böyle ödüllendiririz biz.
Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz!
İşte biz güzel davrananları böyle mükafatlandırırız.
إِنَّهُۥ مِنْ عِبَادِنَا ٱلْمُؤْمِنِينَ ﴿١٣٢﴾
Şüphe yok ki o, inanan kullarımızdandı.
Şüphesiz o, Bizim mü’min olan kullarımızdandı.
innehû min `ibâdine-lmü'minîn.
O, inanmış kullarımızdandı.
Çünkü o, bizim mümin kullarımızdandı.
O bizim inanan kullarımızdandı.
Çünkü o bizim mümin kullarımızdandı.
Bizim inanan kullarımızdandı o.
Gerçekten o bizim tam inanmış has kullarımızdandı.
Çünkü o bizim mü'min kullarımızdandı.
وَإِنَّ لُوطًۭا لَّمِنَ ٱلْمُرْسَلِينَ ﴿١٣٣﴾
Ve şüphe yok ki Lut da elbette peygamberlerdendi.
Gerçekten Lût da gönderilmiş (elçi)lerdendi.
veinne lûṭal lemine-lmürselîn.
Şüphesiz Lut da peygamberlerdendir.
Lut da elbette peygamberlerdendi.
Lut da elçilerden biriydi.
Şüphesiz Lût da gönderilen peygamberlerdendir.
Hiç kuşkusuz, Lût da peygamberlerdendi.
Lût da şüphesiz, resullerdendi.
Lut da gönderilen elçilerdendi.
إِذْ نَجَّيْنَٰهُ وَأَهْلَهُۥٓ أَجْمَعِينَ ﴿١٣٤﴾
Hani onu ve bütün ailesini kurtarmıştık.
Hani Biz onu ve ailesini topluca kurtarmıştık.
iẕ necceynâhü veehlehû ecme`în.
Geridekiler arasında kalan yaşlı bir kadın dışında, Lut'u ve ailesinin hepsini kurtarmıştık.
Hani biz Lut'u ve ailesinin hepsini kurtardık.
Onu ve ailesini topluca kurtardık.
Hani biz onu ve ailesinin tamamını kurtarmıştık.
Onu ve ailesini toptan kurtarmıştık biz.
Onun suçlu kentini cezalandırırken, geride kalanlar arasında yer alan yaşlı eşi hariç, kendisini ve ailesini kurtardık.
Onu ve ailesini kurtardık.
إِلَّا عَجُوزًۭا فِى ٱلْغَٰبِرِينَ ﴿١٣٥﴾
Ancak bir kocakarı, kalanlar arasındaydı.
Geride bırakılanlar arasında bir yaşlı kadın dışında.
illâ `acûzen fi-lgâbirîn.
Geridekiler arasında kalan yaşlı bir kadın dışında, Lut'u ve ailesinin hepsini kurtarmıştık.
Ancak geridekiler arasında kalan yaşlı bir kadın dışında,
Ancak geride kalan yaşlı kadın hariç.
Ancak geride kalıp batanlar içinde kalan yaşlı bir kadın hariç.
Ancak terk edilenler içinde kalan kocakarı hariç.
Onun suçlu kentini cezalandırırken, geride kalanlar arasında yer alan yaşlı eşi hariç, kendisini ve ailesini kurtardık.
Yalnız (azabda) kalacaklar arasında bulunan acuze bir kadın hariç.
ثُمَّ دَمَّرْنَا ٱلْءَاخَرِينَ ﴿١٣٦﴾
Sonra öbürlerinin kökünü kazıdık.
Sonra geride kalanları yerle bir ettik.
ŝümme demmerne-l'âḫarîn.
Sonra diğerlerini yok etmiştik.
Sonra diğerlerini yok ettik.
Sonra diğerlerini yok ettik.
Sonra diğerlerini helak etmiştik.
Sonra ötekileri yerle bir ettik.
Sonra da ötekileri imha ettik.
Sonra ötekileri kırdık (geçirdik).
وَإِنَّكُمْ لَتَمُرُّونَ عَلَيْهِم مُّصْبِحِينَ ﴿١٣٧﴾
Ve şüphe yok ki siz de onların yurtlarına uğramadasınız sabahları.
Siz onların üstünden muhakkak geçip gidiyorsunuz; sabah vakti.
veinneküm letemürrûne `aleyhim muṣbiḥîn.
Sabah akşam, onların yerleri üzerinden geçersiniz. Akletmez misiniz?
(Ey insanlar!) Siz onların yanlarından geçip gidiyorsunuz: sabahleyin
Siz yıkıntılarının yanından geçiyorsunuz; sabahleyin,
Ve siz elbette sabahleyin ve geceleyin onlara uğrar ve üzerlerinden geçersiniz. Hâlâ akıl edip düşünmez misiniz?
Kuşkusuz ki, siz onların yanından sabahları geçiyorsunuz.
Siz de sabah akşam onların diyarlarına uğrarsınız. Hâla aklınızı kullanmayacak mısınız?
Siz onların yanlarından geçip gidiyorsunuz; sabahleyin,
وَبِٱلَّيْلِ ۗ أَفَلَا تَعْقِلُونَ ﴿١٣٨﴾
Ve akşamları; hala mı akıl etmezsiniz?
Ve geceleyin. Yine de akıllanmayacak mısınız?
vebilleyl. efelâ ta`ḳilûn.
Sabah akşam, onların yerleri üzerinden geçersiniz. Akletmez misiniz?
Ve geceleyin. Hala akıllanmayacak mısınız?
Ve geceleyin. Aklınızı kullanmaz mısınız?
Ve siz elbette sabahleyin ve geceleyin onlara uğrar ve üzerlerinden geçersiniz. Hâlâ akıl edip düşünmez misiniz?
Geceleyin de. Hâlâ aklınızı işletmeyecek misiniz?
Siz de sabah akşam onların diyarlarına uğrarsınız. Hâla aklınızı kullanmayacak mısınız?
Ve geceleyin. Düşünmüyor musunuz?
وَإِنَّ يُونُسَ لَمِنَ ٱلْمُرْسَلِينَ ﴿١٣٩﴾
Ve şüphe yok ki Yunus da peygamberlerdendi elbet.
Şüphesiz Yunus da gönderilmiş (elçi)lerdendi.
veinne yûnüse lemine-lmürselîn.
Doğrusu Yunus da peygamberlerdendir.
Doğrusu Yunus da gönderilen peygamberlerdendi.
Yunus da elçilerden biriydi.
Şüphesiz Yunus da gönderilen peygamberlerdendir.
Yûnus da gönderilen elçilerdendi.
Yûnus da şüphesiz resullerdendi.
Yunus da gönderilen elçilerdendi.
إِذْ أَبَقَ إِلَى ٱلْفُلْكِ ٱلْمَشْحُونِ ﴿١٤٠﴾
Hani, yolcularla dolu bir gemiye kaçmıştı da.
Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı.
iẕ ebeḳa ile-lfülki-lmeşḥûn.
Dolu bir gemiye kaçmıştı.
Hani o, dolu bir gemiye binip kaçmıştı.
Dolu bir gemiye kaçmıştı.
Hani o bir zaman dolu bir gemiye kaçmıştı.
Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı.
Hani o, Rabbinden izinsiz kaçıp yolcusunu doldurmuş gemiye kendini atmıştı.
Dolu gemiye kaçmıştı.
فَسَاهَمَ فَكَانَ مِنَ ٱلْمُدْحَضِينَ ﴿١٤١﴾
Derken kura çekmişlerdi de kur'a ona düşmüştü.
Böylece kur’aya katılmıştı da, kaybedenlerden olmuştu.
fesâheme fekâne mine-lmüdḥaḍîn.
Gemide olanlarla karşılıklı kura çekmişti de yenilenlerden olmuştu, bu sebeple denize atılmıştı.
Gemide olanlarla karşılıklı kur'a çektiler de kaybedenlerden oldu.
Karşı çıktı ve kayanlardan oldu.
(Oradakilerle) kur'a çekmiş de kaydırılanlardan (yenilenlerden) olmuştu.
Sonra kura çekti de kaybedenlerden oldu.
Kur'a çekmiş, kur’ada kaybedenlerden olunca denize atılmıştı.
(Yükü fazla oluğundan gemi taşıyamamış, yolculardan birini denize atmak gerekmişti. Birini atmak üzere gemidekilerle) Kur'a çekti. (Yunus) Yenilenlerden oldu. (Kur'a kendisine isabet etti).
فَٱلْتَقَمَهُ ٱلْحُوتُ وَهُوَ مُلِيمٌۭ ﴿١٤٢﴾
Kınanmış bir haldeydi ki onu balık yutuvermişti.
Derken onu balık yutmuştu, oysa o kınanmıştı.
felteḳamehü-lḥûtü vehüve mülîm.
Kendini kınarken onu bir balık yutmuştu.
Yunus kendini kınayıp dururken onu bir balık yuttu.
Balık onu yuttu, bundan o sorumluydu.
Derken (denize atılmış ve) kendisini balık yutmuştu. (Kendi nefsini) kınıyordu.
Derken, kendisini balık yutmuştu. O kendi kendini kınayıp duruyordu.
O yaptığından ötürü pişman bir vaziyette iken balık onu yutuverdi.
(Yunus, Rabbinden izinsiz olarak kavminden ayrıldığı için) Kendi kendisini kınarken (denize attılar) balık onu yuttu.
فَلَوْلَآ أَنَّهُۥ كَانَ مِنَ ٱلْمُسَبِّحِينَ ﴿١٤٣﴾
Eğer Rabbini tenzih edenlerden olmasaydı.
Eğer (Allah’ı çokça) tesbih edenlerden olmasaydı,
felevlâ ennehû kâne mine-lmüsebbiḥîn.
Eğer Allah'ı tesbih edenlerden olmasaydı, tekrar diriltilecek güne kadar balığın karnında kalacaktı.
Eğer Allah'ı tesbih edenlerden olmasaydı,
(Tanrı'yı) anıp düşünmeseydi,
Eğer çok tesbih edenlerden olmasaydı, yeniden dirilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı.
Eğer tespih edenlerden olmasaydı.
Şayet Allah'ı çok zikreden, ibadetli kimselerden olmasaydı, tâ mahşere kadar onun karnında kalırdı.
Eğer tesbih edenlerden olmasaydı,
لَلَبِثَ فِى بَطْنِهِۦٓ إِلَىٰ يَوْمِ يُبْعَثُونَ ﴿١٤٤﴾
Halkın tekrar dirileceği günedek balığın karnında kalırdı.
Onun karnında (insanların) dirilip-kaldırılacakları güne kadar kalakalmıştı.
lelebiŝe fî baṭnih ilâ yevmi yüb`aŝûn.
Eğer Allah'ı tesbih edenlerden olmasaydı, tekrar diriltilecek güne kadar balığın karnında kalacaktı.
Tekrar diriltilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı.
Diriliş Gününe kadar onun karnında kalacaktı.
Eğer çok tesbih edenlerden olmasaydı, yeniden dirilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı.
İnsanların diriltilecekleri güne kadar onun karnında kalacaktı.
Şayet Allah'ı çok zikreden, ibadetli kimselerden olmasaydı, tâ mahşere kadar onun karnında kalırdı.
(İnsanların) Yeniden diriltilecekleri güne kadar balığın karnında kalırdı.
۞ فَنَبَذْنَٰهُ بِٱلْعَرَآءِ وَهُوَ سَقِيمٌۭ ﴿١٤٥﴾
Derken onu ıssız bir yere çıkardık ve o, hastaydı da.
Sonunda o hasta bir durumdayken çıplak bir yere (sahile) attık.
fenebeẕnâhü bil`arâi vehüve seḳîm.
Halsiz bir halde iken kendisini sahile çıkardık.
Halsiz bir vaziyette kendisini dışarı çıkardık.
Onu çöl gibi bir sahile attık, yorgun ve bitkin...
Biz onu hasta bir halde bir alana çıkardık.
Bir süre sonra onu, çıplak araziye attık. Hastalanmıştı.
Derken Biz onu ağaçsız çıplak bir sahile attık, o bitkin bir halde idi.
(Ama balığın karnında bizi andı, tesbih etti, biz de) Onu hasta bir halde ağaçsız, çıplak bir yere attık.
وَأَنۢبَتْنَا عَلَيْهِ شَجَرَةًۭ مِّن يَقْطِينٍۢ ﴿١٤٦﴾
Ve ona gölge versin diye bir kabak fidanı bitirdik.
Ve üzerine, sık-geniş yaprakla (kabağa benzer) türden bir ağaç bitirdik.
veembetnâ `aleyhi şeceratem miy yaḳṭîn.
Onun için, geniş yapraklı bir bitki yetiştirdik.
Ve üstüne (gölge yapması için) kabak türünden geniş yapraklı bir nebat bitirdik.
Ve onun için orada geniş yapraklı ağaç yetiştirdik.
Üzerine kabak cinsinden bir ağaç bitirdik.
Üzerine kabak cinsinden bir ağaç bitirdik.
Üzerine gölge yapması için, orada asma kabak cinsinden bir ağaç bitirdik.
Ve üzerine (gölge yapması için) Bir asma kabak ağacı bitirdik.
وَأَرْسَلْنَٰهُ إِلَىٰ مِا۟ئَةِ أَلْفٍ أَوْ يَزِيدُونَ ﴿١٤٧﴾
Ve onu yüz bin kişiye, yahut daha da artmakta olan bir topluluğa peygamber olarak gönderdik.
Onu yüzbin veya (sayısı) daha da artan (bir topluluk)a (peygamber olarak) gönderdik.
veerselnâhü ilâ mieti elfin ev yezîdûn.
Onu, yüzbin veya daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik.
Onu, yüz bin veya daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik.
Biz onu yüzbin veya daha çok kişiye gönderdik.
Biz onu (Yunus'u) yüz bin veya daha çok insana peygamber olarak gönderdik.
Onu yüzbin kişiye yahut daha fazla olanlara elçi olarak gönderdik.
Biz onu yüz bin nüfuslu bir şehre göndermiştik, hatta gittikçe nüfusları artıyordu da. {KM, Yunus 4,11}
Ve onu yüz bin insana, ya da daha fazla olanlara elçi gönderdik.
فَـَٔامَنُوا۟ فَمَتَّعْنَٰهُمْ إِلَىٰ حِينٍۢ ﴿١٤٨﴾
Derken inandılar da onları muayyen bir zamanadek yaşattık, geçindirdik.
Sonunda ona iman ettiler, Biz de onları bir süreye kadar yararlandırdık.
feâmenû femetta`nâhüm ilâ ḥîn.
Sonunda ona inandılar, bunun üzerine Biz de onları bir süreye kadar geçindirdik.
Sonunda ona iman ettiler, bunun üzerine biz de onları bir süreye kadar yaşattık.
İnandılar, biz de onları bir süreye kadar geçindirdik.
O zaman ona iman ettiler de biz onları bir zamana kadar yaşattık.
Onlar inandılar. Biz de onları bir vakte kadar nimetlendirdik.
Yûnus onları tekrar hakka çağırınca, bu sefer iman ettiler. Biz de belirli bir süreye kadar onları hayattan istifade ettirdik.
İnandılar, biz de onları bir süreye kadar geçindirdik.
فَٱسْتَفْتِهِمْ أَلِرَبِّكَ ٱلْبَنَاتُ وَلَهُمُ ٱلْبَنُونَ ﴿١٤٩﴾
Artık sor onlara, kızlar, Rabbinin de.oğullar, onların mı?
Şimdi sen onlara sor: -Kızlar senin Rabbinin, erkek çocuklar onların mı?
festeftihim elirabbike-lbenâtü velehümü-lbenûn.
Putperestlere sor, kızlar senin Rabbinin de erkekler onların mı?
Putperestlere sor: Kızlar Rabbinin de erkekler onların mı?
Sor onlara, kızları senin Rabbine, erkekleri kendilerine mi ayırıyorlar?\"
Şimdi sor o seninkilere: Kızlar, Rabbinin de, oğlanlar onların mı?
Şimdi sor şunlara: \"Kızlar Rabbinin de oğlanlar onların mı?\"
Onlara (Mekkelilere) sor bakalım: (hâla şirklerine devam edip) kız evlatları senin Rabbine, erkek evlatları da kendilerine mi isnad edecekler? [16,58; 53,21-22; 43,19; 17,40]
Şimdi onlara sor: Rabbine kızlar, onlara da oğlanlar mı?
أَمْ خَلَقْنَا ٱلْمَلَٰٓئِكَةَ إِنَٰثًۭا وَهُمْ شَٰهِدُونَ ﴿١٥٠﴾
Yoksa melekleri kız halkettik de tanık mıydı onlar?
Yoksa onlar, şahidlik etmekteyken Biz melekleri dişiler olarak mı yarattık?
em ḫalaḳne-lmelâikete inâŝev vehüm şâhidûn.
Yoksa melekleri kız olarak yarattığımızda onlar hazır mı idiler?
Yoksa biz melekleri onların gözü önünde kız olarak mı yarattık?
Yoksa melekleri, onların gözü önünde dişi olarak mı yarattık?
Yoksa biz melekleri dişi yaratmışız da onlar şahit mi bulunuyorlarmış?
Yoksa biz, melekleri, bunların tanıklık ettikleri bir sırada, dişiler olarak mı yarattık?
Yoksa Biz melekleri dişi yaratmışız da onlar buna şahit mi olmuşlar?
Yoksa biz melekleri, onların gözleri önünde dişi mi yarattık (ki meleklerin dişi olduğunu söylüyorlar)?
أَلَآ إِنَّهُم مِّنْ إِفْكِهِمْ لَيَقُولُونَ ﴿١٥١﴾
Haberin olsun ki şüphe yok, onlar, bu sözü uydurup söylemedeler.
Dikkat edin; gerçekten onlar, düzdükleri yalanlardan dolayı derler ki:
elâ innehüm min ifkihim leyeḳûlûn.
Dikkat edin; doğrusu onlar yalan uydurup söylüyorlar, \"Allah doğurdu\" diyorlar. Onlar şüphesiz yalancıdırlar.
Dikkat edin, kesinlikle yalan uydurup söylüyorlar ki;
Aslında onlar uydurdukları yüzünden diyorlar ki:
Ha!.. Onlar, şüphesiz uydurdukları iftiralarından dolayı: \"Allah doğurdu\" derler. Hiç şüphesiz onlar, yalancıdırlar.
Dikkat edin, onlar, iftiralarının bir eseri olarak mutlaka şöyle diyecekler:
Haberiniz olsun ki onlar sırf iftira ederek “Allah doğurdu” derler. Onlar yalancıların ta kendileridirler.
İyi bilin, onlar iftiraları yüzünden diyorlar ki:
وَلَدَ ٱللَّهُ وَإِنَّهُمْ لَكَٰذِبُونَ ﴿١٥٢﴾
Allah doğurdu demedeler ve şüphe yok ki onlar, yalancıdır elbet.
“Allah doğurdu.” Onlar, hiç şüphesiz, muhakkak yalan söyleyenlerdir.
velede-llâhü veinnehüm lekâẕibûn.
Dikkat edin; doğrusu onlar yalan uydurup söylüyorlar, \"Allah doğurdu\" diyorlar. Onlar şüphesiz yalancıdırlar.
\"Allah doğurdu\" diyorlar. Onlar şüphesiz yalancıdırlar.
\"ALLAH doğurdu.\" Onlar yalancıdırlar.
Ha!.. Onlar, şüphesiz uydurdukları iftiralarından dolayı: \"Allah doğurdu\" derler. Hiç şüphesiz onlar, yalancıdırlar.
\"Allah doğurdu!\" Vallahi onlar yalancıdırlar.
Haberiniz olsun ki onlar sırf iftira ederek “Allah doğurdu” derler. Onlar yalancıların ta kendileridirler.
Allah doğurdu. Onlar elbette yalancıdırlar.
أَصْطَفَى ٱلْبَنَاتِ عَلَى ٱلْبَنِينَ ﴿١٥٣﴾
Oğulları bırakmış da kızları mı seçmiş?
(Allah,) Kızları, erkek çocuklara tercih mi etmiş?
aṣṭafe-lbenâti `ale-lbenîn.
Allah kızları, oğullara tercih mi etmiş?
Allah, kızları oğullara tercih mi etmiş!
Kızları erkeklere mi tercih etti?
(Allah) kızları oğullara tercih mi etmiş?
Allah, kızları oğlanlara tercih mi etmiş?
Allah kızları oğullara tercih mi etmiş?
(Allah) Kızları seçip oğlanlara tercih mi etmiş?
مَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ ﴿١٥٤﴾
Ne oluyor size, nasıl da hükmediyorsunuz?
Size ne oluyor, nasıl hüküm veriyorsunuz?
mâ leküm. keyfe taḥkümûn.
Ne oluyorsunuz? Ne biçim hükmediyorsunuz?
Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz?
Size ne oldu, nasıl karar veriyorsunuz?
Size ne oldu? Nasıl hükmediyorsunuz?
Ne oluyor size, o nasıl hüküm veriyorsunuz?
Ne olmuş size, aklınızı mı kaybettiniz? Ne biçim hüküm veriyorsunuz öyle!
Size ne oldu, nasıl hüküm veriyorsunuz?
أَفَلَا تَذَكَّرُونَ ﴿١٥٥﴾
Öğüt almaz mısınız hala?
Hiç mi öğüt alıp-düşünmüyorsunuz?
efelâ teẕekkerûn.
Hiç düşünmez misiniz?
Hiç düşünmüyor musunuz?
Öğüt almaz mısınız?
Hiç düşünmüyor musunuz?
Hâlâ düşünüp ibret almıyor musunuz?
Hâla düşünüp Allah'ın bundan münezzeh olduğunu anlamayacak mısınız?
Hiç mi düşünmüyorsunuz?
أَمْ لَكُمْ سُلْطَٰنٌۭ مُّبِينٌۭ ﴿١٥٦﴾
Yoksa apaçık bir deliliniz mi var?
Yoksa sizin apaçık olan bir deliliniz mi var?
em leküm sülṭânüm mübîn.
Yoksa apaçık bir deliliniz mi var?
Yoksa sizin açık bir deliliniz mi var?
Yoksa apaçık bir delile mi sahipsiniz?
Yoksa sizin için açık bir delil mi var?
Yoksa apaçık bir kanıtınız mı var?
Ne o, yoksa sizin açık bir deliliniz mi var?
Yoksa sizin, (meleklerin, Allah'ın kızları oldukları hakkında) açık bir deliliniz mi var?
فَأْتُوا۟ بِكِتَٰبِكُمْ إِن كُنتُمْ صَٰدِقِينَ ﴿١٥٧﴾
Doğru söylüyorsanız getirin kitabınızı.
Eğer doğru söylüyorsanız, öyleyse getirin kitabınızı.
fe'tû bikitâbiküm in küntüm ṣâdiḳîn.
Doğru sözlülerden iseniz, kitabınızı getirin bakalım.
Doğru sözlülerden iseniz, kitabınızı getirin!
Doğruysanız kitabınızı getirin.
O halde, eğer doğru söylüyorsanız getirin kitabınızı.
Eğer doğru sözlülerseniz, hadi getirin kitabınızı!
Eğer iddianızda tutarlı iseniz getirin o kitabınızı!
Eğer doğru iseniz Kitabınızı getirin.
وَجَعَلُوا۟ بَيْنَهُۥ وَبَيْنَ ٱلْجِنَّةِ نَسَبًۭا ۚ وَلَقَدْ عَلِمَتِ ٱلْجِنَّةُ إِنَّهُمْ لَمُحْضَرُونَ ﴿١٥٨﴾
Ve onunla cinler arasında bir.akRabalık uydurmadalar ve andolsun ki cinler de onun tapısına götürüleceklerini, orada hazır bulunacaklarını bilmişlerdir.
Onlar, Kendisi'yle (Allah ile) cinler arasında bir soy-bağı kurdular. Oysa andolsun, cinler de onların gerçekten (azap için getirilip) hazır bulundurulacaklarını bilmişlerdir.
vece`alû beynehû vebeyne-lcinneti nesebâ. veleḳad `alimeti-lcinnetü innehüm lemuḥḍarûn.
Allah'la cinler (melekler) arasında da bir soy bağı icadettiler. And olsun ki, cinler de, kendilerinin (bunu söyleyenlerin) hesap yerine götürüleceklerini bilirler.
Allah ile cinler arasında da bir soy birliği uydurdular. Andolsun, cinler de kendilerinin hesap yerine götürüleceklerini bilirler.
Hatta O'nunla cinler arasında bir akrabalık uydurdular. Halbuki cinler sorguya çekileceklerini bilirler.
Onlar, Allah ile cinler arasında bir neseb (hısımlık bağı) uydurdular. Oysa andolsun cinler bilirler ki, o yalancılar mutlaka cehenneme götürüleceklerdir.
Allah'la cinler arasında bir nesep oluşturdular. Yemin olsun, cinler de bilmiştir kendilerinin Allah huzuruna mutlaka getirileceklerini/cinler de bilmiştir, bunların Allah'ın huzuruna mutlaka çıkarılacaklarını.
Bir de tutup Allah ile melekler arasında bir soy bağı uydurdular! Ama o melekler, bunu iddia eden müşriklerin yargılanıp cehenneme tıkılacaklarını pek iyi bilirler.
Allah ile cinler arasında bir nesep, (bir soy bağlantısı) uydurdular. Oysa cinler de kendilerinin (yüce divana) getirileceklerini bilmişlerdir.
سُبْحَٰنَ ٱللَّهِ عَمَّا يَصِفُونَ ﴿١٥٩﴾
Yücedir,.münezzehtir vasfettiklerinden.
Onların nitelendirdiklerinden Allah Yücedir.
sübḥâne-llâhi `ammâ yeṣifûn.
Allah onların vasıflandırmalarından münezzehtir.
Allah, onların isnat edegeldiklerinden yücedir, münezzehtir.
ALLAH onları yakıştırmalarından çok Yücedir.
Allah, onların yakıştırdıkları vasıflardan münezzeh ve yücedir.
Allah arınmıştır bunların nitelemelerinden.
Ve şöyle derler: “Allah onların iddia ettikleri şeylerden münezzehtir, çok yücedir.”
Haşa Allah, onların taktıkları sıfatlardan (münezzehtir), yücedir.
إِلَّا عِبَادَ ٱللَّهِ ٱلْمُخْلَصِينَ ﴿١٦٠﴾
Ancak ihlasa eren Allah kulları müstesna.
Ancak muhlis olan kullar başka.
illâ `ibâde-llâhi-lmuḫleṣîn.
Allah'ın içten bağlı kulları bunların dışındadır.
Allah'ın ihlasa erdirilmiş kulları müstesnadır (onlar azap görmeyeceklerdir).
Kendilerini sadece ALLAH'a adayan kulları hariç.
Fakat Allah'ın ihlas ile seçilen kulları başka (onlar, Allah'ı böyle şirk ile vasıflamazlar).
Allah'ın samimi, seçkin kulları, bunların yaptıklarından uzaktır.
Ancak Allah'ın ihlasa erdirdiği kulları böyle olmaz, cehenneme götürülmezler.
Fakat Allah'ın temiz kulları hariç (onlar azaba sokulmayacaklardır).
فَإِنَّكُمْ وَمَا تَعْبُدُونَ ﴿١٦١﴾
Gerçekten de ne siz, ne de kulluk ettikleriniz.
Artık siz de, tapmakta olduklarınız da.
feinneküm vemâ ta`büdûn.
Sizler ve taptığınız şeyler, cehenneme girecek kimseden başkasını Allah'a karşı azdırıcı değilsiniz.
Sizler ve taptığınız şeyler!
Siz ve tapmakta olduklarınız,
Çünkü siz ve taptıklarınız, kendiliğinden cehenneme saldıran kimseden başkasını, Allah'a karşı kandırıp, saptıramazsınız.
Siz ve kulluk ettiğiniz şeyler,
“Ey müşrikler! Ne siz, ne de sizin Allah'tan başka ibadet ettikleriniz, -ille de cehenneme girmek isteyen kimseler hariç- Allah’a yönelmek isteyen herhangi bir kulu yoldan çıkaracak bir kuvvete sahip değilsiniz.”
(Ey inkarcılar) Ne siz, ne de taptıklarınız,
مَآ أَنتُمْ عَلَيْهِ بِفَٰتِنِينَ ﴿١٦٢﴾
Onları bir sınamaya uğratamazsınız.
O’na karşı kimseyi fitneye sürükleyecek değilsiniz.
mâ entüm `aleyhi bifâtinîn.
Sizler ve taptığınız şeyler, cehenneme girecek kimseden başkasını Allah'a karşı azdırıcı değilsiniz.
Hiçbiriniz, Allah'a karşı azdırıp saptıramazsınız.
O'na karşı kimseyi saptıramazsınız.
Çünkü siz ve taptıklarınız, kendiliğinden cehenneme saldıran kimseden başkasını, Allah'a karşı kandırıp, saptıramazsınız.
O'na karşı kimseyi fitneye düşüremezsiniz.
“Ey müşrikler! Ne siz, ne de sizin Allah'tan başka ibadet ettikleriniz, -ille de cehenneme girmek isteyen kimseler hariç- Allah’a yönelmek isteyen herhangi bir kulu yoldan çıkaracak bir kuvvete sahip değilsiniz.”
Kandırıp Allah'ın yolundan çıkaramazsınız;
إِلَّا مَنْ هُوَ صَالِ ٱلْجَحِيمِ ﴿١٦٣﴾
Ancak cehenneme girecek kişiyi azdıRabilirsiniz.
Ancak kendisi çılgınca yanan ateşe girecek olan başka (onu sürüklersiniz).
illâ men hüve ṣâli-lceḥîm.
Sizler ve taptığınız şeyler, cehenneme girecek kimseden başkasını Allah'a karşı azdırıcı değilsiniz.
Cehenneme girecek kimseden başkasını.
Ancak cehennemde yanacaklar hariç.
Çünkü siz ve taptıklarınız, kendiliğinden cehenneme saldıran kimseden başkasını, Allah'a karşı kandırıp, saptıramazsınız.
Cehenneme salınacak olan müstesna.
“Ey müşrikler! Ne siz, ne de sizin Allah'tan başka ibadet ettikleriniz, -ille de cehenneme girmek isteyen kimseler hariç- Allah’a yönelmek isteyen herhangi bir kulu yoldan çıkaracak bir kuvvete sahip değilsiniz.”
Cehenneme girecek olandan başkasını.
وَمَا مِنَّآ إِلَّا لَهُۥ مَقَامٌۭ مَّعْلُومٌۭ ﴿١٦٤﴾
Ve melekler derler ki: Bizden hiçbir fert yoktur ki onun malum ve muayyen bir makamı olmasın.
(Melekler der ki:) “Bizden her birimiz için belli bir makam vardır.”
vemâ minnâ illâ lehû meḳâmüm ma`lûm.
Melekler şöyle derler: \"Bizim her birimizin bilinen bir makamı vardır. Şüphesiz biz sıra sıra duranlarız, şüphesiz biz Allah'ı tesbih edenleriz.\"
\"(Melekler şöyle derler:) Bizim her birimiz için, bilinen bir makam vardır.\"
Her birimizin belli bir görevi vardır.
(Melekler): \"Bizden her birimizin belli bir makamı vardır. Biziz o saf saf dizilenler, biziz! Biziz o tesbih edenler, biziz!\" derler.
Bizim, istisnasız herbirimizin bilinen bir makamı vardır.
“Bizim her birimizin belli bir makamı ve yeri vardır.
Bizden herkesin belli bir makamı vardır.
وَإِنَّا لَنَحْنُ ٱلصَّآفُّونَ ﴿١٦٥﴾
Ve şüphe yok ki biz, safsaf dizilmişiz elbet.
“Biziz, o saflar halinde dizilmiş olanlar, gerçekten biziz.”
veinnâ lenaḥnu-ṣṣâffûn.
Melekler şöyle derler: \"Bizim her birimizin bilinen bir makamı vardır. Şüphesiz biz sıra sıra duranlarız, şüphesiz biz Allah'ı tesbih edenleriz.\"
\" Şüphesiz biz, orada sıra sıra dururuz.\"
Biz, dizenleriz,
(Melekler): \"Bizden her birimizin belli bir makamı vardır. Biziz o saf saf dizilenler, biziz! Biziz o tesbih edenler, biziz!\" derler.
O saf saf dizilenler elbette biziz.
Saf saf dizilenler biziz.[37,1]
Biziz, o saf saf dizilenler, biz.
وَإِنَّا لَنَحْنُ ٱلْمُسَبِّحُونَ ﴿١٦٦﴾
Ve şüphe yok ki biz, mabudumuzu tenzih ederiz elbet.
“Biziz, o tesbih edenler de, gerçekten biziz.”
veinnâ lenaḥnü-lmüsebbiḥûn.
Melekler şöyle derler: \"Bizim her birimizin bilinen bir makamı vardır. Şüphesiz biz sıra sıra duranlarız, şüphesiz biz Allah'ı tesbih edenleriz.\"
\"Ve şüphesiz Allah'ı tesbih ederiz.\"
Biz, anıp yüceltenleriz.
(Melekler): \"Bizden her birimizin belli bir makamı vardır. Biziz o saf saf dizilenler, biziz! Biziz o tesbih edenler, biziz!\" derler.
O durmadan tespih edenler elbette biziz.
Allah'ı zikredip O’nu tenzih edenler biziz.” [21,26-29]
Biziz, o tesbih edenler, biz.
وَإِن كَانُوا۟ لَيَقُولُونَ ﴿١٦٧﴾
Ve kafirler, gerçekten de diyorlardı.
Onlar (putatapıcılar), her ne kadar şöyle diyor idiyseler de:
vein kânû leyeḳûlûn.
Putperestler: \"Öncekilerde olduğu gibi bizde de bir kitap olsaydı, Allah'ın O'na içten bağlanan kulları olurduk\" derlerdi.
\"Putperestler şöyle diyorlardı\".
Diyorlardı ki,
(Müşrikler) şöyle diyorlardı: \"Eğer yanımızda önceki (ümmet)lerden bir kitap olsaydı, elbette biz de Allah'ın ihlas ile seçilmiş kullarından olurduk.\"
O inkârcılar şunu da söylüyorlardı:
Müşrikler önceleri: “Eğer, derlerdi, daha önceki milletlere verilen kitap gibi bir kitap bizde de olsaydı, Biz de yalnız Allah'a ibadet eden halis kullarından olurduk.” [35,42; 6,156-157]
Gerçi o(ortakkoşa)nlar şöyle diyorlardı:
لَوْ أَنَّ عِندَنَا ذِكْرًۭا مِّنَ ٱلْأَوَّلِينَ ﴿١٦٨﴾
Katımızda evvelkilere ait bir kitap olsaydı.
”Eğer yanımızda öncekilerden bir zikir (kitap) bulunmuş olsaydı.”
lev enne `indenâ ẕikram mine-l'evvelîn.
Putperestler: \"Öncekilerde olduğu gibi bizde de bir kitap olsaydı, Allah'ın O'na içten bağlanan kulları olurduk\" derlerdi.
\"Eğer öncekilere verilenlerden bizde de bir kitap olsaydı\",
\"Yanımızda öncekilerden bir uyarı bulunsaydı,\"
(Müşrikler) şöyle diyorlardı: \"Eğer yanımızda önceki (ümmet)lerden bir kitap olsaydı, elbette biz de Allah'ın ihlas ile seçilmiş kullarından olurduk.\"
\"Eğer katımızda öncekilere verilenlerden bir öğüt/bir düşündürücü olsaydı,
Müşrikler önceleri: “Eğer, derlerdi, daha önceki milletlere verilen kitap gibi bir kitap bizde de olsaydı, Biz de yalnız Allah'a ibadet eden halis kullarından olurduk.” [35,42; 6,156-157]
Eğer yanımızda öncekiler(e gelen Kitap'lar)dan bir uyarı olsaydı.
لَكُنَّا عِبَادَ ٱللَّهِ ٱلْمُخْلَصِينَ ﴿١٦٩﴾
Elbette biz de ihlasa eren Allah kulları olurduk.
“Gerçekten bizler de, Allah’ın muhlis olan kullarından olurduk.”
lekünnâ `ibâde-llâhi-lmuḫleṣîn.
Putperestler: \"Öncekilerde olduğu gibi bizde de bir kitap olsaydı, Allah'ın O'na içten bağlanan kulları olurduk\" derlerdi.
\"Mutlaka Allah'ın ihlaslı kulları olurduk!\".
\"Kendimizi ALLAH'a adar, sadece O'na kul olurduk.\"
(Müşrikler) şöyle diyorlardı: \"Eğer yanımızda önceki (ümmet)lerden bir kitap olsaydı, elbette biz de Allah'ın ihlas ile seçilmiş kullarından olurduk.\"
Elbette biz de Allah'ın samimi kullarından olurduk.\"
Müşrikler önceleri: “Eğer, derlerdi, daha önceki milletlere verilen kitap gibi bir kitap bizde de olsaydı, Biz de yalnız Allah'a ibadet eden halis kullarından olurduk.” [35,42; 6,156-157]
Elbette biz, Allah'ın halis kulları olurduk!
فَكَفَرُوا۟ بِهِۦ ۖ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ ﴿١٧٠﴾
Derken kitap geldi de inanmadılar ona, yakında ne olacaklarını bilecekler.
Fakat (kitap gelince) onu tanımayıp-küfrettiler; yakında bileceklerdir.
fekeferû bih. fesevfe ya`lemûn.
Böyleyken O'nu inkar ettiler. Ama bileceklerdir.
İşte şimdi onu inkar ettiler. Ama ileride bileceklerdir!
Böylece onu inkar ettiler; ileride bilecekler.
Fakat şimdi onu inkâr ettiler. Ama ilerde bileceklerdir.
Fakat ardından onu inkâr ettiler. Yakında bilecekler.
Ama şimdi onu red ve inkâr ettiler;Fakat yakında öğrenirler!
Ama o uyarıyı inkar ettiler, yakında (inkar etmelerinin sonunun nasıl olacağını) bileceklerdir.
وَلَقَدْ سَبَقَتْ كَلِمَتُنَا لِعِبَادِنَا ٱلْمُرْسَلِينَ ﴿١٧١﴾
Ve andolsun ki gönderilen kullarımıza şu sözü söylemiştik, şu hükmü takdir etmiştik.
Andolsun, (peygamber olarak) gönderilen kullarımıza (şu) sözümüz geçmiştir:
veleḳad sebeḳat kelimetünâ li`ibâdine-lmürselîn.
And olsun ki, peygamber kullarımıza söz vermişizdir.
Andolsun ki, peygamber kullarımıza söz vermişizdir:
Elçilikle görevli kullarımız için söz verilmiştir.
Andolsun ki peygamberlikle gönderilen kullarımız hakkında şu sözümüz geçmiştir: \"Onlar var ya, elbette onlar muzaffer olacaklardır ve elbette bizim ordularımız mutlaka galip geleceklerdir.\"
Yemin olsun, elçi olarak gönderilen kullarımız hakkında şu sözümüz hükümleşmişti:
Şu kesindir ki, Biz resul olarak gönderdiğimiz kullarımıza söz verdik ki onlar yardımımıza mazhar olacaklar ve Bizim ordumuz mutlaka galip gelecektir. [58,21; 40,5]
Gönderilen elçi kullarımıza şu sözümüz geçmişti:
إِنَّهُمْ لَهُمُ ٱلْمَنصُورُونَ ﴿١٧٢﴾
Şüphe yok ki onlar, elbette yardıma mazhar olacaklardır.
Gerçekten onlar, muhakkak nusret (yardım ve zafer) bulacaklardır.
innehüm lehümü-lmenṣûrûn.
Onlar şüphesiz yardım göreceklerdir.
Onlar mutlaka zafere ulaşacaklardır.
Onlar elbette zafere ulaşacaklar.
Andolsun ki peygamberlikle gönderilen kullarımız hakkında şu sözümüz geçmiştir: \"Onlar var ya, elbette onlar muzaffer olacaklardır ve elbette bizim ordularımız mutlaka galip geleceklerdir.\"
Onlar, yardım görenlerin ta kendileri olacaklar.
Şu kesindir ki, Biz resul olarak gönderdiğimiz kullarımıza söz verdik ki onlar yardımımıza mazhar olacaklar ve Bizim ordumuz mutlaka galip gelecektir. [58,21; 40,5]
Mutlaka zafere ulaştırılanlar kendileri olacaktır.
وَإِنَّ جُندَنَا لَهُمُ ٱلْغَٰلِبُونَ ﴿١٧٣﴾
Ve şüphe yok ki bizim ordumuz, elbette üstündür.
Ve hiç şüphesiz; Bizim ordularımız, üstün gelecek olanlar onlardır.
veinne cündenâ lehümü-lgâlibûn.
Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir.
Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir.
Bizim ordumuz kesinlikle üstün gelecektir.
Andolsun ki peygamberlikle gönderilen kullarımız hakkında şu sözümüz geçmiştir: \"Onlar var ya, elbette onlar muzaffer olacaklardır ve elbette bizim ordularımız mutlaka galip geleceklerdir.\"
Ordularımız, galip gelenlerin ta kendileri olacaklar.
Şu kesindir ki, Biz resul olarak gönderdiğimiz kullarımıza söz verdik ki onlar yardımımıza mazhar olacaklar ve Bizim ordumuz mutlaka galip gelecektir. [58,21; 40,5]
Ve galip gelenler, mutlaka bizim ordumuz olacaktır!
فَتَوَلَّ عَنْهُمْ حَتَّىٰ حِينٍۢ ﴿١٧٤﴾
Artık yüz çevir onlardan bir zamanadek.
Öyleyse sen, bir süreye kadar onlardan yüz çevir.
fetevelle `anhüm ḥattâ ḥîn.
Bir süreye kadar onlara aldırış etme.
Onun için sen bir süreye kadar onlara aldırma.
Öyleyse bir süre için onlara aldırış etme.
Onun için sen, bir süreye kadar onlardan yüz çevir.
Bir vakte kadar onlardan yüz çevir!
Artık bir süre sen onlardan uzak dur!
Bir süreye kadar onlardan dön (onların sözlerine aldırış etme).
وَأَبْصِرْهُمْ فَسَوْفَ يُبْصِرُونَ ﴿١٧٥﴾
Hele bir bak, bir gözle onları, onlar da sonuçları neymiş, yakında görecekler.
Ve onları seyret; (azabı) yakında göreceklerdir.
veebṣirhüm fesevfe yübṣirûn.
Onlara inecek azabı gözetle, onlar da göreceklerdir.
Onların halini gör, onlar da görecekler.
Onları seyret; onlar da görecekler.
Onlara (inecek azabı) gözetle. Yakında onlar da göreceklerdir.
Gözün, üstlerinde olsun; yakında görecekler.
Onları gözetle! Zaten kendileri de başlarına geleceği yakında göreceklerdir.
Onları gözetle. Yakında (başlarına neler geleceğini) göreceklerdir.
أَفَبِعَذَابِنَا يَسْتَعْجِلُونَ ﴿١٧٦﴾
Azabımızın çabucak gelmesini mi istiyorlar?
Şimdi onlar, Bizim azabımızı mı acele istiyorlar?
efebi`aẕâbinâ yesta`cilûn.
Azabımıza uğramakta acele mi ediyorlar?
Azabımızı acele mi istiyorlar?
Azabımıza mı meydan okuyorlar?
Ya şimdi onlar, bizim azabımıza uğramakta acele mi ediyorlar?
Azabımız gelsin diye acele mi ediyorlar?
Şimdi onlar azabımızın çarçabuk başlarına gelmesini gerçekten istiyorlar mı?
Bizim azabımızı mı acele istiyorlar?
فَإِذَا نَزَلَ بِسَاحَتِهِمْ فَسَآءَ صَبَاحُ ٱلْمُنذَرِينَ ﴿١٧٧﴾
Fakat azabımız, yurtlarına gelip çökünce korkutulanlar, ne de kötü bir sabaha kavuşacaklar.
Fakat (azap) onların sahasına indiği zaman uyarılıp-korkutulanların sabahı ne kötü olur.
feiẕâ nezele bisâḥatihim fesâe ṣabâḥu-lmünẕerîn.
O azap, yurtlarına indiğinde, uyarılan fakat yola gelmeyenlerin sabahı ne kötü olur!
Azap yurtlarına indiğinde, uyarılanların (fakat yola gelmeyenlerin) sabahı ne kötü olur!
Yurtlarına inince uyarılanların sabahı ne kötü olur!
Fakat (azabımız) onların sahasına indiği zaman, (o acı sonuçla) uyarılanların sabahı ne kötüdür!
Azap, yurtlarına indiğinde, uyarılanların sabahı ne kötü olacaktır!
Eğer öyleyse, şunu bilsinler ki, azap onların yurtlarına inerse, o uyarılıp da yola gelmeyenlerin varacakları sabah çok fena bir sabah olacaktır!
Fakat o azab yurtlarına indiği zaman uyarılmış olanların sabahı ne kötü olur!
وَتَوَلَّ عَنْهُمْ حَتَّىٰ حِينٍۢ ﴿١٧٨﴾
Ve yüz çevir onlardan bir zamana dek.
Sen bir süreye kadar onlardan yüz çevir.
vetevelle `anhüm ḥattâ ḥîn.
Bir süreye kadar onlardan yüz çevir.
Sen bir zamana kadar onlara aldırma.
Bir süreye kadar onlara aldırış etme.
Yine sen, bir süreye kadar onlardan yüz çevir.
Yüz çevir onlardan belli bir vakte kadar!
Artık sen bir süre onlardan uzak dur.
Bir süreye kadar onları kendi hallerine bırak.
وَأَبْصِرْ فَسَوْفَ يُبْصِرُونَ ﴿١٧٩﴾
Ve bir bak, bir gözle, onlar da sonuçları neymiş, yakında görecekler.
Ve seyret; (azabı) yakında göreceklerdir.
veebṣir fesevfe yübṣirûn.
İnecek azabı gözetle, onlar da göreceklerdir.
Onların halini gör, onlar da göreceklerdir.
Onları gözle; onlar da görecekler.
(İnecek azabı) gözetle! Yakında onlar da göreceklerdir.
Ve gör neler olacak. Onlar da görecekler.
Başlarına inecek azabı gözetle! Zaten kendileri de yakında gerçeği göreceklerdir.
Ve (bekle de) gör, onlar da göreceklerdir.
سُبْحَٰنَ رَبِّكَ رَبِّ ٱلْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ ﴿١٨٠﴾
Yücedir, münezzehtir Rabbin ve yücelik, üstünlük ıssı Rab, onların vasfettiklerinden.
Üstünlük ve güç (izzet) sahibi olan senin Rabbin, onların nitelendirdiklerinden Yücedir.
sübḥâne rabbike rabbi-l`izzeti `ammâ yeṣifûn.
Senin güçlü olan Rabbin, onların vasıflandırmalarından münezzehtir.
Senin izzet sahibi Rabbin, onların isnat etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir.
Üstünlük ve onurun sahibi olan Rabbin, onların nitelemelerinden çok yücedir.
Senin güç ve kuvvet sahibi Rabbin, onların yakıştırdıkları vasıflardan münezzeh ve yücedir.
Senin Rabbinin, o ululuk ve kudretin Rabbinin şanı yücedir onların verdiği sıfatlardan...
İzzet ve kudret Rabbi olan senin Rabbin, onların bütün batıl iddialarından münezzehtir, yücedir.Selam bütün peygamberleredir.Bütün hamdler âlemlerin Rabbi Allah'adır.
Kudret ve şeref sahibi Rabbin, onların nitelendirmelerinden yücedir.
وَسَلَٰمٌ عَلَى ٱلْمُرْسَلِينَ ﴿١٨١﴾
Ve esenlik peygamberlere.
Gönderilmiş (peygamber)lere selam olsun.
veselâmün `ale-lmürselîn.
Ve selam, peygamberleredir.
Gönderilen bütün peygamberlere selam olsun!
Gönderilmiş elçilere selam olsun.
Gönderilen bütün peygamberlere selam olsun.
Selam olsun tüm hak elçilerine!...
İzzet ve kudret Rabbi olan senin Rabbin, onların bütün batıl iddialarından münezzehtir, yücedir.Selam bütün peygamberleredir.Bütün hamdler âlemlerin Rabbi Allah'adır.
Selam, gönderilen elçilere,
وَٱلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ ٱلْعَٰلَمِينَ ﴿١٨٢﴾
Ve hamd, alemlerin Rabbi Allah'a.
Ve alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.
velḥamdü lillâhi rabbi-l`âlemîn.
Hamd de Alemlerin Rabbi Allah'adır.
Alemlerin Rabbi olan Allah'a da hamd olsun!
Evrenlerin Rabbi olan ALLAH'a övgüler olsun.
Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.
Hamt olsun âlemlerin Rabbi Allah'a!...
İzzet ve kudret Rabbi olan senin Rabbin, onların bütün batıl iddialarından münezzehtir, yücedir.Selam bütün peygamberleredir.Bütün hamdler âlemlerin Rabbi Allah'adır.
Hamd, alemlerin Rabbi Allah'a!